Anayasa
Mahkemesi Başkanlığından: Esas Sayısı : 2007/1 (Siyasî Parti Kapatma) Karar Sayısı : 2009/4 Karar Günü : 11.12.2009 DAVACI: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı DAVALI: Demokratik Toplum Partisi DAVANIN KONUSU: 1- Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
eylemlerin odağı haline gelen ve bu şekilde; - Anayasa’nın 68 inci maddesinin 4 üncü fıkrasına, - 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 78, 80, 81,
82 ve 90 ıncı maddelerine, Aykırı eylemlerde bulunduğu açıkça anlaşılan
Demokratik Toplum Partisi (DTP)’nin Anayasa’nın 69 uncu maddesinin 6 ncı
fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101/1-b ve 103 üncü
maddeleri gereğince temelli kapatılmasına, 2- Partinin kapatılmasına beyan ve faaliyetleri ile
neden olan Aydın Budak, Abdulkadir Fırat, Abdullah İsnaç, Abdurrahim Bilen,
Ahmet Aka, Ahmet Ay, Ahmet Aydın, Ahmet Cengiz, Ahmet Narım, Ahmet Özbay,
Ahmet Türk, Ahmet Yalçıntaş, Akif Hamitoğlu, Alaattin Ege, Alaattin Enül, Ali
Aslan, Ali Bozan, Ali Gün, Ali Sever, Arif Yayla, Aslan Kızıl, Ayfer Ekin,
Ayhan Karabulut, Aynur Coşkun, Aysel Tuğluk, Ayşe Arslan, Azize Yağız, Bahar
Yeşilyurt, Bayram Bozan, Bedirhan Aklan, Bedri Arslan, Bedir Fırat, Behçet
Tunç, Beşir Bekle, Burak Avcı, Burhan Yürek, Büro Görmez, Cafer Selçuk, Cemal
Coşgun, Cemal Kuhak, Cemalettin Padir, Çiçek Arıç, Çimen Işık, Deniz Yeşilyurt,
Dicle Manap, Doğan Erbaş, Emin Uslu, Emral Dağdelen, Erdoğan Karaca, Ethem
Şahin, Eyüphan Aksu, Ezgi Dursun, Fatma Kurtulan, Faysal Yaçan, Fehime Ete,
Ferdi Sönmez, Ferhan Türk, Ferit Datlı, Fettah Dadaş, Fevzi Kara, Fuat
Arslan, Funda Apak, Gülhanım Doğan, Gürü Toprak, Hacer Taşarsu, Hacı Özbay,
Hacı Üzen, Halil Adıgüzel, Halil İmrek, Halis Yurtsever, Halit Kahraman,
Halit Taşçı, Hatice Adıbelli, Hazal Aras, Hediye Tekin, Hilmi Aydoğdu, Hilmi
Karaoğlan, Hüseyin Bektaşoğlu, Hüseyin Çalışçı, Hüseyin Kalkan, Hüseyin
Şahin, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Koyuncu, İbrahim Binici, İbrahim Erkul, İbrahim
Halil Parıldar, İbrahim Sunkur, İhsan Güler, İlhan Öymen, İsmet Aras, İzzet
Belge, Kemal Aktaş, Kemal Çağlan, Kenan Demir, Kudret Ecer, Leyla Zana,
Lezgin Bingöl, Lezgin Örnek, Lütfi Dağ, Mahmut Alınak, Mahmut Aydıncı, Mahmut
Güngör, Mahmut Kayar, Medeni Kırıcı, Mehmet Ali Öcalan, Mehmet Ali Yaman,
Mehmet Ayas, Mehmet Bayraktar, Mehmet Cevat İnce, Mehmet Emin Acar, Mehmet
Emin Yanardağ, Mehmet Emin Yıldız, Mehmet Faik Taşkın, Mehmet Hatip Dicle,
Mehmet İnsan, Mehmet Kodaman, Mehmet Latif Alp, Mehmet Muhti Aslan, Mehmet
Sait Şaşmaz, Mehmet Salih Duran, Mehmet Salih Koca, Mehmet Salim Sağlam,
Mehmet Sefa Güngör, Mehmet Şakar, Mehmet Şirin Karademir, Mehmet Şirin Tetik,
Mehmet Tilki, Mehmet Topçu, Mehmet Tusun, Mehmet Veysi Dilekçi, Mehmet Yaşik,
Mehmet Zeki Doğru, Meliha Varışlı, Menderes Öner, Merak Kurum, Metin Tekçe,
Mikail Varhan, Muhlis Altun, Murat Avcı, Murat Daş, Murat Öztürk, Musa
Farisoğulları, Mustafa Atmaca, Mustafa Eraslan, Mustafa Tuç, Müslüm Kılıç,
Nayif Coşkun, Nazahat Kaya, Nazime Ceren Salmanoğlu, Necdet Atalay, Nedim
Taş, Nimet Özalp, Nizamettin Öztürk, Nuray Kılıç, Nurettin Demirtaş, Nusrat
Akın, Onur Geldi, Orhan Miroğlu, Orhan Tunç, Osman Akkoyun, Osman Baydemir,
Osman İbek, Osman Özçelik, Osman Taşdemir, Ömer Aşgakara, Ömer Yılmaz, Özgür
Söylemez, Pakize Ukşul, Pelgüzar Kaygısız, Pınar Uzun, Ramazan Özmen, Resul
Atay, Sabahat Tuncel, Sabri Çelebi, Sabriye Burumtekin, Salih Karaaslan,
Saniye Turhan, Sara Aktaş, Sebahattin Işık, Sebahattin Suvağcı, Sedat
Yurttaş, Selahattin Demirtaş, Selim Engin, Selim Sadak, Selma Irmak, Selma
Söker, Serhat Ölmez, Sevehir Bayındır, Seydi Ahmet Öcalan, Seyithan Kırar,
Sırrı Keleş, Sıtkı Adsız, Sibel Öz, Sihem Akyüz, Sima Dorak, Sinan Uğur,
Sultan Uğraş, Suna Akkuş, Süleyman Kılıç, Şaban Yılmaz, Şakir Acar, Şükrü
Binici, Tamer Temel, Taylan Gürel, Tuncer Bakırhan, Türkan Yüksel, Uğur
Saraç, Vakkas Dalkılıç, Veli Aramaz, Yakup Aslan, Yıldız Aktaş, Yıldız
Bahçeci, Yusuf Kaya, Yusuf Tokdemir, Yüksel İğdeli, Zahide Besin, Zeki Aslan,
Zeynep Doğan, Zeynep Karaman, Ziver Gümüş ve Ziya Akdemir’in Anayasa’nın 69
uncu maddesinin 9 ncu fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 95
inci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın Resmi Gazete’de
yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi partinin kurucusu,
yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına, karar verilmesi istemidir. I-
DAVA Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının 16.11.2007 günlü, SP.135 Hz.2007/2 sayılı
iddianamesi şöyledir:
“I- GENEL AÇIKLAMA: Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Anayasa’nın 3 ncü
maddesinde “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür”
şeklinde ifade edilmiş ve bu düzenleme Anayasa’nın 4 ncü maddesinde
“Demokratik Yoldan” olsa bile Anayasa’nın değiştirilemeyecek ve
değiştirilmesi teklif edilemeyecek hükümleri arasında yer almıştır. Yine
Anayasa’nın 14 ncü maddesinin birinci fıkrasına göre, Anayasa’da yer alan hak
ve hürriyetlerin hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmayı ve ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa’nın 68 nci maddesinin ikinci fıkrasında ifade
edildiği üzere, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları arasında
kabul edilen siyasi partilerin sosyal ve siyasi yaşamdaki önemlerine binaen;
kurulmaları, çalışma esasları, denetlenmeleri ve kapatılmalarında uygulanacak
ilkeler bizzat Anayasa tarafından öngörülmüş ve Anayasa’nın 69 ncu maddesinin
son fıkrası gereğince söz konusu hususların çıkarılacak bir yasa ile
düzenlenmesi hüküm altına alınmıştır. Anayasa hükmü gereğince çıkarılan 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası’nda belirlenen Anayasa ilkeleri çerçevesinde getirilen
kurallar gereğince siyasi partilerin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
izleneceği ve gerektiğinde kapatılmaları için Anayasa Mahkemesi’nde dava
açılacağı öngörülmüştür. Anayasa’nın 68 nci maddesinin 2 nci fıkrasında
belirtildiği gibi demokratik ve siyasi yaşamın vazgeçilmez unsurları olup,
kuruluş ve faaliyetlerinde serbestlik tanınan siyasi partilerin; demokratik
düzeni bozucu, Devletin bağımsızlığını, ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü ile Hukuk kurumlarına ve Devletin demokratik yapısına duyulan
güvenin sarsılmasına neden olan tavır sergilemeleri halinde kamu düzenini
bozacakları tartışmasız olup, bu durumda Devletin kendi varlığına yönelen
tehditlere karşı önlem alması demokratik hukuk devleti olmanın gereğidir. Nitekim Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 6 ncı
fıkrasında “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesini koruma
altına alan Anayasa’nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasına aykırı eylemlerin
odağı haline gelmesi halinde siyasi partilerin temelli kapatılacakları hüküm
altına alınmıştır. 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 78 nci maddesinin
(a) ve (b) fıkraları ile 80 nci maddesi ve 81 nci maddenin (a) ve (b)
fıkralarında siyasi partilerin ülkenin bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerde
bulunamayacağı, federal devlet sisteminin savunulamayacağı, azınlık yaratmaya
çalışamayacakları, bölgecilik, ırkçılık yapamayacakları hüküm altına alınmış,
103 ncü maddesinde söz konusu ilkelere aykırı eylemler nedeniyle odak haline
gelmenin ölçütleri belirlenmiş, 101 nci maddede ise odaklığın tesbiti halinde
partinin temelli kapatılacağı veya eylemin ağırlığına göre Devlet yardımından
kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verileceği öngörülerek
Anayasa’daki yaptırımlar düzenlenmiştir. II- SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİ: A- Uluslararası hukuk yönünden; Uluslararası hukukta örgütlenme özgürlüğü içerisinde
değerlendirilen siyasi partiler, kural olarak yine uluslararası sözleşmelerle
(BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi)
korunmaktadır. İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS’ın) 11 nci maddesinde açıkça siyasi partiler
konusunda bir düzenleme yer almamakta ise de; siyasi partiler, İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi (İHAM) tarafından “dernekler bağlamında” 11 nci madde
kapsamında değerlendirilmektedir. İHAM’a göre, 11 nci madde ile bir siyasi partinin
kurulmasından başka, özgürce faaliyette bulunabilmeleri de koruma altına
alınmıştır. Ancak İHAS ile birey hak ve özgürlükleri ve bu bağlamda
örgütlenme özgürlüğü koruma altına alınmış ise de, siyasi partilere tanınan
bu özgürlük kuşkusuz sınırlandırılamayan bir özgürlük değildir. Avrupa kamu
düzenini oluşturan ve koruyan sözleşme uyarınca, bir siyasi partinin
eylemlerinin, Avrupa kamu düzeniyle çatışması ve sözleşmeyle korunan alanın
dışına taşması durumunda, yine sözleşmede öngörülen nedenlere dayalı olarak
yasaklama ve sınırlandırmalar öngörülebilecektir. İHAS’ın “temel haklar” kapsamında görerek, 11 nci
maddesinin birinci fıkrasıyla koruduğu siyasi partiler konusunda, aynı
maddenin ikinci fıkrasındaki “Bu hakların kullanılması, demokratik bir
toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, kamu
emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin
önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların
kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk mensupları veya devletin idare
mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru sınırlamalar konmasına engel
değildir” biçimindeki düzenlemeden hareketle, siyasi partiler hakkında
kısıtlama veya yaptırımlar uygulanması mümkündür. Siyasi partilere uygulanacak yaptırımlar arasında
kuşkusuz bir siyasi partinin kapatılması yaptırımı da yer almaktadır. Ancak
kapatma yaptırımının, bir siyasi partiye uygulanabilecek en radikal yaptırım
olması karşısında, bu yaptırımın uygulanabilmesi, belirli koşulların
gerçekleşmesini gerektirmektedir. İHAS’nin 11 nci maddesindeki düzenleme
gözetildiğinde, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi projesi
bulunan ve/veya siyasi amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı amaçlayan
siyasi parti için kapatma yaptırımı öngörülmesi İHAS’a aykırı değildir (Emek
Partisi/Türkiye kararı). İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan
nedenlere dayanarak bir siyasi partinin kapatılması konusu, Avrupa Konseyi
Venedik Komisyonu tarafından incelenerek Venedik İlkeleri adıyla da
raporlaştırılmıştır. Buna göre, ifade özgürlüğünü düzenleyen İHAS’ın 10 ncu
maddesiyle çok yakın ilişkisi olan 11 nci madde uyarınca bir siyasi partinin
kapatılması “ırkçılığı, terörü, yabancı düşmanlığını, şiddeti, şiddet
çağrısını teşvik ediyor veya hoşgörüsüzlüğe dayanıyorsa”, bu durumlarda
İHAS’ın 11 nci maddesinin bir ve ikinci fıkrasındaki düzenlemelerden
hareketle, siyasi partinin kapatılması gündeme gelebilecektir. Burada
“şiddet” kelimesini çok dar anlamda değerlendirerek partililerin ellerine
silah alıp, eyleme girişmelerini anlamamak gerekir. Bir siyasi partinin
şiddeti ilke edinmiş, ülke çapında öldürme, bombalama eylemlerini
gerçekleştiren ve ülke bazında olduğu gibi uluslararası alanda da terör
örgütü olarak kabul edilen bir örgütü açık veya gizli olarak desteklemesi,
her platformda bu örgüte meşruiyet kazandırmaya çalışması söz konusu siyasi
partinin “şiddeti” siyasal amaçlarına ulaşmak için benimsediğinin açık
kanıtıdır. Bir siyasi partinin kapatılması, örgütlenme
özgürlüğüne müdahale niteliğindedir. Bu nedenle bir siyasi parti hakkında
uygulanacak kapatma yaptırımının İHAS’ a uygun olarak değerlendirilebilmesi
yani bu müdahalenin haklı sayılabilmesi için; Müdahalenin haklılığı, kapatma
yaptırımını içeren yasanın, herkesçe erişilebilir, bilinebilir,
anlaşılabilir, öngörülebilir, açık ve kesin ifadeler içeren ve ilan edilen
bir yasa olmasını gerektirmektedir (Refah Partisi/Türkiye Kararı). Kapatma yaptırımı, İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci
fıkrasında sayılan neden veya nedenlere dayanmalıdır. Kapatma yaptırımının,
bir siyasi partiye uygulanabilecek en radikal yaptırım olması, bu yaptırımın
inandırıcı ve zorlayıcı koşulların varlığı durumunda uygulanmasını
gerektirmektedir. Uygulanan kapatma yaptırımı, “demokratik toplum gereklerine
uygun olmalı” Bu çerçevede olaylar, ulusal mercilerce kabul edilebilir
şekilde değerlendirilmiş olmalıdır. Kapatma yaptırımı ile birlikte siyasi
yasaklamalar öngörülmesi için de, bu yasaklamaların, “ilgili ve yeterli”
olması gerekmektedir. Siyasi partiler devletin hukuksal, anayasal ve yasal
yapısını değiştirmek için mücadele edebilmelidirler. Ancak bu mücadele için
kullanılan araçlar herhalde hukuka uygun olmalı, demokratik araçlara
dayanmalı, önerilen değişim temel demokratik ilkelere uyumlu olmalıdır Siyasi
partiler hedeflerine şiddeti teşvik ederek değil, mevcut yasal sistem
içerisinde ulaşmayı amaç edinmelidir. İHAM’a göre bir siyasi parti, mevzuatın veya yasal ve
anayasal yapının değiştirilmesi konusunda iki koşulda kampanya yürütebilir:
Bunlardan birincisi, kullanılan bütün yollar her bakımdan yasal ve demokratik
olmalıdır. İkincisi ise, önerilen değişikliğin kendisi “temel demokratik
prensiplerle” bağdaşmalıdır. Bu kuraldan hareketle, sorumluları şiddete başvurmayı
teşvik eden veya demokrasinin bir veya birçok kuralına uymayan veya
demokrasiyi yıkmayı amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri
tanımayan “siyasi bir projeyi öneren” partinin, bu nitelikteki eylemleri,
kapatma yaptırımına konu olabileceği gibi, bu nedenle uygulanacak yaptırıma
karşı da ilgili siyasi parti İHAS korumasından yararlanamayacaktır.
(RP/Türkiye, Emek Partisi/Türkiye Kararları). Kapatma yaptırımı boyutundaki müdahale, takip edilen
meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli olmalı, sosyal bir ihtiyaca cevap
vermelidir, yani demokratik bir toplumda gerekli olmalıdır (TBKP/Türkiye,
Sosyalist Parti/Türkiye, ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye Kararları). Müdahalenin orantılılığı için, müdahalenin özü ve
ağırlığına bakılmalı, kapatma yaptırımı en ciddi durumlarda uygulanmalı,
radikal bir önlem niteliğinde olmamalıdır. Yöneticileri, üyeleri ve bağlı
BELEDİYE başkanları vasıtasıyla Ülke içerisinde terör örgütü emirleri ile
ayaklanma benzeri toplu şiddet hareketlerini başlatıp, ölüm, yaralanma, kamu
ve özel kişilere ait malvarlıklarına zarar verme gibi eylemlerin
gerçekleştirilmesi halinde kapatma yaptırımı radikal bir önlem olmayacağı
gibi toplumun güvenliği ve huzuru açısından acilen uygulanması gereken tek
yaptırım olmaktadır. Bu konuda tarihsel deneyimlerden kaynaklanan ihtiyaçlar
da dikkate alınmalı, dolayısıyla geçmişte ülkede yaşanan ve yaşanmaya halen
de devam edilen terör örgütü kaynaklı şiddet olayları değerlendirilmelidir. Zorlayıcı sosyal gereksinim yönünden tehdidin
varlığına ve yeterince yakın olduğuna ilişkin kanıtlar inandırıcı olmalıdır.
Siyasi parti lider ve üyelerinin isnat edilebilen eylem ve konuşmaları, terör
örgütü direktifleri ile etkilediği kitleleri sokaklarda şiddet içeren
gösteriler yapmaya çağırıp, devletin güvenlik kuvvetlerine silahlı, taşlı,
molotof kokteylli saldırılar düzenletiyor ve ortaya çıkan isyan görüntüleri
ile toplumu aşırı derecede rahatsız edip, ülkede etnik bir çatışmanın
temellerini oluşturmaya çalıştığı yolunda kamuoyunda kanaat uyandırıyorsa,
zorlayıcı sosyal gereksinim yönünden tehdidin varlığı ve yeterince yakın
olduğu aşikardır. Bir siyasi parti eylemlerinin kapatma yaptırımına
konu olabilmesi, her şeyden önce bu eylemlerin niteliği ve siyasi partiye
isnat edilebilirliği sorununu gündeme getirmektedir. Konu İHAS yönünden İHAM
kararlarıyla açıklığa kavuşturulmuştur. İHAM kararlarına göre; Kapatma yönünden tüzük ve programdaki aykırılık tek
başına yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır siyasi partinin, Türk toplumu ve
devleti için gerçek bir tehlike oluşturduğuna ilişkin somut kanıtlar ortaya
konulmalıdır (TBKP/Türkiye Kararı) Eylemler aşırı uç ve terörist grupları
teşvik etmeye yönelik olmalıdır (Sosyalist Parti/Türkiye Kararı). Siyasi parti, çoğulcu demokrasiyle çatışmayan
hedeflerini, sadece yasal araçlarla elde etmeye çalışmalıdır. Şiddet
desteklenmemeli, temel insan hakları ihlali teşvik edilmemelidir
(ÖZDEP/Türkiye Kararı). Bir genel başkanın açıklama ve eylemleri partiyi
tartışmasız olarak bağlayıcıdır. Çünkü genel başkan partinin simgesel
figürüdür. Genel başkanın siyasi veya hassas konularda açıkladığı
düşüncelerin, kişisel görüşü olduğu vurgulanmadığı sürece, kurumlar ve
kamuoyu tarafından partinin görüşünü yansıttığı biçiminde yorumlanır ve
partiye isnat edilebilir. Genel başkan yardımcıları, yerel yönetimlerde görev
üstlenen üyeler de, partili BELEDİYE başkanları partinin amaç ve eğilimlerini
sergileyen ve yaratmak istedikleri toplum modeline ilişkin bir imajı yansıtan
bütünü oluşturan eylemleri sergilemeleri durumunda, bunlar da partiye isnat
edilebilir. Bu tür eylemler soyut programlara göre potansiyel seçmenler üzerinde
daha etkilidir ve parti kendini bu konuşmalardan uzaklaştırmadığı sürece,
bunlar da partiye isnat edilebilir (Refah Partisi/Türkiye Kararı). Yukarıda belirtilen nitelikteki eylemlerden parti
kaçınmamış, bunlara yapanlara karşı disiplin işlemi yapmamış ve eleştirmemiş,
ya da göstermelik olarak disiplin soruşturması yapmış ya da öngörülenden daha
az bir disiplin yaptırımı uygulamış ise, bu eylemler de partiye isnat
edilebilir (Benzeri yorum RP/Türkiye Kararı). Davalı siyasi partinin kuruluş tarihinin evvelinden
beri yürürlükte olan yukarıda bahsedilen Anayasa ve yasa düzenlemelerinin
herhangi bir gizliliği olmayıp, yazılı metinler halinde ülke mevzuatında
kolaylıkla erişilebilir ve anlaşılmasını sağlayacak sadelikte kaleme alınmış
olduğu sabittir. B- İç hukuk yönünden; Bir siyasi parti hakkında uygulanacak en radikal
yaptırım kuşkusuz kapatma yaptırımıdır. İç hukukta siyasi partilere
uygulanacak yaptırımlar düzenlenirken, bu yaptırımlar arasında siyasi
partinin kapatılmasına da yer verilmiştir. a- Anayasal düzenleme; Siyasi parti kapatma yaptırımı ve bu yaptırımın hangi
hallerde söz konusu olabileceği Anayasa’nın 69 ncu maddesinde düzenlenmiştir.
Böylece anayasakoyucu kapatma yaptırımı nedenlerinin yasa ile artırılmasını
engellemiştir. Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrasına
göre, siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın
açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin olarak karara bağlanır. Anayasa’nın 69 ncu maddesine göre siyasi partilerin
kapatılması ancak üç nedenle söz konusu olabilmektedir. Buna göre: - Bir siyasi partinin tüzük ve programının
Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı olması
(Anayasa md 69/5), - Bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi (Anayasa md 69/6) - Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden
maddi yardım alması (Anayasa md 69/10) halinde siyasi partinin kapatılmasına hükmedilmesi
gerekmektedir. Anayasa’da bu üç neden sayılırken siyasi partinin
“kapatılması” yerine, “temelli kapatılması” ibaresi kullanılmış olup, bu
maddede ayrıca siyasi partinin temelli kapatılması dışında kapatılma
nedenlerinden söz edilmiş değildir. Yukarıda belirtildiği üzere Anayasa’nın 69 ncu
maddesinin dördüncü fıkrasında ise, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin
davaların Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılacağı ifade edilmiş,
bu fıkrada da “temelli kapatılmadan” sözedilmemiştir. Dolayısıyla maddede geçen temelli kapatma ve kapatma
kavramları aynı şeyi ifade etmektedir. Şöyle ki kapatma yaptırımı,
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin sekizinci ve dokuzuncu fıkrasında belirtilen
“geleceğe yönelik etkiler” içerdiğinden, bu nedenle “temelli” kapatma kavramı
ile de geleceğe yönelik bu etkiler kastedilmiştir. Anayasa’nın 69 ncu maddesinin onbirinci fıkrasında
geçen “kapatılma davaları” ve 149 ncu maddesinin beşinci fıkrasında geçen
“siyasi partilerin temelli kapatılması veya kapatılması davaları” ibareleri
de bu doğrultuda yorumlanmalıdır. Anayasa’nın 69 ncu maddesinin yedinci fıkrasına göre,
yukarıda belirtilen ilk iki kapatma nedenine dayalı olarak açılan davalarda,
eylemin ağırlığına göre siyasi partinin temelli kapatılması yerine, devlet
yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına hükmedilebilecektir.
Eylemin ağırlığını belirleyecek merci davaya bakan Anayasa Mahkemesi’dir. Kapatılan (=temelli kapatılan) bir siyasi parti için
Anayasa’da geleceğe yönelik öngörülen yaptırımlar ise; - Bir başka ad altında kurulamaması (Anayasa md
69/8), - Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan ve
faaliyetleriyle neden olan kurucu dahil üyelerinin, Anayasa Mahkemesi’nin
temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazete’de gerekçeli olarak
yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu,
üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamaması (Anayasa md 69/9), - Partisinin kapatılmasına beyan ve eylemleriyle
neden oldukları Anayasa Mahkemesi’nce kapatmaya ilişkin kesin kararda
belirtilen milletvekillerinin milletvekilliğinin, bu kararın gerekçeli olarak
resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte sona ermesi(Anayasa md 84/5) durumlarıdır. Konuya dönersek, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin
altıncı fıkrasına dayalı olarak kapatma yaptırımına hükmedilebilmesi için,
açıklandığı üzere, bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin, açılacak kapatma
davasında Anayasa Mahkemesi’nce tesbiti gerekmektedir. Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında, “siyasi partilerin tüzük ve programları
ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,
demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre
diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.” denilmektedir. Bir siyasi partinin Anayasa’nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ise, 69 ncu
maddenin altıncı fıkrasındaki düzenleme uyarınca “68 nci maddenin dördüncü fıkrasına aykırı fiillerin, o partinin
üyelerince yoğun bir şekilde işlenmesi ve bu durumun, o partinin büyük kongre
veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük
Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya
açıkça benimsenmesi yahut bu fiillerin doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi durumunda” söz konusudur. b- Yasal düzenleme; Anayasa’daki kapatma yaptırımına ilişkin
düzenlemeler, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar çerçevesinde
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nda da (SPY) yer almıştır. SPY’nda, siyasi partiler hakkında uygulanacak
yaptırımlar; - Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun
bırakmak - Ve siyasi partinin kapatılması olarak düzenlenmiştir. 02.01.2003 tarih ve 4778 sayılı Yasa ile SPY’nda
yapılan değişiklikler öncesinde, SPY’nda temelli kapatma ve kapatma olarak
iki ayrı kapatma davası türü düzenlenmiş idi. Anayasa’da “sınırlı sayım”
yoluyla düzenlenen temelli kapatma nedenleri, olduğu gibi SPY’na taşınmıştı.
Temelli kapatma kararlarının en belirgin özelliği, geleceğe etkili sonuçlar
içermesi idi. O dönemde Anayasa’da yer verilmeyen dar anlamdaki kapatma
yaptırımı ise, SPY’nda gösterilen nedenlerle söz konusu olup; bu yaptırım,
geleceğe etkili sonuçlar içermemekte idi. Anayasa’ya paralel bir düzenleme amacıyla ve en son
4778 sayılı Yasa ile SPY’nda yapılan değişiklikler sonrasında ise, SPY’nda
kapatma davaları konusunda “kapatma veya temelli kapatma” biçiminde iki ayrı
kavrama yer verilmemiş; yasa, bütünlüğü içerisinde “kapatma yaptırımı”
kavramını kullanmış ve bu yaptırımın da Anayasa’ya paralel olarak geleceğe
yönelik sonuçlar içerdiği benimsenmiştir. SPY’ndaki bu düzenlemelerde
Anayasa’daki temelli kapatma kavramı yerine, eş anlamlı olarak kapatma
kavramı kullanılmış; SPY’nda bulunan kapatma yaptırımı ise kaldırılarak;
devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakma yaptırımına
dönüştürülmüştür. SPY’nda Anayasaya paralel olarak yapılan
düzenlemelere göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’daki
yasaklara aykırılık durumunda ve üç nedenle olasıdır. SPY’nın 101 nci
maddesindeki düzenlemelere göre; - Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç
işlenmesini teşvik etmesi, - Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespiti, - Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden,
uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel
kişilerden maddi yardım alması, durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma kararı
verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma yaptırımı
yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin almakta olduğu
son yıllık devlet yardımı miktarından az olmamak koşuluyla, bu yardımdan,
kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verilebilmektedir. Yukarıda belirtilen ikinci nedene dayanarak bir
siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasına aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır. Odak
haline gelmiş sayılmak ise, Anayasa’nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki
düzenlemelerle aynı paralelde, SPY’nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir. Kapatma kararı verilmesi durumunda; - Karar tarihi itibarıyla parti tüzel kişiliği ve
dolayısıyla parti üyelerinin üyelikleri ve varsa görevleri sona ermekte, - Yine karar tarihi itibarıyla siyasi partinin bütün
malları hazineye geçmekte (SPY md 107), - Kapatılan partilerin isim, amblem, rumuz, rozet ve
benzeri işaretleri başka bir siyasi parti tarafından kullanılamamakta (SPY md
96), - Kapatılan siyasi parti bir başka ad altında
kurulamamakta (Anayasa md 69/8; SPY md 95), - Siyasi partinin kapatılmasına söz ve eylemleriyle
neden olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesi’nin kapatmaya ilişkin
kesin kararının Resmi Gazete’de gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak
beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ev deneticisi
olamamakta; bu kişiler siyasi partilerce seçimlerde hiçbir biçimde aday
gösterilememekte (Anayasa md 69/9, SPY md 95), - Partisinin kapatılmasına beyan ve eylemleriyle
neden oldukları Anayasa Mahkemesi’nce kapatmaya ilişkin kesin kararında
belirtilen milletvekillerinin milletvekilliği de, bu kararın gerekçeli olarak
resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte sona ermektedir (Anayasa md 84/5). Anayasa’nın 68
nci maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen eylemlerin odağı durumuna
gelmek konusunda, SPY ayrıntılı hükümlere yer vermiş ve anılan fıkrada
belirtilen kavramlar SPY’ndaki düzenlemelerle açıklığa kavuşturulmuştur. Bu bağlamda SPY’nın dördüncü kısmının birinci, ikinci
ve üçüncü bölümlerinde açıklayıcı hükümlere yer verilmiştir. SPY’nın “siyasi partilerle ilgili yasaklar” başlıklı
dördüncü kısmının; - Birinci bölümü, “amaçlarla ve faaliyetlerle ilgili
yasaklar” başlığını taşımaktadır. Bu bölüm tek maddeden oluşmakta olup, 78
nci maddede “demokratik devlet düzeninin korunması yönünden” öngörülen
yasaklamalara yer verilmiştir. - İkinci bölümü, “milli devlet niteliğinin korunması”
başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, bağımsızlığın korunmasına (md 79),
devletin tekliğinin korunmasına (md 80), azınlık yaratılmasının önlenmesine
(md 81), bölgecilik ve ırkçılık yasağına (md 82) ve eşitlik ilkesinin
korunmasına (md 83) yönelik yasaklamalar gösterilmiştir. - Üçüncü bölümü ise, “Atatürk ilke ve devrimlerinin
ve laik devlet niteliğinin korunması” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde ise,
Atatürk ilke ve devrimlerinin korunması (md 84), Atatürk’e saygı (md 85),
laiklik ilkesinin korunması ve halifeliğinin istenemeyeceği (md 86), din ve
dince kutsal sayılan şeyleri istismar yasağı (md 87), dini gösteri yasağı (md
88) ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yerinin korunması (md 89) konusunda
yasaklamalar açıklanmıştır. SPY’ndaki hükümler, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin son
fıkrasından hareketle, Anayasa’daki esaslar çerçevesinde düzenlenmiştir. c- Anayasa’nın 90/son maddesi çerçevesinde siyasi
partiler hakkındaki kapatma yaptırımında uluslararası sözleşmelerin
gözetilmesi; Anayasa’nın 90 ncı maddesinin son fıkrasında, “yöntemince yürürlüğe konulmuş temel hak
ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda
farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, uluslararası
antlaşma hükümleri esas alınır” denilmektedir. 1982 Anayasası’nın nitelemesine göre, Anayasa’nın 12
nci ila 74 ncü maddeleri arasında yer alan hakların hepsi “temel hak ve
özgürlüklerden” olup, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddelerinde siyasi haklar
kapsamında düzenlenen siyasi partiler de, temel hak ve özgürlükler kapsamında
korunma görmektedir. Aynı şekilde temel hak ve özgürlüklerin bir bölümünü
konu alan İHAS yönünden, siyasi partiler İHAM’ın yorumlarıyla bu sözleşmenin
11 nci maddesi kapsamında temel hak ve özgürlükler içerisinde kabul
edilmiştir. Yine siyasi partiler BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin
22 nci maddesi kapsamında da koruma görmektedir. Bu bağlamda SPY’nın anılan sözleşmeler gözetilerek ve
Anayasa’nın da bu doğrultuda yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma
yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir. d- Siyasi parti kapatma davalarının ve kapatma
yaptırımının hukuksal niteliği; Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrası ile,
SPY’nın 98 nci maddesine göre, siyasi parti kapatılması davaları Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı’nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin
olarak karara bağlanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkındaki Yasa’nın 33 ncü maddesine göre de, açılan bu davalar Ceza
Muhakemesi Yasası hükümleri uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde incelenerek
kesin olarak karara bağlanmaktadır. Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi Yasası
hükümlerinin uygulanması demek, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın da
ceza hukuku kapsamında bir ceza olduğu anlamında değildir. Aksine, siyasi
parti kapatma davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte bir dava
türü olduğundan, bu davalarda uygulanacak usul kurallarının açıklanması
gereği duyulmuş ve maddi gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin
lehinde olarak bu davalarda Ceza Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı
belirtilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararı).
Bu düşünceden hareketle, siyasi parti kapatma davasına yönelik iddianame düzenlenmesinden
önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hangi yetkileri kullanarak dava
açabileceği de özel olarak SPY’nın 98 nci maddesinde gösterilmiştir. Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi
hukuku anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza
hukuku kapsamında suç olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Anayasa’nın 69
ncu maddesinin altıncı fıkrası ile SPY’nın 101 ve 103 ncü maddesindeki
düzenlemelere göre, kapatmaya konu eylemlerin “sadece işlenmiş” olması
yeterli olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu
nedenle kapatmaya konu eylemler hakkında açılmış ve mahkümiyetle sonuçlanmış
davaların bulunmaması sonuca etkili değildir. Ancak kapatmaya konu edilen
eylem hakkında açılmış ve mahkümiyetle sonuçlanmış bir davanın bulunması
demek, bu eylemin işlendiğinin kesin olarak kanıtlanması anlamındadır ki,
Anayasa Mahkemesi böyle bir durumda anılan eylemin işlenmiş olup olmadığını
araştırmayacaktır. Yine, kapatma davasına konu edilen eylem hakkında açılan
ceza davasında, bu eylemin “işlenmediğinden bahisle” beraat kararı verilmiş
ve bu karar da kesinleşmiş ise, Anayasa Mahkemesi atılı eylemin işlenmiş olup
olmadığını değerlendirmeyecek, kesinleşen ceza mahkemesi kararına göre işlem
yapacaktır. Siyasi parti kapatma davaları kendine özgü bir dava
türü olduğu gibi, uygulanan “kapatma yaptırımı da” ceza hukuku anlamında bir
“ceza” değildir. Kapatma yaptırımı hem Anayasa’da hem de SPY’nda gösterilmiş
olup; - bu yaptırımın ceza niteliğinde olmaması, - kapatma yaptırımına konu eylemlerin (gerçek
kişilerin söz konusu olabilecek sorumluluğu saklı kalmak kaydıyla) siyasi
parti tüzel kişiliğinin ceza hukuku yönünden işlediği bir suç sayılmaması, - ayrıca normlar hiyerarşisi yönünden de bu dava ve
yaptırımın Anayasa’da düzenlenmiş olması karşısında, 5237 sayılı Türk Ceza Yasası’nın 5 nci
maddesinin (11.5.2005 gün ve 5349 sayılı Yasa’nın geçici 1 nci maddesinden
hareketle) 2006 yılı sonrasında dahi siyasi parti kapatma davaları yönünden
uygulanma yeri bulunmamaktadır. e- Kapatma yaptırımına konu eylemler ve siyasi
partiye isnat edilebilirliği; Bir siyasi partinin, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmesi ve bu nedenle
kapatılabilmesi için, bu eylemlerin, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı
fıkrası ve SPY’nın 103 ncü maddesine göre; - Bu eylemlerin, o partinin üyelerince yoğun bir
biçimde işlenmesi ve bu durumun da, o partinin büyük kongre veya genel başkan
veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet
Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça
benimsenmesi, - Veya bu eylemlerin, doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi gerekmektedir. Bir siyasi partinin kapatılmasını gerektiren
eylemlerin, ceza hukuku kapsamında mutlaka suç olarak düzenlenmesi ve bu
konudaki davaların da mahkumiyetle sonuçlanması gerekmemektedir. Ancak eylem
aynı zamanda ceza hukuku kapsamında suç olarak düzenlenmiş ise, bu konuda
ceza mahkemesindeki davaların sonuçlanmasını beklemeye gerek bulunmamaktadır.
Ceza mahkemesinde sonuçlanarak kesinleşen davalarda verilen kararlar ise,
sadece eylemin kesin olarak işlenmemiş olduğu veya işlenmiş olduğu yönündeki
tesbitler yönünden bağlayıcıdır. Siyasi partiler, demokratik bir rejimde en çok hak ve
özgürlüğe sahip olması gereken örgütlerdir. Bu durum siyasi partiler için
daha geniş bir faaliyet alanını ortaya çıkarmaktadır. Geniş faaliyet alanının
bulunması demek ise, siyasi partilerin eylemleri için farklı bir
değerlendirme yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Siyasi partinin geniş hareket sahasının bulunması,
ona isnat edilen eylem aynı zamanda suç teşkil ediyorsa, toplum ve hukuk
düzeni yönünden kınanan bu davranışın, siyasi parti yönünden kınanmayarak
hukuka uygun değerlendirilmesini gerektirmez. Ancak toplum ve hukuk düzeni
tarafından açıkça kınanmayan ve suç olarak düzenlenmeyen davranış ve
eylemlerin, çok daha fazla hak ve özgürlüklere sahip olan siyasi partiler yönünden
kapatma davasına konu edilebilmesi, çok özel ve sınırlı durumlarda söz
konusudur ki, bunlar da Anayasa’nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasına ve
İHAS’ın 11 nci maddesinin ikinci fıkrasına uygun nitelikte, yoğunluk ve
kararlılıkla işlenen eylemlerdir. Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem, bu
eylemin bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak yoluyla
işlenmesi durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçları
gözetildiğinde, siyasi parti için yasaklama gerektirebilir. Eylemin suç
olarak düzenlenmemesi, o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması sonucunu da doğurmaz. Kaldı ki Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü
fıkrasına dayanan ve bu fıkrayı açıklayarak siyasi partiler hakkındaki
yasaklamaları sıralayan SPY’nın 78 nci ila 89 ncu maddeleri arasındaki
düzenlemelere aykırılık, SPY’nın 117 nci maddesinde suç olarak ta
öngörülmüştür. Siyasi partiye isnat edilen eylem hakkında, ceza davasının
veya soruşturmasının açılmamış veya dokunulmazlık gibi yasal engeller
nedeniyle açılamamış olması da, sonuca etkili değildir. Kapatma davasına konu edilen eylemlerin işlendiği
tarihlerin bir önemi bulunmamaktadır. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre
geçse de, zamana yayılan bu eylemlere odaklık boyutunda bir bütünü
oluşturmaları yönünden iddianamede dayanılması olasıdır. İHAS irdelenirken, siyasi parti kapatma yaptırımı ile
ilgili olarak eylemlerin niteliği ve isnat edilebilirliği konusunda açıklanan
durumlar, burada da geçerlidir. Siyasi partini genel merkez organlarının (SPY md 13),
il ve ilçe teşkilatlarının (SPY md 19,20), TBMM grup genel kurulu ve grup
yönetim kurulunun (SPY md 24, 25), parti üyelerinin (SPY md 12) eylemleri;
eğer o siyasi partinin, yasa, anayasa ve İHAS tarafından korunmayan,
hedeflediği amaç veya siyasi projeyi gerçekleştirmek, kolaylaştırmak, altyapı
hazırlamak veya bunları ifadeye yönelik ise, kapatma davasında siyasi partiye
isnat edilebilecektir. Bu noktada şunu da belirtmek gerekmektedir ki, partiyi
temsil eden organlarca gerçekleştirilen eylem veya söylemlerin, partinin
değil bu kişilerin kendi kişisel görüşleri olduğu açıklanmadıkça ve siyasi
parti tarafından da açıkça reddedilmedikçe, bu söylem ve eylemler de partiye
isnat edilebilecektir. Ancak, siyasi partiyi sorumluluktan kurtarmak adına,
siyasi partinin amaç ve hedefleriyle örtüşen eylem ve söylemlerin, kendi
kişisel görüşleri olduğunun açıklanması da, kuşkusuz siyasi partiyi sorumluluktan
kurtarmayacaktır. Bir siyasi parti üyesi olup, yerel yönetimlerde görev
alanların eylemleri de, o siyasi partinin hedeflediği siyasi projeyi
gerçekleştirmek veya ifade etmek amacına yönelikse, siyasi partiye isnat
edilebileceği hususunda kuşku bulunmamaktadır. III- DAVA KONUSU EYLEMLER: A- DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ’NİN KURULUŞU AŞAMASINDA
ORTAYA ÇIKAN EYLEMLER: Bilindiği gibi terör örgütü olduğu uluslararası
alanda da kabul gören PKK (KONGRA GEL-KADEK-KKK)’nın kurucusu ve elebaşı olan
Abdullah ÖCALAN yurt dışında yakalanıp getirilerek yargılanmış ve mahkum
olduğu cezası halen İmralı cezaevinde infaz edilmektedir. Tüm diğer mahkumlar
gibi yasal olarak avukatları ve ailesi ile görüşmesine imkan tanınmıştır.
Ancak avukatları tarafından söz konusu görüşmelere ait diyaloglar daha sonra
yazılı olarak örgütün güdümündeki yayın organlarında yayınlanmış, böylece
terörist örgüt liderinin yandaşlarına ve örgütüne talimat vermesine olanak
sağlanmıştır. Nitekim yasal bir hakkın kötüye kullanımı olarak kabul
edilebilecek şekildeki bu iletişimi sağlayan avukatları hakkında ilgili
mercilerce zaman zaman yasal işlem yapılma yoluna gidilmek zorunda
kalınmıştır. Ancak “AVUKAT GÖRÜŞMELERİ” veya “GÖRÜŞME NOTLARI” adı
altında teröristbaşının talimatları örgüte yakın çeşitli gazete ve dergilerin
yanı sıra çok sayıda değişik internet sitesinde de (ROJACİVAN, RİZGARİ,
VELATPEREZ, NASNAME gibi) yayınlanarak talimatların ilgililere ulaşması
sağlanmıştır. Söz konusu yazıların incelenmesinde özellikle
Demokratik Toplum Partisi (DTP) ile ilgili ilginç bilgilere ulaşılabilmektedir. Örneğin 5.5.2004 tarihli görüşmede elebaşı “Evet. Yeni bir parti gerekiyor. İsmi Demokratik
Toplum Partisi olabilir. Ama tabandan gelecek. Özgür Parti kendini fesheder.
Diğeri zaten kapatılma durumu var. Bu temelde tartışmalar yürütsünler. Daha
sonra bunları daha detaylı açarız. Kongre öncesi tartışmaları yürütsünler.
Geniş katılımlı delegeler oluşturulur. Bu delegeler kurucular kurulunu seçer.
Yeni partinin programını savunmamdan olduğu gibi uyarlayabilirler.” Şeklinde
bir beyanda bulunmuştur. Bilindiği gibi bu tarihte hakkında daha önce
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrasında “Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü” ilkesini koruma altına alan Anayasa’nın 68 nci
maddesinin 4 ncü maddesine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle
Cumhuriyet Başsavcılığımız tarafında hakkında kapatılması istemiyle Anayasa
Mahkemesine dava açılmış bulunan Demokratik Halk Partisi (DEHAP) faaliyette
idi. Teröristbaşı ilk kez bu görüşmesinde yeni bir parti kurulması talimatını
vermekle kalmayıp kurulacak partinin ismini dahi talimatlarının arasına
almıştır. Partinin ismini vermekten başka elebaşı sonraki
görüşmelerinde de hem yeni kurulacak parti ile ilgili (DTP) hem de o tarihte
faaliyette olan (DEHAP) ile ilgili talimatlarına devam etmiş; 12.5.2004 tarihinde “Avrupa’daki Kürtler, Kongre bittikten sonra kendi
kongrelerini yapsınlar. Kendi kurumlarına yöneticilerini kendileri seçsinler.
Temsil heyetini kendileri seçecek. Suriye ve İran’daki Kürtler için de benzer
süreçler yaşanabilir. Yeni parti her bölge de toplantılar yapılarak ilan
edilir. DEHAP ve Özgür parti de yeni parti içinde yer alır. Ahmet Türk, Murat
Bozlak, bunlara benzer elli altmış kişi, Karayalçın’la çatı örgütü üzerinde
konuşabilirler. İleride seçime çatı örgütü ile mi ya da nasıl girileceği
netleştirilir. Ama ayrı örgütümüz olacak. Yapı örgütlenecek. Böyle olursa yüzde
on barajını aşarlar.” ……. “Avrupa’da ki Kürt halkı kendi yöneticilerini
kendileri seçecekler. Halk delegeleri seçecek, delegeler de temsilcilerini
seçecek. Roj TV, Özgür Politika’ya geçici olarak bakacak şahıs Remzi Kartal
olsun. Ben unuttum, bunu avukatlara söylemedim, bunu onlara aktar. Bundan
sonraki süreçte buradaki basın ve Kürt Enstitüsü, demokratik kurumlar kendi
başkanlarını, yöneticilerini kendileri seçecekler. Demokrasi budur. Bir
kurumun içerisinde demokrasi olmazsa o kurum işlemez. Yeni partinin
oluşmasında benim savunmamdan yararlanılabilir. Çok güzel bir cevap olabilir.
Bundan sonra halk delegeleri kendisi seçecek. O delegeler de il yönetimini ve
parti meclisini seçecekler. Seçim sonrası DEHAP’ta neler konuşuluyor? (DEHAP eksiklerimiz var diyor, ama seçim sonuçlarını
başarılı buluyorlar.) Altı buçuk, yedi civarındaki oy oranını dört, dört
buçuğa düşürmüşler. Bu nasıl başarı oluyor? DEHAP’taki eski yöneticiler,
onlar da delege olabilirler. Bu hayata geçirilirse, özgür parti de buna dahil
olur; yeni oluşum, demokratik toplum partisi kurulur. Herkesin de katkı
sunması gerekir.” …… “Cezaevinde olan ve cezaevinden çıkan arkadaşlarda
yeni parti oluşumuna katkı sunabilirler. Sabri ile görüşsünler, Sabri onlara
yöntemleri gösterir….” 19.05.2004 tarihinde Hukuki, siyasi temelde özel bazı görevlendirmelerim
de olacak. Birileri kurumları benim adıma ele geçirmiş. Ne yaptıkları belli
değil. Bazı sahtekarlar var. Benim adıma kurumlarda sahtekarlık yapılıyor.
Kurumlarımızı geri almamız gerekiyor. Bu yüzden kurumlar için sizleri
düşüneceğim. Savunmamı verdim. Ben kendimi savunuyorum. Siz de beni
savunacaksınız. Halk tutuyor beni görüyorsunuz. Halkın bana bağlı olduğunu siz de söylüyorsunuz. Eğer
halk önderiysem, Halk istiyorsa ben de bundan vazgeçemem. Bunun gereğini
yapmam gerekir. İsterlerse başka bir liderlik çıkarsınlar. PKK içinde de
çıkabilir. Osman’dan Cuma’ya kadar yapabiliyorlarsa yapsınlar. O kararlı
duruşu, önderlik vasıflarını gösterebiliyorlarsa yapsınlar. Kendim de buna
ihtiyaç duyuyorum. Liderlik kurumu önemlidir. Bu halka kimse önderlik
yapmadığı için bu yük omuzuma yüklenmiş. Kimse bu halka sosyal, siyasal,
kültürel önderlik yapmadığı için ben yapmak zorunda kaldım. Halk da istiyorsa
eğer, ben bundan kaçamam. Gücüm kabiliyetim ölçüsünde yapmaya çalışıyorum.
Çocuk da değilim, yaşım 56 da olmuş. Olgunlaştım. Herkes buna saygı
gösterecek. Saygılıysanız gereğini yaparsınız. Siz de kudretli bir biçimde
gereklerini adam gibi yapacaksınız. Sizi ben onurlu Kürt yurtsever olarak
değerlendirmiştim. Bunları yapmazsanız onursuz olursunuz. Halkın hukukunu
değerlerini savunacaksınız. Aydınlar, PKK, herkes bunu anlayacak. Açlıkla
boğuşan yoksul halkımızın bin bir emekle kurduğu kurumlar var. Radyo var, TV
var, gazeteler var. Kim beni burada engelleyebilir. Hangi alçak oralarda
benim sesimi kısabiliyor. Halk için irade beyan edeceksiniz. İstediğin kadar
konuş istediğin kadar yaz. Engelleyen terbiyesiz adam kimdir. Devlet bile bu
aşağılık duruma düşmedi. Devlet ile rakibiz. Birbirimizle gırtlak gırtlağa
mücadele ediyoruz. Takip ettim devlet bile bana bunu uygulamadı. Bunun
hesabını herkes verecek. Herkes özeleştirisini verecek. Başka yolu yok.
Rıza’dan Abbas’a, Cuma’ya kadar herkes hesabını verecek. Bu bir komplodur.
Komplo içinde komplodur bu. Yunan komplosundan daha beter. Çünkü bu komplo
içimizde. Bu komplonun açığa çıkartılması gerekir. Bu çok önemlidir.
Özeleştirilerini herkes bu temelde doğru dürüst verecek. Kimse bundan
kaçamaz. Neden özeleştiri sağlam biçimde verilmiyor. Binlerce halkın çocuğu
dağda vuruldu, binlercesi yirmi yıldır hapislerde çürüyor. Siz gidip
soracaksınız onlara. Gidip gırtlaklarına basacaksınız onların. Sorun bunun
hesabını. Halk sana evladını veriyor. Soruşturmadaki yetkili de demişti.
Sizinkiler doğru dürüst savaşmasını bile bilmiyorlar diye. Benim adıma
savaşacaksan doğru dürüst savaşacaksın. Benim adıma böyle savaş olur mu?
Madem savaştıramıyorsun neden eline silahı veriyorsun. Bu ne kıvraklık. Sonra
da lider geçiniyorlar. Bilmem ne yapıyorlar, madem savaşamıyorsun madem
demokrasi ve hukuktan anlamıyorsun o zaman ne hakla radyo, TV’yi ele
geçiriyorsun. Kurumları ele geçirmişler. Namussuzluktur bu. Halka
gidecektiniz. Bunu anlatacaktınız. Gençlere gidip, Apo’nun selamları var
diyeceksiniz. Gidip halka yandaşlarımıza söyleyecektiniz. Kurumlarınızı geri
alın diyecektiniz. Halk kurumlarını ele geçirecek. Biz bu kadar acıyı onların koltuk menfaatleri için mi
çektik. İktidar olacaklarmış, milletvekili, BELEDİYE başkanları olacaklarmış.
Siz de hiç vicdan yok mu? İnsanlık bunu kabul eder mi? Bana saygısı olmayan
benim adıma nasıl siyaset yapar. Bunun anlamı Apo ben senin ananı bilmem ne
yapıyorum demektir. Biz bu kadar namussuz muyuz? Nasıl oluyor bu. Sizler
çocuk gibi yaklaşıyorsunuz. Bana Başkanım diyeceksiniz. Sonra da Benim burada
söylediğim en ufak şeyimin gereğini yerine getirmeyeceksiniz. Başkanın bu
kadar burada çile çekecek sen bilmem ne yapacaksın. Onları Suriye’den beri besliyorum. Aslında ben onlara
üzülmüyorum. Kendime üzülüyorum. Yirmi yıl onları besledim, büyüttüm. Benim
adıma kan dökeceksin, Avrupa’da vergi toplayacaksın. Sonra da Başkan köşede
kalsın biz kabul etmeyeceğiz diyeceksin. Bu bir komplodur. Bu komployu
kimlerle, kimin adına yaptılar. Devletler mi vardı işin içinde. Halkı
arkanıza alıp müdahale edecektiniz. Siz bunları söylediğinizde yanınıza az mı
insan gelir. Benim adıma uygulamaya geçireceksiniz söylediklerimi. Bunun
yolları var. Bu konuda her hafta bana rapor vereceksiniz. Politik ve zeki
olacaksınız. Devlet bile beni engellemiyor. Savunma hakkı kutsaldır. Burada
kendimi savunuyorum. Burada beni savunmanız gerekirdi. Savunmanın ne demek
olduğunu siz iyi bilirsiniz. Beni kullanmak istediler. Bunu nasıl yaptılar.
Devlet bile karışmıyor. Bunların yaptığı tecrit içinde tecrittir. Beni burada
imha etmek istediler. Hangi güç yaptırıyor bunu? Bu kalleşliktir. Hakim bile
savunmaya izin veriyor. Biz burada halkı savunmaya çalışıyoruz. Bunu bile
engelliyorlar. Nasıl oluyor bunlar. (sizi sadece manevi ve ruhani bir önder olarak ele
alıyorlar) Ruhani lider olarak mı görüyorlar. Humeyni de ruhani
liderdi. Hz. Muhammet de manevi liderdi. Ama onlara hala kimse saygısızlık
yapmıyor. Ruhani lidere böyle saygısızlık yapılır mı? TV’de söylediler mi
bunu? Niye söylemiyorlar açık açık. Eğer yürekleri varsa açık açık bunu halkın
önüne çıkıp söylerler. Çıksınlar açık açık Apo’yu istemiyoruz desinler.
Ruhani lidermiş. Ne demek bu. Nasıl oluyor bunlar. Bunların hepsi lümpen,
serseri. Bunların eline silah verilemez. Bunlar komutanlık yapamazlar. Hiç
beğenmedikleri Devlet bile yüz kat onlardan daha ciddi. PKK adına kimse böyle
yapamaz. Bu yapılan canavarlıktır. Bana karşı bunu yapan her şeyi yapabilir.
Bunlar beni örgütten de atabilirler. Apo’yu örgütten atabilirsiniz. Ama bunu
açık yapın. TV, Radyoyu ele geçirmişler zaten. Madem beni örgütten atacaklar
açık olarak çıkıp söylesinler. Halk adına siyaset yapıyorum. Halka karşı
sorumlu olmazsa insan, burada iki gün dayanamaz intihar eder. Nasıl
yapabiliyorsunuz bunu. Halkın parasını kullanıyorsunuz, önderliğini
kullanıyorsunuz. Komplocu bunlar. Böyle olmaz. Siyaset böyle yapılmaz.
Siyaset açık yapılır. Bizim siyasetimiz sosyalisttir, demokrattır. Son
nefesime kadar halkımı savunacağım. Gidip el koyacaktınız. Siz benim savunma
avukatlarımsınız. Onların etkisine girmişseniz avukatlığımı bırakacaktınız.
Hem avukatım olup hem beni savunmayacaksanız olmaz böyle. Yoksa bu tarihi
vebal üzerinize kalır. Dediklerimi uyguladım diyebilmelisiniz. Halk beni
liderlikten atabilir. Halk seni atmış dersiniz. Ben de bir köşede sessiz
sakin dururum. Sabrederim. Ama işte görüyorsunuz öyle bir durum yok. Halk
bana bağlı. Bunlar kim oluyorlar. Halk her gün Biji Başkan diyor. Sen
liderlik yapamazsın. Halkı kandırıp bir de halk adına liderlik yapmaya
çalışıyorlar. Bir de özeleştiriye gelmeyeceksin. Aslında ben kendime
üzülüyorum. Bunca yıl bunları niye besledim. Birazdan size iki ilke
söyleyeceğim buna ilişkin. Gidip oraya özeleştiriyi doğru uygulatacaksınız
onlara. Siz uygulatacaksınız. Neden gitmediniz? Devletle olan meselemi bir
tarafa bırakıp bundan sonra bunlarla uğraşacağım. Bu kadar ucuz
konuşamazsınız diyeceksiniz. Gidip onlara söyleyeceksiniz yirmi dört saat
doktorlar geliyorlar. Apo’nun sağlığı yerindedir diyeceksiniz. Görüyorsunuz
sağlığım iyi. En değme psikologlar geliyorlar, inceliyorlar beni. İyisin
diyorlar. Bana delilik raporu verilmedi. Savunmalarım var. Halk Başkan diyor. Savaşçılar da
beni kabul ediyorsa, ki ediyor. O zaman bunlar hesabını verecekler. Varsa
birtakım çeteciler, bunlar hesabını verecek. Halkı bunlar aldatamaz. Tutarlı
bir özeleştiri verecekler. İlk defa bu topraklarda biz demokratlığın sesini
gür çıkaracağız. Gidin onlara deyin, Sizi onurlu demokratlar olarak görmek
istiyorum. Bu süreçte tek yiğitlik yapan namuslu ses Leyla oldu. Sizin
yaşınızda çocukları var. Sizinle ilgili şeyi de var. (Görev alması için ısrarcı olduk) Görev almayabilir de. Ama siyasi mücadele yap
diyorum. Legal demokratik alanda sözcülüğümüzü yapsın diyorum. Onu
kullanabilirler. Ben kendimi kullandırtmam. Remzi oraya geçti mi? (Teyit etmek istiyorlar) Ne demek. Remzi derhal Televizyonun başına geçecek.
Özgür politika için de dürüst bağlı biri gerekiyor. Bu konuda öneriniz var
mı? (Gazeteyi de Remzi yapabilir ) Yok. Özgür politikanın başına Remzi, uygun bulduğu
birini düşünsün. Önerisini bana getirirsiniz. Buradaki gazeteyi de düzenlemek
lazım. Buradaki gazeteyi attım. Kim olabilir? Pınar Selek olabilir mi? (olabilir) kafası çalışan bir kadın. Pınar buradaki gazetenin
genel yayın koordinatörü olsun. Kendi ekibini oluştursun. Halkların kutsal
demokrasisi için, kendi dedesinin demokrat geleneğini sürdürsün. Pınar’ın
kitabını inceledim, işlediği tezlerin demokratik özüne göre hareket etsin.
Kitabındaki tezleri uygulamazsa sahtekardır derim. Siz de yanında
olacaksınız. Yardımcı olacaksınız. Demokratik çizgi başarıya ulaşıncaya kadar
denetlersiniz. Başka hangi dost kurumlar var. Tam çizgi oturtuluncaya kadar
bu çalışmalarda destek olmalısınız. Biriniz Enstitü için görev alabilirsiniz.
Tam çizgi oturuncaya kadar kendi aranızdan birini enstitü için
görevlendirebilirsiniz. Bunlar hep hukuka göre, demokrasi üzerine bina
ediyoruz. Hukukun gereklerini söylüyorum. Devlet de engellemez. Savunmalarım
eksenindedir. Demokratik hukuk devleti çerçevesindedir. Dernek ve okullarımız
var. Onlarla ilgilenmemiz gerekiyor. Gençlere haber vereceksiniz. selamımı
ileteceksiniz. Demokratik hukuk çerçevesinde kurumlarımıza sahip çıkmamız
gerekiyor. Pratik tedbir alın hemen. Dediklerimi derhal uygulayın. Bana haber
getirin. Beni onurlu temsil edeceğinize dair söz veriyor musunuz? (Evet söz veriyoruz) O zaman sorun yok. Buna uygun davranacaksınız.
Demokratik Toplum Partisinin geliştirilmesinde (bir avukat arkadaşımızın
ismini söyleyerek) olabilir mi? (olabilir) O zaman (görevlendirilen avukat) benim sözcüm olacak.
Kitle çalışmaları ile tabandan hareket edecek. Sen de benim vasimsin,
yaptığım tüm görevlendirmelerde onlara yardımcı olacaksın. (Partinin çalışmaları için görevlendirilen arkadaş)
yanına birçok genci alsın, ekibini oluştursun. (Görevlendirilen avukat)
tabandan demokrasiyi geliştirecek. Hukuka ve demokrasiye uygun şekilde
yapacaksınız. Avrupa’daki insiyatifi de alacaksınız. Oradaki kurumları da
düzenlemek lazım. Biriniz ya da ikiniz gidersiniz. Oradaki halk bize bağlıdır
diyorsunuz. Oradaki kurumları da demokratik ilkeler çerçevesinde yeniden
düzenlemek gerekiyor…..” 6.6.2004 tarihinde “….Başka haberler var mı? (Bazı sezdiğim ve bazı arkadaşlardan aldığım bilgiye
göre, sizin bu legal siyaset ile ilgili projenize DEHAP Genel Merkezinin bir
kısmının olumsuz baktığı söyleniyor.) Eğer benden katkı bekliyorlarsa benim katkım, projem
budur. Bundan sonra da bir katkı bekleniyorsa bu projemi devam ettireceğim.
Bak, Ceylanpınar’da 2000 oy farkı ile almışlar. Yani doğru bir proje olursa
yüzde on beşleri de alabilirler. Bu arkadaşlar ne demek istiyorlar? Onların
kazanması için biz katkı sunuyoruz. Büyük bir parti olması için demokratik
bir güç. Zaten partinin ismini de söylemiştim. Avukat arkadaşlar bu projede
köprü görevini yapacaklar. Avukatların bu projeye güçleri yeter mi yetmez mi?
(Orada ekip olarak arkadaşlar azlar. Kendilerine
avukat olarak yeni güç katmaları gerekiyor.) …” 21.7.2004 tarihinde “….Türkiye’de Demokratik Toplum Partisi gelişecek.
Sizden ricam gerçek bir demokrasi hareketi oluşturun. Türkiye’deki yurtsever,
demokrat çevreler var, onlarla birlikte ortak örgütlenme de olabilir. (Ortak
örgütlenmenin denendiği, ancak bu koşullarda gerçekleşme şansının olmadığı
söyleniyor. Daha çok Kürt orijinli parti gerekliliği olduğu söyleniyor.) Kürt orijinli, Kürt ağırlık olabilir ama demokrat
Türk arkadaşlar da yer alabilir, esneklik payı bırakıyorum. (Bu çerçevede bazı görüşmeler yaptık, DEHAP
merkezindeki arkadaşlarda hak edilmeyen ağır eleştiri alındığına dair genel
bir algılama var, bu nedenle görev almada genel bir isteksizlik olduğunu
gözledik. Cezaevinden son çıkanlarla görüştük, onlarda da yine siyasi yasaklı
oldukları gerekçesiyle görev alamayacaklarını söylüyorlar. Bizce siyasi yasak
konusu hukuken tartışmalı bir konu. Ayrıca görev almama eğiliminde
olduklarını gözlemledik.) DEHAP’lılar beni yanlış anlıyorlar. Emekleri var ama
yetmedi. Ben genel bakıyorum, tıkanıklık var, aşılması gerekiyor. Cezaevinden
son çıkanlar da bu çalışmada yer almalılar. (Cezaevinden son çıkanlara yönelik özel bir mesajınız
var mı?) Mesajım bellidir. Bu yeniden inşa şeyine katılacaklar
ve bu hareket gümbür gümbür gelişecek. Herkes dört elle sarılmalı. (Demokratik siyaset alanında iki farklı yapıdan söz
ediliyor. Grup veya anlayış olarak ifade edebiliriz. Birisi Murat Bozlak ve
bazı eski BELEDİYE başkanlarından oluşan bir çevre, diğeri de mevcut DEHAP
yöneticileri. Her iki eğilim de birbirleriyle çalışamayacaklarını
söylüyorlar.) Anlaşılıyor, taraf, grup şeylerini aşmak lazım.
Herkes görev almalı. Çizgi belli. Bize bağlı olan binlerce genç var,
cezaevinden çıkanlar var, kadınlar var. Herkes hızla görev almalı. Bu
çerçevede Murat Bozlak’larla görüşürsünüz. Çizgi çerçevesinde katılanlar
katılır, gelenler gelir, uzatılmasın. Sizler de benim adıma hareket
edersiniz. Savunmalarımdan demokratik bir program çıkartırsınız. Tüzük vb.
hazırlıkları yaparak bir an önce bu hareketi başlatmalısınız. Tabandan kitle
bağı olanlarla çalışın, onları getirin. Demokratik Toplum Partisi İnşa
Koordinasyonu kurulur, bağlı olanlar, kitle temeli olan ilişkilerle bu
geliştirilir. 50-60 kişilik kurucular kurulu bölgeler temelinde kurulur,
oluşturulur. (Daha önce üç bin veya beş bin sayıda bir delege
oluşturulmasından bahsetmiştiniz.) Biçime takılmayın, pratikleşmeyi tartışın, esnek
bırakıyorum. Önemli olan halka dayalı olarak gelişmesidir. Özü budur, biçimi
tartışın ve siz karar verin. Sizler bu çalışmaları yapar gelirsiniz,
tartışırız…” 28.7.2004 tarihinde “….Başka ne var? (Bölgede birçok panel yaptık. Halkın yoğun selamları
var.) Paneller demokratik toplum partisi ile mi ilgili? (Hayır, daha çok özgür yurttaş hareketi ile ilgili.) Şimdi toplumcu demokratik harekete geleceğim. HEP,
DEP ve HADEP’ten gelenlerin ve DEHAP’lıların demokratlıkla ilişkileri varsa,
politik iddiaları varsa, bu çalışmaya katılırlar, katkı sunarlar. Eğer
bunları yapmayacaksa gençlere çağrı yapacağım, onlara bu görevi vereceğim.
Savunmamda ideolojik zemin güçlü verildi. Buna paradigma dedik; ! köklü
düşünce sistemidir. Düşünce gücü olmayanların eylem gücü olmaz. ……. Cezaevinden son çıkanların pozisyonu nasıl? Toplumcu
demokratik harekete katkı sunmaları gerekiyor. Kavramaları gerekir.
Savunmalarımdan yararlanmaları gerekir. HEP’ten, DEP’e ve HADEP’e kadar,
Ahmet Türk’ten Tuncer’e kadar toplumcu demokratik hareket içinde yer
almalılar. Siz de bu harekete katkı sunarsınız. Yoksa tarihi vebal altında
kalırsınız. Paneller seminerler devam etmeli. Edirne’den Hakkari’ye kadar
çalışma yürütmeliler. Az önce söylediğim öze sahip olurlar. Şimdi hareket
olarak gelişir, önümüzdeki aylarda da partileşirler. Kuruculara her kesimden
katılım olur. Mesajlarımı doğru aktarmalısınız…” 11.8.2004 tarihinde “…Hızla önemli noktaları aktarın. (Temel gündem maddelerimiz şöyle; yeni oluşuma
ilişkin tartışma ve çalışmalardan bahsetmek istiyoruz. Bu kapsamda Dehap’ın
durumu, BELEDİYEler ve Cezaevinden son çıkanların durumuna ilişkin ayrıntılı
bazı bilgiler vermek istiyoruz. Ayrıca Rıza ve Karasu’nun bilgilendirme
notları var. Büroya ilişkin özeleştiri toplantısı yapıldı, sonuçlarını
aktarmak istiyoruz) En önemli gündem maddeleri bunlar mı? Hızla
aktarabilirsiniz ama ben 15 Ağustos mesajımı devam ettirmek istiyorum. Onu
tamamlamam gerekir. Peki o zaman hızla aktarın. (Yaptığımız görüşmelerde şöyle bir tablo çıkıyor.
Genel olarak bir siyasal boşluğun varlığından söz ediliyor. Dehap’ın belirsiz
bir durumu var. Yasal olarak kongrelerini yapmak zorundalar, İllerde de atama
çalışmaları yapıyorlar. Ancak şöyle bir kaygıları var; bir taraftan yeni
parti çalışması var. Atama ve kongre çalışmalarının yeni çalışmaya bir direnç
olarak algılanmasından kaygılanıyorlar. Ayrıca BELEDİYEler konusu
belirsizliğini koruyor. BELEDİYElerin Dehap’a geçmesi kararlaştırılmıştı
ancak bunun size sunulmadan da, uygulamak istemiyorlar) DEHAP’in kapatılma durumu var zaten. Sanırım
kapatılma ihtimali yüksek. (Dava son aşamasına geldi. Kapatılacağına yönelik
yaygın kanaat var) Kapatılma durumu konuşuluyorken kongresini yapması
gerekli midir? (Yasal zorunluluk var) O zaman sekli bir kongre yaparlar. BELEDİYEler de
şimdilik böyle kalabilirler. (Cezaevinden son çıkan arkadaşlarla görüşmelerimiz
oldu. Öncelikle siyasi yasaklı olduklarını düşünüyorlar. Bu konuda daha
önceki aktarımımızın doğru olmadığını belirttiler. Bunu da düzeltmek
istiyoruz) Gazetede okudum, kurucu olabilecekleri belirtiliyordu.
(Uzman hukukçularla görüştüklerini, kendileriyle
ilgili siyasi yasak konusunun net olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle yeni parti
çalışmasında yer alamayacaklarını belirtiyorlar. Ayrıca kendilerine ilişkin
olarak diplomatik çalışmalar ve sivil toplum örgütleriyle görüşmelere dayalı
yoğun bir program yaptıklarını, Avrupa’ya yönelik olarak da ayrı bir programlarının
olduğunu belirtiyorlar. Cezaevinden yeni çıktıklarını, toplumu ve parti içi
sorunları da, diğer çevreleri de anlamak istediklerini, sorunları daha
yakından görmek istediklerini, bunun için de biraz zamana ihtiyaç
duyduklarını, bu çerçevede gündeme gelen yeni oluşumun yeterince
tartışılmadığını, bu yüzden erken başladığını da belirtiyorlar) Bu düşündükleri ile yeni oluşum birbirine paralel,
birbirini bütünleyen şeyler. Hepinizin anlama sorunu var. Burada önemli
şeyler söyledim, çerçeve çizdim, ama anlamamakta ısrar ediyorsunuz. Ben
öğretmeye çalıştım, yüzde yüz beni boşa çıkarıyorsunuz. Böyle olunca da halk
içinde bir umut olamıyorsunuz. Saygısızlık derecesine vardırdınız. Ama
sallana miting yapıyorsunuz, halkın karsısına çıkıyorsunuz; halk sizi bağrına
basıyor. Önderim diye ortaya çıkıyorsunuz, o zaman liderliğin gereklerini
yerine getireceksiniz. O zaman bu sorumluluğun gereklerini yapın. Bunu anlamamak
örümcek kafalılıktır. Tartışılmadığını söylüyorlar, o zaman tartışsınlar.
Engel mi var? Şaşırtıcı. Siz nasıl yaşıyorsunuz? Hepinize söylüyorum: Gidin
tartışın; eskilerle tartışın, yenilerle tartışın…” 15.9.2004 tarihinde “…Yeni oluşum çalışmalarına ilişkin bilgi vermek
istiyoruz. Çalışmalar belli bir olgunluğa ulaştı. Ama sonuçlandırmanın önünde
bazı sorunlar var. DEPli arkadaşlardan ikisi çalışmalara katıldılar. Diğer
iki arkadaşın ise çalışmaya ilişkin bazı kaygı ve eleştirilerinin olduğunu
belirtiyorlar. Bu çerçevede çalışmanın dar kaldığını, sonuç alıcı
olmayacağını, bu nedenle biraz zamana ihtiyaç duyduklarını, tartışmak
istediklerini ifade ediyorlar. Bize göre ise, bu aşamadan sonra daha fazla
gecikmenin bazı sakıncaları var.) Hatip katılıyorsa yeterlidir. Görüşün, fazla
uzatmasınlar. Çalışmayı başlatın. Fazla uzatmayın. Yerel konferanslardan
kongreye doğru gidersiniz. Demokratik katılımı esas almak gerekir. Demokratik
tarzda ve topluma dayalı olarak gelişmelidir. Leyla’dan mektup aldım. Ona cevabi
bir mektup yazdım. İdare birkaç gün içinde verileceğini söyledi. Orada da
belirttim. Demokratik Toplum Partisi, tüm Türkiye’nin partisi olur. Bu önemli
bir çalışmadır. Kürtler, Türkler, azınlıklar girebilir. Ama seksiyon tarzı
örgütlenme de olabilir. Bu Boockhin’de de var. Ege’de, Karadeniz’de ayrı
seksiyonlar olabilir. Demokratik toplum hareketi toplum odaklı, demokrasi
hedefli geliştirilir. Leyla’ları da çağırın. Size iletmemi istedi deyin. Onu
da davet ediyorum. İkisinin katılması iyi olmuş. Sanırım katkıları oluyor.
Hatip’i daha önce de söylemiştim. Sanırım çalışmak istiyor, ön planda
olabilir. Bu işler için Hatip uygundur. Leyla da yardımcısı olsun. Benim
savunmalarıma dayalı bir program gelişir. Daha sonra bu konuyu tekrar
değerlendiririz. Bu çizgiyi Özgür Politika ve diğer yayınlar iyi
vermeli. Bu gerçekler temelinde çizgilerini değiştirsinler. Bu çizgiyi hayata
geçirmeleri gerekiyor...” 29.9.2004 tarihinde “…Türkiye şeyine geliyorum. Daha önce yerelde
konferanslarla işe başlasınlar demiştim. Ama üç belge önereceğim onları
bitirdikten sonra konferanslara başlasınlar. Birincisi program taslağıdır.
İkincisi bundan daha uzun olur 150-200 sayfa kadar olur buda program
gerekçesidir. Üçüncüsü tüzük taslağı olur. Bunları hazırlayıp sonra yerelde
çalışmaları başlatsınlar. Bu belgeleri hazırlamada benim “Bir Halkı Savunmak”
adlı savunmamdan yararlansınlar. Tamamen kongre modelini esas alsınlar.
Hukuki ve yasal bir çalışma olacak. Bu konuda Bookchin’in “Kentsiz Kentleşme”
eserinden ve Kemal Derviş’in çalışmaları vardı bunlardan da
yararlanabilirler. Bu parti de eş başkanlık gibi bir kurum da olabilir. Bütün
Türkiye’ye yayılacak. Türkiyelileşecek bu parti. Özgür partinin kongresini
yapıp ismini Özgürlük ve Demokrasi Partisi olarak değiştirebilirler, bununla
devam edebilirler. Bu da bir seçenektir…” 20.10.2004 tarihinde “….Evet şimdi sizin demokratik çalışmanıza gelelim.
Program, tüzük çalışmalarına başladınız mı? (Hayır. Bu tartışmaları geniş
koordinasyon kurulu oluştuktan sonra başlatmanın daha doğru olacağını düşündük.)
Tabii, geniş koordinasyonla olmalı. Öncelikle bir program gerekçesi
hazırlanabilir. Savunmamda vardı. Savunmam size destektir. Yasaklanmaması da
bu açıdan önemlidir. İlgili bölümlerden yararlanabilirsiniz. Eş başkanlık modelini doğru buluyorum. Eş başkanlık için Pınar’ın koşulları uygun olsaydı,
olabilir miydi. Ona Türkiye’nin Behice Boran’ı olmaya hazır mısın dersiniz.
(Çalıştığı alanda bazı zorlanmalar yaşadığını, bazı sorunların olduğunu
belirtiyordu. Bunları aktarmamızı da istiyordu.) Zorlanıyor öyle mi?
Aktardıklarını haftaya alırım. Eş başkanlıkta Hatip’le birlikte Türkiyeli bir
kadın olabilir. Bağlar belediye başkanı da olabilir. Biri Çanakkale’den
diğeri Diyarbakır’dan. Güzel olur. İstiyorsa önerimdir. Hatip’e selamlarımı
söyleyin. Hatip bu gibi önerileri tartışsın…” 27.10.2004 tarihinde “…Yeni parti çalışmasına ilişkin bazı aktarımlarımız
olacak. Öncelikle Cuma günkü açıklamayı izleyebildiniz mi?) Bu proje tutacak. (Açıklamadan sonra bir toplantı yapıldı. Ahmet Türk
ve Murat Bozlak sizin özellikle geçen hafta eş başkanlık için önerdiğinizin
isimlere, yeni çalışmanın ve kendilerinin katılımının geleceği açısından
doğru bulmadıklarını, bu konuda öneri olarak isimleri halk belirleyecek
biçiminde bir düşünce belirtmenizin daha doğru olacağını ilettiler. Ayrıca
sadece geçen hafta değil, ondan önceki görüşmelerde de yeni çalışmanın
sorumluluğunu taşıyacak isim (Hatip Dicle) konusunda yaptığınız
değerlendirmenin de bu çerçevede değiştirilmesinin doğru olacağını
belirttiler.) İsim mühim değil. Bu parti tüm Türkiye’nin
partisidir. Eş başkanlık modelini bunun için önermiştim. Tamam, anlaşıldı.
Ben bütün isimleri geri çekiyorum. İsimleri halk seçecek. Herkes de buna
saygı duyacak. (Sizin geçmişte önerdiğiniz sorumlu ismin, görüşmeye
gelen bazı avukatların yönlendirmesi sonucu olduğunu düşünenler var) İsimleri geri aldım, ama ilkelerimde çok ciddiyim.
Asla vazgeçmem. Kimseye de zorla dayatmam. Madem sizi yönlendirici olarak
görüyorlar, işte aranızda Diyarbakır’dan gelen bir arkadaş var. O söylediklerime
tanıktır. Hem mektup gönderiyorlar, isim ve öneri istiyorlar, hem de isim
kabul etmiyoruz diyorlar. Tamam, kabul ediyorum, bundan sonra da hiçbir isim
önermeyeceğim. Ama hiç kimsenin ahbap çavuşlarını oraya doldurmasına da izin
vermem. Bana isim ve klik şeyini getirmesinler. Klikleri, grupçukları da
kabul etmem. İyi bir program, taslak çıkarılır. Demokratik Toplum
ismi de kullanılabilir. Kendi görüşümü de dokuz sayfalık mektup yazdım.
Yönetime dün verdim. Bilemiyorum, devlet doğru bulursa verir. Dördünün de
ismine yazdım. Siz de okuyun. Yerel konferanslar başlar. Alttan üste doğru
halk isteyecek, halk seçecek. Tabandan emekçiler yükselecek. Delegeler
belirlenecek. Kim demokratik çizgiyi özümser, benimserse yer alır. Tarihi bir
süreçtir. Kim seçilirse seçilir. Onlar da sonuçlarına saygılı olur, ben de
saygılı olurum. (Bazı arkadaşların, görüşme notlarının özellikle
isimlerin de yer aldığı bütün ayrıntısıyla yayınlanmasının- son haftada
görüldüğü gibi- çeşitli sorunlara yol açtığı, ayrıca sizi de dönem dönem zor
duruma düşürdüğü yönünde bir mesajları vardı. Bu konunun size aktarılarak
sizin bu konudaki görüşünüzün sorulmasını istiyorlardı) Bu konuda sorumlu olan sizlersiniz. Mesela bu hafta
üçünüz geldiniz, siz düzenlersiniz. Basına ayrı diğer yerlere de ayrı
düzenler gönderirsiniz. Beni kamuoyunda zor durumda bırakmayacak şeyler
yapın. Bu düzenlemelerden siz sorumlusunuz. (Görüşme notlarının bütünüyle olduğu gibi
yayınlandığından haberiniz var mıydı?) Hayır, haberim yoktu. (Bu konuyla Fuat arkadaş İlgileniyordu. Bu konuda
özen gösteriyordu. Görüşme notlarının tümüyle yayınlanmaması bazı sorunlara
yol açmıştı. Tecrit,sansür gibi...) Hayır, ben her yere ayrı mektup gönderin diyordum.
Basın açıklamalarını siz düzenleyin demiştim. Bu yöntem uygulanmazsa sorumlu
olan sizlersiniz. Beni kamuoyunda güç duruma düşürecek basın açıklamalarından
-bu görüşe üçünüz geldiğiniz için- bundan sonra siz sorumlusunuz. Sanırım bu
anlaşıldı…” 10.11.2004 tarihinde “…(Cezaevlerinde son yasal değişikliklerle 1500’e
yakın kişi çıkacak, bir kısmı oldu denebilir.) 1500 kişi mi çıkıyor? Önemlidir bunlar, demokratik
toplum hareketinin içinde yer alabilirler. Herkese selamlarımı söyleyin…” 2.12.2004 tarihinde “…(Diyarbakır’dan avukat arkadaş, “Yeni TCK ile
birlikte yaklaşık iki bin kişi cezaevinden çıktı. Bunlara ilişkin herhangi
bir proje yok. Ayrıca ana davadan çıkanlar resmen siyaset yapabilecekler,
yasal engel kalktı. Ancak size bağlı olan kadrolar tasfiye ediliyor, atıl
durumdalar” dedi.) İki bin civarında çıkan var. Hepsinin demokratik
toplum hareketine katılması gerekir. Bazılarının maddi sorunları var
sanıyorum. Buradaki partinin olanakları var, maddi destek sunabilir. Çıkanlar
bir araya gelmeliler. Demokratik toplum hareketinde yer almaları onların
boyun borcudur. DTH legal yasal bir harekettir. Yasal sorunları olmayanlar
resmen kuruluş sürecine de katılırlar. Yasal haklarıdır. Küçük hesaplara
girmeden, doğru çalışma ile yer almalılar. Onları görev almaya çağırıyorum.
Herkes çalışsın. Kim engelliyor, kim pratikleştirmiyor? Sözlerim ortada. Ben
toplumsal bir hareketin sorumlusuyum, vurun kırın demiyorum. Hak, adalet
bizden sorulur. Devlet engel olmuyor. Peki, bunları engelleyen kim? Bunları
bana getireceksiniz. Kendilerinin yaratıcı olması gerekiyor. Devletten
korkmanıza gerek yok, zaten engel de olmuyor. Yüzünüz ak, ortada büyük
fedakarlıklar var. Topluma borcumuz var; en büyük vatanseverlik, hak, adalet
bizden sorulur. DTH’ne katılmaya ekmek su kadar ihtiyaçları var. Kahramanca
direndiler, neden yetersiz kalıyorlar? Çalışmanın önünde bir engel yok, bizim
adımıza kim engel oluyor? (Bana göre hareketten kaynaklı.) Duymak istemediğim bu sözleri kimse bize söylemesin.
Ne diye böyle şikayet ediyorsunuz? Öfkeleniyorum. (Cezaevi çıkışlıların yaşadıkları sorunun harekette
yaşananlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum ve bu alana yansıması olarak
görüyorum. Ancak son süreçte bir toparlanma yaşanıyor. Cezaevi çıkışlılar bir
konferans da düzenlediler. Kararlaşma ve sürece daha aktif katılım kararları
var. Özeleştirisel bir yaklaşım da gösterildi.) ….. “… (DTH 14 kişiden oluşan koordinasyonla
çalışmalarını yerellerde konferans ve halk toplantıları ile başlatacak.
Aralık ayının 23’ünden itibaren bu toplantıların yapılması planlandı.) Daha önce belirttiğim üç belgeyi hazırladınız mı? (Hayır, yerel toplantılar sonrasında bu çalışmaların
başlatılması uygun görülüyor.) Tam tersine, bu belgeler çerçevesinde tartışmaları
geliştirmelisiniz. Program ilkelerine ilişkin maddeler söylemiştim. Bir Halkı
Savunmak kitabında da çerçeveyi verdim. Program gerekçesi olarak alınabilir.
Bu belgeler iki üç haftada hazırlanabilir. Taslaktır. Parti hareketine
aydınlar, geniş kesimler katılmalılar. Bu konuda Kentsiz Kentleşme, Toplumu
Yeniden Kurmak adlı kitaplardan da yararlanabilirsiniz. Bu iki kitabı okuyun.
Yararlanabilirsiniz. Benim temsil ettiğim dünya görüşü Wallerstein ve
Bookchin’in düşüncelerine yakındır. Yakınlıklarımız var, ancak onları da
aşıyor. Daha ilk savunmamda bunları dile getirdim. O zaman bu yazarları da
okumadan önce bunları söylemiştim. Bu bir okuldur. ….. Sordum, gönderildiğini söylüyorlar. Orada geniş
açmıştım. Neyse, özünü burada veriyorum. Verdiğim altı madde çerçevesinde
program gerekçesi açılarak yazılır. Tüzük taslağında eş başkanlık düzenlenir.
Eş başkanlığı bütün kurumlarda her düzeyde düşünsünler. Bütün alanlarda
uygulanabilir. Anlamlıdır, iyi bir ilkedir. Esnek bir partileşme olmalı, katı
merkeziyetçi olmamalı. Geniş bir parti meclisi, geniş başkanlık kurulu
oluşturulur. Başkanlık kurulu yarı yarıya ya da üçte bir kadın olur. Yarı
yarıya olabilir. Bir de komisyonlar oluşturulur. Sayısı 10–20 arası olabilir.
Komisyonlar başkanlığa bağlı çalışır. Başkanlar kurulu araştırma ve teorik
çalışmalar yürütür. Parti yürütme kurulu, yani icra kurulu oluşturulur. Bunlar
da pratik çalışmalar yapar. Sekreterliğe bağlıdır. Yürütme organına bağlı 20-30 kişiden oluşan bürolar
şeklinde kadın, işçi, yardım, daha önce belirttiğim bürolar oluşturulur.
Politikanın yerel olduğunu anlamalıyız. Bu benim icadım da değil. Politika
ilke olarak yereldir. Murat Yetkin’in bir yazısında okudum. O da bunu
belirtiyor. Şimdi politika yereldir ilkesinin ayaklarını öneriyorum. Dört
biçim sayıyorum: Köy yereli, kasaba yereli, kent yereli, büyük kentlerde ise
mahalleler yereli. Ben buna özgür yurttaş meclisi diyorum. Bunlar bir nevi
taban örgütlenmesidir. Bu meclisler yetkili ve politikanın sahibi sayılırlar.
Delegelerini seçerler. Bu delegeler yerelden bölgesel koordinasyona ve
buradan başlayarak merkezi koordinasyona kadar dikey olarak oluşur. Bu yasal,
demokratik bir modeldir. Bir de her konuya özgü sivil toplum örgütleri
oluşturulur. Bu model Avrupa tarzı bir parti modelidir. Yeşiller
de bu modeli biraz uygulamaya çalışıyor. Yeni dönem demokratik parti taslağı
hazırlanır. Bir Halkı Savunmak adlı kitabım taslak gerekçesi olarak alınır,
işlenir. Üç ana belge temelinde yerel konferanslar, toplantılar yapılır.
Kongreye beş bin delege ile gidilir. Başkan önermiyorum. Şu anda bu böyle.
Şimdi bunları konuşmaya gerek de yok. Net konuşuyorum. Siz de anlamalısınız.
Belirttiğim model devlet düşmanlığı yapmaz, devleti de hedeflemez; ancak
devletin borazanı da değildir. Bu yeni model partileşme Türkiye’yi ileriye
taşıyabilir. Sağ ve sol sekterler bunu gerçekleştiremezler. Pratikleri ile bu
netleşmiştir. Şu ana kadar ki partileşmeler yozlaşmış partilerdir, oligarşiye
hizmet eden partilerdir. Gençleri, cezaevinden çıkanları, halkımızı, aydınları
DTH’ne katılmaya çağırıyorum. Binlerce kişi var, herkesi katın…” 5.1.2005 tarihinde “…DTH’ne selamlarımı iletirsiniz. Eş başkanlık
modelini daha önce de söylemiştim. Eş başkanlık sistemi geliştirilmeli.
Önerilerimi iletebilirsiniz. İllegalite olmayacak, sonuna kadar açıklık
olmalı. M. Kemal’in 1920’lerdeki cumhuriyetçiliğine vereceğimiz en iyi yanıt,
cumhuriyetin demokratikleştirilmesidir. En iyi yurttaşlığı ben yapıyorum.
Sonuna kadar yasal vatandaşlık hakkımı kullanacağım. (DEHAP yasal zorunluluktan dolayı kongrelerini 13
Ocakta yapacağını, kongre yapmalarının yasal zorunluluktan kaynaklandığını,
ancak farklı anlaşıldığını, böyle bir durumun olmadığını, DTH’ne destek
verdiklerini belirtiyorlar.) Yasal nedenlerdendir, değil mi? (Evet.) Tamam, kongrelerini yapacaklar. Bu harekete
katılsınlar. Anayasa mahkemesi DEHAP’ı kapatırsa kapatır. Sabri ne zaman çıkıyor? (Şubatın başında çıkıyor.) Çıktığında sağa sola gitmesine gerek yok. Bu harekete
fiili sözcüm olarak katılsın. Bu arkadaş benim adıma fiilen Demokratik Toplum
Hareketi içinde rolünü oynasın. Kendine bir ekip oluşturur. Sizden biri de
onunla beraber yasal temsilci olarak çalışır…” …. “…Başka neler var? (DTH toplantılarına başladı. Diyarbakır’da halk ile
yapılan toplantının olgun geçtiğini, sizin şahsınızda halkın projeye bağlı
olduğunu, güven duyduğunu belirtiyorlar.) İstenilen düzeyde gidiyor mu? Sağlıklı işliyor mu? (Çok istenilen düzeyde olmasa da, pratik sorunlar
olmakla birlikte, aşılmaya çalışılıyor.)…” 19.01.2005 tarihinde “…Alttan yönetim oluşturulur. Birçok sivil toplum
örgütü temsilcisi de katılır. Yeşiller örneği var. Üç binin üzerinde sivil toplum
kuruluşunun temsilcisi var içinde. Tartışmalarınızı sürdürün, en uygun
biçimde partileşin. Eski tip partileşme olmayacak, alternatif bir oluşumdur.
Azınlık temsilcileri de olmalı. Ermeniler ve Araplar da girebilir.
Partileşmenizi Türkiye’de Avrupa müktesebatına uygun biçimde geliştirin.
Selamlarımı söyleyin. Demokratik örgütlenme temelinde kurumlaşmalısınız. Bu
önemli…” 23.2.2005 tarihinde “…Sabri çıktı mı? (Üç gün süre verdiler askere aldılar.) Hemen mi aldılar ne kadar kalacak? (Askerlik 15 ay sürüyor.) Bir şey söyleyemiyorum hassas bir mesele. DTH’nin
çalışmaları nasıl gidiyor? ( 5 ilde toplantı yaptılar.) Çok ağır niye bu kadar ağır gidiyor? Çalışmak
isteyenler yok mu? (Tabanda çok çalışmak isteyen var. Tepede biraz
kilitlenme yaşanıyor. Ağır gidişten dolayı halkta da kaygılar var.) Tepede kilitlenme doğru değil. Bunlar aşılmalı, bu
sürecin hızla geliştirilmesini istiyorum. Bu süreçte hızla olmalı, gerekirse
siz benim adıma gider sorarsınız…” 16.3.2005 tarihinde “…Tamam. Newroz’a giderken bir af şeyi olabilir.
Başka aktaracağınız? (DTH’nden bir bilgi var. Çok acele etmek
istemediklerini, eski hataları tekrar etmek istemediklerini, yine yerellerde
çok kırgınlığın olduğunu belirtiyorlar.) Bunlar problem olmaz, aşılır. Yeni mi uyanıyor bunlar?
Altı yıllık mücadele var. Yapmasınlar bunu. İpi diğerlerinin, ilkel
milliyetçiliğin eline vermek istiyorlar. En önemli uyarım şu olacak: Kürt
halkını üst düzeyde emperyalist bir planlama dahilinde ilkel milliyetçiliğin
eline vermek istiyorlar. Kürt halkı küresel düzeyde bir planlama ile esir
bırakılmak isteniyor. Irak’taki oluşumun eline verilmek isteniyor. İşte bu
kaçan hainleri de biliyorsunuz. Sözde para var, kadınları da kullandılar. ….. (Osman Baydemir’in üçüncü ses de muhatap alınsın diye
hükümete bir çağrısı oldu.) İyi. Tekrar belirtiyorum. Meşe Ağacını Koruma
Derneğinden Dicle-Fırat derneğine kadar birçok dernek kurulur. Bunlarda
DTH’ne katılır. DTH de tutarlı ve ciddi olsunlar. Aceleci olun demiyorum ama
tarihi rollerini oynasınlar. Engelleyen olursa üstüne gideceğim…” 27.4.2005 tarihinde DTH çalışmalarınız nasıl? Basında Celal Doğan’ın
DTH’yla ortaklaşabileceğine dair bir haber okudum. (Evet, Leyla’ların kendisiyle diyalogları var, ortak
paydalarda buluşulmaya çalışıldığı belirtiliyor. C. Doğan’ın da DTH
ilkelerine yakın bir partileşme programı öngördüğünü, bir toplumsal barış
projesi olarak bu ortaklaşmayı önemsediğini, bu çerçevedeki diyalogun devam
ettiğini ifade ediyorlar.) Olabilir. Bu diyalog olumlu. Deniz Gezmiş’in
arkadaşıydı. Bu konuları bilen birisidir. Sonuna kadar birlikte hareket
edilebilecek biridir. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Toplumsal barış projesi
olarak öngörmesini önemli buluyorum. Bu projenin önü açıktır. Barış için bu
gereklidir denebilir. Bunu önemsiyorum. Güçlerin birleştirilmesi demokrasiye
kazandırır. DTH projesi kapsamlı bir proje. Zaten bir çok ilkeyi
vermiştim. (Proje kapsamlı, ancak bu projeyi hayata geçirmede
aktörler yetersiz kalıyorlar. Mevcut haliyle Türkiye’ye açılım
pratikleşemiyor. Kürtlerin tümünü de kapsayamıyor.) Aktörlerin yetersizliklerini biliyorum. Bu harekette
yer alanları yeniden düşünmeye çağırıyorum. Bu çerçeveye girmeyenlere engel
olunur, ikinci plana düşerler. Canı gönülden katılanlar gereklerini yerine
getirmeliler. Politika aşktır. Demokratik politikaya aşk düzeyinde bağlı
olanları göreve çağırıyorum. Öfkeliyim, kavga etmek istemiyorum. (Bu konuda bir bilgilendirme notu var. Bazı
ittifaklar ve yeni katılımların sağlanması için resmi kuruluşun geciktirilmesi
önerisi var. Bu konuda görüşünüz alınmak isteniyor.) Uzatılabilir, olabilir. Zaman var. Basında bol bol
işleyin. Makaleler yazın. Zaman sorun değil. … (Son dönemlerde AB Elçilerinin de içinde olduğu hem
uluslararası hem de ulusal bir konsept çerçevesinde Öcalansız çözüm dillendiriliyor.
Bu çerçevede çeşitli çevrelerin açıklamaları da oldu, bunlar basına da
yansıdı.) Radyodan izliyorum. Avrupa beş yüz yıllık sömürge
aygıtını kurtarmak istiyor. Kesinlikle kabul edilemez. Çok güçlü karşı
çıkılmalı. Reddedenler reddedilirler. Çünkü bu sadece benim ya da PKK’nin
reddi değil, halkın umutları ve değerlerinin reddidir. Halkın acı, gözyaşı ve
emeğine sahip çıkacağız. Bununla oynanamaz. Bu oyuna gelenler kendileri
tasfiye olurlar. Protesto ediyorum. Avrupa demokratik uzlaşıya gelmek zorunda.
Şeklinde beyanlarda bulunmuştur. B- SÖZ KONUSU BEYANLARIN DEĞERLENDİRİLMESİNDE; Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın
emirleri ile adı, kurucuları ve genel başkanı hatta eşbaşkanlık sistemi de
dahil olmak üzere DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ (DTP) nin kurulmasından çok
önceden şekillendirildiği, kuruluş çalışmalarının tamamen Öcalan’ın
direktifleri doğrultusunda gelişip sonuçlandırıldığı açıkça ortaya
çıkmaktadır. Nitekim 23 Ekim 2004 tarihli Vatan Gazetesi ve 26 Ekim 2004
tarihli Star Gazetesi’nde bu durum tüm açıklığı ile haber haline
getirilmiştir. Böylece DEHAP için açılmış olan temelli kapatılma
davasının sonuçlarından ve hatta kapatılma davası tarihinden sonra gelişen ve
söz konusu partinin Anayasa’nın 68 nci maddesinin 4 ncü maddesine aykırı
eylemlerin odağı haline gelmesini sağlayacak nitelikteki gelişme ve olayların
sorumluluğundan kaçırılması imkanı sağlanmak istenmiştir. Siyasi partilerin demokratik siyasi yaşamın
vazgeçilmez unsurları olduğu tartışmasızdır. Ancak terör örgütü PKK’nın siyasi
uzantısı gibi davranan DEHAP’ın eylemlerinin ulaştığı yoğunluğu dikkate
alarak yine PKK ve elebaşısı Öcalan’ın emir ve talimatları ile yeni parti
kurulması yoluna gitmek, ulusal ve uluslararası hukuk düzenlerinde öngörülen
“siyasi parti” kavramı ile ilgisi olmayan, demokratik siyasal hayat
içerisinde izah edilemeyecek bir durumdur. Hele aldıkları talimat
doğrultusunda DEHAP’ı DTP’ye katılmak üzere kapatan siyasi partililerin zaman
geçirmeden DTP bünyesinde çalışmalara başlamaları dünya siyaset tarihi yönünden
ele alınıp, bağımsızlık, demokratiklik ve hatta etik yönden dahi incelenmesi
gereken bir sonuçtur. Cezaevinde bulunan bir terör örgütü liderinden
aldıkları talimatların gereğini harfiyen yaparak siyasi parti (DEHAP)
kapatıp, yeni bir siyasi parti (DTP) kuran kişilerin terör örgütü ve liderine
ne derece bağlı olduklarını kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya
çıkarmıştır. Abdullah Öcalan aynı görüşmelerde terör örgütü PKK
üzerinde de etkinliğini devam ettirmiş, daha doğru bir anlatımla terör
örgütünü verdiği talimatlarla yönetmeye devam etmiştir. Hatta talimatları
kimi zaman örgütün kadrosunu tehdit etme şeklinde gerçekleşmiştir. Geçekten Öcalan 19 Mayıs 2004 tarihli
görüşmede örgütün yönetici kadrolarına talimatlar vermiş, istediklerinin
yapılmaması olasılığına karşı da ilgilileri tehdit etmekten geri durmamıştır.
Tüm bu bahsi geçen görüşmelerde geçen talimatların ne kadar etkili olduğu
zaman içinde gözlenebilmiştir. Teröristbaşının hem terör örgütünü, hem de
Demokratik Toplum Partisini (öncesinde (DEHAP’ı) talimatları ile yönetip,
yönlendirdiği kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya çıkmıştır. 16.07.2004 tarihli “HÜRRİYET” Gazetesi’nin 1.
sahifesinde manşetten “Örgütte hortum zabıtları” başlığı ile terör örgütü
PKK/KADEK/KONGRA-GEL’ in eski Avrupa sorumlusu Rıza ALTUN’un savunması adı
altında yayımlanan haberde yer alan; “ …Osman’ın seçimlere müdahalesi kaosu derinleştirdi.
Güneydoğu’daki eski BELEDİYE Başkanı gibi rant gücünü ellerine geçirenlerin
müdahalesiyle ortam gerginleşti. Özgür Parti ve DEHAP’ın yönetimleri adayları
belirledi. Diyarbakır başta, birkaç yeri boş bırakıp getirdiler. Siyasi parti
genel başkanı, yardımcısı Osman
Özçelik, Muzaffer (Şimdiki
Avrupa Sorumlusu), Mizgin (Kadın Kolları Başkanı), Ferda biraraya
gelerek tartıştık, birkaç boş yeri doldurup ülkeye gönderdik….. Örneğin yasal partinin (DEHAP) daha önceki seçimlerde (3 Kasım) para ihtiyacını da o sahanın içinden sağladık. Bu
sırada İrfan Güler tam bir
provakasyon çevirdi. Avukatlara, ‘Başınızın
çaresine bakın’ dedi. Nitekim hukuk bürosunun bir aylık parasını
Türkiye örgütleyemeyince bulup gönderdik…. Eski BELEDİYE Başkanı’nın kendinin itiraf ettiği
yolsuzlukları sadece milyonlarca mark değerinde. İhalelerden alınan 4-5
milyon mark bellidir. ‘1.5 milyonu
harcandı, gerisi bendedir’ diye beyanları vardır. İhale verdiği
kişilerden 12 villa almıştır. Kurduğu bir şirket var, tüm sermayesini bu
kaynaklardan sağlamıştır. Birçok yerde BELEDİYEye ait arsaları satmıştır.
Bütün bunları kendisi bizzat söyleyip kabul etmektedir. Tüm bunlardan dolayı
DEHAP kitlesi onu istemiyordu. Onun durumuna düşmeyecek birini bulmada, Osman dahil, hepimiz aynı
fikrirdeydik. Osman dağdayken,
‘Seçilmeyecekse elindeki parayı almak
lazım. Bize yollayın,
seçtiririz, havası yaratıp elindeki paraları alalım’ demişti. Onları
irtibatlandırdık. Kopuş sürecinde bu ilişki daha da derinleşti...” Şeklindeki ifadelerle ilgili söz konusu tarihte
faaliyette olan ve daha sonra DTP ile Öcalan’dan aldığı talimat doğrultusunda
birleşen DEHAP tarafından hiçbir açıklama veya yalanlama gündeme
getirilmediği gibi, haberde bahsi geçen BELEDİYE başkanları dahi hiçbir
yalanlama yapamamışlardır. Yayımlandığı gazete, haberin yeri ve içeriğinde
geçen atıfların son derece ciddi nitelikte olması nazara alındığında parti
tarafından söz konusu habere bir tepki verilmemesi olgusu dahi “DEHAP’ın ve
sonrasında DTP.nin terör örgütünün kontrol ve güdümünde faaliyet gösterdiğini
kanıtlamaya yeterlidir. Nitekim sonraki tarihlerde DTP bünyesine katılan ve
halen görevde olan BELEDİYE başkanlarının eylemleri, PKK tarafından atanmaları
konusunda kuşkuya yer vermeyecek boyutlarda ortaya çıkmıştır.” Bu durumda
Anayasa ve yasaların öngördüğü demokratik, hukuka saygılı bir siyasi partiden
bahsetmek imkansızdır. DTP’nin terör örgütü PKK ile bağlantısını kanıtlayan
bir olay da Demokratik Toplum Partisi’nin kuruluşu aşamasında gerçekleşen
Hikmet Fidan cinayetidir. Olayda öldürülen Hikmet Fidan geçmişte Anayasa
Mahkemesi kararı ile temelli olarak kapatılan HADEP’te başkan yardımcılığı
yapmış, parti içinde aktif çalışmalarda bulunmuş bir kişidir. Öcalan’ın
DTP’nin kurulması talimatı üzerine DEHAP yönetimi ve diğer unsurlar
tarafından başlatılan çalışmalar sırasında Hikmet Fidan’a da yeni parti (DTP)
için çalışması teklifi iletilmiştir. Ancak Hikmet Fidan o tarihlerde Abdullah
Öcalan’la ilgili oluşan kişisel düşüncelerinin etkisi ile PKK terör
örgütünden kopma noktasına gelmiş, bu bağlamda daha önce PKK terör örgütünden
ayrılarak Irak’ın kuzeyinde üslenen ve PWD ( Partiya Welatparezen Demokraten
Kürdistan) adı altında kurulan yasa dışı örgütle temasa geçmiştir. Burada PWD’de ile ilgili bazı bilgilerin olayı
anlamaya katkısı olacağı düşünülmektedir. Botan (K) Nizamettin Taş ve
arkadaşlarının PKK’dan ayrılarak oluşturdukları PWD örgütü PKK’yı değişik
nedenlerle (amaç, eylem tarzı vb. gibi) eleştirmiş ve yine bölücü amaçlarla
ancak PKK’dan farklı bir oluşum olarak ortaya çıkmıştır. (PWD.nin kuruluşunda
ve halen desteğini sağlayan (yerleşme yeri, güvenlik, parasal ihtiyaçları vb.
gibi) ülke veya şahıs gibi kaynaklar her zamanki gibi kendilerini ve
amaçlarını açıkça deşifre etmemişlerdir.) PWD konusunda yanıtlanamayan
soruların yanında bazı gelişmeler açık olarak gerçekleşmiştir. Bunlara örnek
olarak PKK’dan ayrılıp PWD’ye katılan Kani Yılmaz, Serdar Kaya, Sabri Tori
gibi kişilerin PKK militanlarınca bir anlamda iç hesaplaşma adına
öldürülmeleri gösterilebilir. Hikmet Fidan’da bu aşamada Demokratik Toplum Hareketi
adı altında (Öcalan’ın talimatları gereği!) faaliyete başlayan partililerin
çalışmalara katılması yolundaki davetine olumsuz yanıt vermiştir. DTP’ye red
yanıtı veren ve bu arada PKK’nın muhalifi PWD ile ilişkisi ortaya çıkan
Hikmet Fidan 06.07.2005 tarihinde Diyarbakır’da tuzağa düşürülerek bilinmeyen
bir PKK mensubu terörist tarafından ensesine ateş edilmek suretiyle öldürülmüş,
tuzağa düşürenler yargılanarak mahkum edilmişlerdir. Bundan sonra olaya
DTP’nin yaklaşımı başlı başına ele alınması gereken mahiyettedir. Zira hiçbir
DTP (DEHAP)’li olayı kınayamamış, hatta cenazenin kaldırılması için
Diyarbakır Büyükşehir BELEDİYEsinden ambulans talebi dahi “deposu delik”
gerekçesi ile karşılanmamıştır. Milliyet Gazetesi’nin 25.10.2005 tarihli nüshasında
yer alan haberde; Hikmet Fidan’ın katil zanlısının DTP’nin kuruluş aşamasında
başlatılan Demokratik Toplum Hareketi içerisinde yer almayı reddettiği için
terör örgütü tarafından infaz emrinin verildiği hususu yer almıştır. Tüm bu hususların değerlendirilmesinde Demokratik
Toplum Partisi’nin daha kuruluşunda kan ve terör örgütü PKK’nın emirleri
üzerine oturtulduğu, hiçbir şekilde ve hiçbir kaynaktan muhalefete imkan
tanımadığı, adında Demokratik Toplum ibaresini kullanmasının dahi trajikomik
olduğu ortaya çıkmıştır. Bu düşünce elbette toplumun büyük bir kısmına hakim
olmuş, nitekim Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in 16.07.2005 tarihli
“Kürt aydınları tedirgin”, 19.07.2005 tarihli “Sus, yoksa hain derler”,Taha
Akyol’un 12.07.2005 tarihli “PKK ve Kürt hareketi” başlıklı yazılarında ve
diğer pek çok gazetecinin yazılarında bu hususu açıkça vurgulanmış, PKK ile
DTP (DEHAP) organik bağlantısı artık kamuoyunun gözünde tartışmaya yer
vermeyecek biçimde kanıtlanmıştır. Gerçekten sadece Hikmet Fidan olayı dahi
Öcalan’ın emriyle kurulan ve terör örgütünün destekçisinden öte bir organı
gibi çalışan DTP’nin ulusal ve uluslararası hukuk alanında siyasi parti
olarak tanımlanmasını bir “demokrasi ayıbına” dönüştürmektedir. 06.06.2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan; “DEHAP’A KRİTİK UYARILAR” başlıklı haberde: Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi Sjöerd Gosses,
DEHAP’lı Diyarbakır Büyükşehir BELEDİYE Başkanı Osman Baydemir’e, “PKK ile
aranıza mesafe koyun, ayrılıkçılıktan kaçının” uyarısında bulundu. AB Dönem Başkanı Lüksemburg’u Türkiye’de temsil eden
Gosses, Güneydoğu Anadolu ziyaretinde yerel otoritelere, “Feodal yapıdan
kurtulun, öncelikle Türkçe öğrenin” dedi. Gosses, mayısın 3. haftasında
bölgede yaptığı incelemelerden edindiği izlenimleri, diğer AB
büyükelçileriyle paylaştı: Feodal yapı en büyük engel “Kürtlerin çoğu açıkça söylemek istemese de feodal
yapı, bölgenin kalkınmasının önündeki en büyük engel. Namus cinayetlerinin,
kız çocuklarının okula gönderilmemesinin temelindeki ana neden bu. Güneydoğu,
modernleşme yönünde adım atmadan her şeyi Ankara ve AB’nin yapmasını istiyor.
Avrupa’da her birey yaşadığı ülkenin dilini bilmek durumundadır. AB’nin
Kürtler de dahil etnik grupların kendi dillerini kullanma özgürlüğü için
Türkiye’den beklentileri, bu ülkede yaşayan herkesin Türkçe bilmesi
zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Türkçenin bilinmemesi, Güneydoğu’nun Avrupa
standartlarına ulaşmasında büyük engeldir.” 23.07.2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan; “DEHAP ve
Demokratik Toplum Hareketi (DTH) gibi Kürtlere yakın siyasi grupların PKK
terörüne sessiz kalması üzerine çıkan tartışmaya katılan AB, Dönem Başkanı
İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği aracılığıyla dün yaptığı açıklamada,
“Türkiye’deki tüm siyasi grupları her türlü şiddeti kınamaya” çağırdı.
Açıklamada, AB üyesi ülkelerin başkentteki büyükelçilerinin önceki gün
yaptıkları olağan toplantıda terör eylemlerinin de konuşulduğu kaydedildi.
Bir önceki dönem başkanı Lüksemburg’u temsil eden Hollanda’nın, nisanda
Diyarbakır BELEDİYE Başkanı Osman Baydemir’e PKK ile arasına mesafe koyması
yönünde verdiği mesajı anımsatan açıklamada, “Türkiye müzakerelere başlamaya
hazırlanırken, siyasi grupların sadece bir suikastı değil, siyasi amaçlı
şiddetin her türlüsünü kınamasının” önemi vurgulandı. Ne demek istediler? İngiltere ve Ankara’daki diğer AB üyesi ülkelerin
diplomatlarından edinilen bilgilere göre, bir paragraflık açıklama şu önemli
mesajları içeriyor: ZANA DA ADRES: Açıklama, “tüm siyasi partiler” yerine
“tüm siyasi gruplar” kelimesi ile, sadece DEHAP’ı değil, Zana ve Orhan
Doğan’ın başını çektiği henüz partileşmeyen Demokratik Toplum Hareketi’ni de
kapsadı. Çağrı, “Teröre destek verip AB sürecini baltalamayın” mesajı da
taşıyor. FİDAN CİNAYETİ: Açıklamada, diğer şiddet eylemlerinin yanı sıra “bir
suikastın” özellikle kınanmasının istenmesi dikkat çekti. PKK’ya karşı
görüşleriyle öne çıkan eski HADEP Genel Başkan Yardımcısı Hikmet Fidan’ın
öldürülmesi olayını kasteden AB, DEHAP ve Zana grubunun sessiz kalışından
hoşnut olmadığını ortaya koydu. BAYDEMİR MESAJLARI HERKESE: Açıklamada
Baydemir’e verilen, “Öcalan ve PKK’yla aranıza mesafe koyun. AB şiddeti
desteklemedi, desteklemeyecek. AB bölünmenin değil, bütünleşmenin teşvik
edildiği projedir. Ayrılıkçılığı ve federalizmi tasvip etmiyoruz”
mesajlarının DEHAP ve DTH için de geçerliliğini koruduğunu vurguladı.
Açıklamada, Çeşme, Kuşadası ve Bingöl’deki bombaların etkili olduğu
kaydedildi.”Şeklindeki haber içeriğine göre de DEHAP ve DTP’nin PKK organı
şeklindeki faaliyetlerinin uluslararası platformda da aynı şekilde
değerlendirilip, kınandığını göstermektedir. Ulusal platformda değerlendirilmesi gereken bir olay
da İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucu üyelerinden olan yazar Adalet
Ağaoğlu’nun, derneğin Emin Galip Sandalcı’nın İstanbul Başkanlığından
düşürülmesinden sonra PKK yanlısı politika izlediği, tek yanlı
ırkçı-milliyetçi bir tutum takındığını gibi gerekçelerle İHD’den istifa
etmesidir. Bulunması gereken konumla ilgisiz bir konuma sürüklendiği
anlaşılan İHD’nin davalı DTP (ve terör örgütü PKK) ile hemen her platformda
ortak görüş bildirmesinin altında yatan sebebin Sayın Ağaoğlu’nun tesbitleri
olduğu, dolayısıyla İnsan Hakları Derneği’nin tamamen terör örgütü PKK’nın
kontrolünde faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. C-DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİNİN KURULUŞUNDAN SONRAKİ
EYLEMLER. 1- DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKANI AYDIN BUDAK’IN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: 14.01 2006 tarihinde Cizre BELEDİYE Başkanı olan
Aydın BUDAK’ın Memu-Zin Kültür Merkezinde yaptığı konuşmada sarfettiği “…ve
milyonlarca Kürdün siyasal iradesi olan Öcalan’ı hücre hapsi cezasıyla
cezalandırıyor, ailesi ile görüştürmeme kararı alıyor, sayın Başbakanım kürt
sorununu böyle mi çözeceksin, ama bilin ki Kürtler sizin bu kirli oyununuzun
farkındadır, bunu başaramayacaksınız, ve başaramayacaksınız. Sonunda Kürt
iradesi galip gelecek, Türkiye’de demokratik Cumhuriyetin gerekleri yerine
getirilecek…” şeklindeki sözlerle yasadışı PKK terör örgütü ve lideri olan Abdullah
Öcalan’ı övdüğü, örgütün ve amacının propagandasının yaptığı gerekçesi ile
yargılandığı Cizre Asliye Ceza Mahkemesinin 09.06.2006 gün ve 2006/100-440
sayılı kararı ile TCY.nın 220/8-1. maddesi gereğince 1 yıl 3 ay hapis cezası
ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
2- DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKAN YARDIMCISI ABDÜLKADİR
İNEDİ’NİN EYLEMİ: 02.03.2006 tarihinde Cizre İlçe merkezinde bir askeri
aracın pusuya düşürülerek silahla taranması ve bomba ile yakılması olayında
yapılan soruşturma sonucu BELEDİYE başkan yardımcısı Abdülkadir İnedi’nin
teröristlere yardım ve yataklık ettiği anlaşılarak cezalandırılması istemiyle
açılan dava Diyarbakır 6. Ağır ceza Mahkemesinin 2006/186 esas sırasında
kayıtlı olup halen yargılaması devam etmektedir. 3- DTP DİYARBAKIR İL YÖNETİMİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASI AMAÇLI EYLEMİ: 14.02.2005 tarihinde “Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan
ülkemize getirilişini protesto etmek amacıyla DTP Diyarbakır İl yönetimi
tarafından organize edilen gösteri yapıldığı “SAYIN ÖCALAN SİYASİ İRADEMDİR”
şeklinde pankart açıldığı, “ÖCALAN, ÖCALAN”, BİJİ SEROK APO”, “SELAM SELAM
İMRALIYA BİN SELAM”, “DİSA DİSA SERHİLDAN SEROKOME ÖCALAN-(yine yine
başkaldırı, başkanımız öcalan ), DİŞE DİŞ KANA KAN SENİNLEYİZ ÖCALAN” , “VUR
DE VURALIM, ÖL DE ÖLELİM”, “KAHROLSUN 15 ŞUBAT KOMPLOSU”, “HEPİMİZ APONUN
FEDAİSİYİZ” şeklinde sloganlar atıldığı, kolluk kuvvetlerinin ikazlarına
rağmen bu tür olayların devam ettiği anlaşılmıştır. Olayla ilgili terör
örgütünün propagandasını yapma suçundan açılan Diyarbakır 4. ağır ceza
mahkemesinin 2006/245 esasında kayıtlı kamu davası derdesttir. 4- DTP MERSİN İL BAŞKANI ALİ BOZAN’IN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: 15.02.2006 tarihinde “Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan
ülkemize getirilişini protesto etmek amacıyla DTP Mersin İl yönetimi
tarafından organize edilen gösteri yapıldığı “il başkanı olan Ali Bozan
tarafından Terör örgütü PKK ve Abdullah Öcalan’ı övücü sözler sarfedilmesi
nedeniyle hakkında suçu ve suçluyu övme eylemi nedeniyle TCY.nın 215/1
maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle açılan dava Mersin 3. Sulh Ceza
Mahkemesinin 2006/460 esas sırasında devam etmektedir. 5- DTP ERZURUM İL BAŞKANI BEDRİ FIRAT’IN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ EYLEMLERİ: 17.02.2006 ile 20.03.2006 tarihleri arasında DTP
Erzurum il başkanı olan Bedri Fırat’ın “ … ülkede barışın tesis edilebilmesi
için genel siyasi affın çıkarılması, Abdullah Öcalan’a uygulandığını iddia
ettiği tecridin kaldırılması, İmralı’nın müze haline dönüştürülmesi, Roj
TV’ye yönelik eleştirilerin kınanması, kendini yakarak intihar eden
VİYAN-SORAN (K) Leyla Velihasan isimli PKK örgüt üyesinin anısına saygı
duruşunda bulunması, çalışma masası üzerinde Abdullah Öcalan’ın resmini
bulundurması, Kürt kanı dökenlerin bu kanda boğulacakları şeklinde
konuşmaları…” nedeniyle Erzurum 2. Ağır ceza Mahkemesinin 2006/59 esas
sırasında kayıtlı dosya üzerinden yapılan yargılaması sonucu terör örgütünün
propagandasını yapma suçundan 2 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına karar
verilmiştir. 6- DTP MALATYA İL TEŞKİLATININ TERÖRİST BAŞINI ÖVEN
BASIN BİLDİRİSİ: 09.02.2006 tarihinde DTP Malatya il ve merkez ilçe
yönetiminde görevli olan Zeynep Doğan, Şeniz Geçmez, Gülhanım Doğan, Pınar
Uzun, Nuray Kılınç, Erdoğan Karaca, Resul Atay, Yusuf Tokdemir, Mehmet Ali
Yaman, Behçet Tunç, Mahmut Güngör, Kemal Çağlayan, Sebahattin Işıklı, Hüseyin
Yılmaz ve Emral Dağdelen haklarında Öcalan’ı öven bildiri dağıtmak, sözde
baskıların kaldırılması için açlık grevi başlatmak şeklindeki eylemleri
nedeniyle açılan soruşturma Malatya C.Başsavcılığı nezdinde devam etmektedir. 7- DTP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜNÜN TERÖR ÖRGÜTÜNE YARDIM
AMAÇLI EYLEMİ: PKK yayın organı gibi görev yapan “Ülkede Özgür
Gündem” gazetesinin geçici süre ile kapatılması üzerine bu gazete
çalışanlarınca çıkarılan Toplumsal Demokrasi Gazetesi’nin 19.11.2006 tarihli
nüshasının 6. sahifesinde DTP İstanbul İl yönetiminde görevli Mehmet Şakar,
Ömer Aşkara, Lezgin Bingöl, Ayşe Arslan, Çiçek Arıç, Osman Taşdemir, Lezgin
Örnek, Yüksel İğdeli, Hüseyin Çalışçı, Mustafa Eraslan, Meliha Varışlı, Doğan
Erbaş, Cafer Selçuk ve Nizamettin Öztürk tarafından yayımlanan bildiride “….
Ateşkes sürecinin kalıcı barışa dönüşmesi ve kürt sorununun çözümsüzlüğünden
kaynaklı yaşanan savaşın son bulması için tüm Kürt ve Türk gençlerini askere
gitmemeye çağırıyoruz…” şeklinde ibare yer aldığı, sanıklarla ilgili TCY.nın
318. maddesi gereğince cezalandırılmaları istemiyle açılan davanın halen
Bağcılar 2. Asliye Ceza Mahkemesinde derdest olduğu anlaşılmıştır. Sanıkların
asıl amaçlarının terör örgütü ile mücadele eden güvenlik kuvvetlerini
zafiyete uğratmak, bu şekilde örgüt lehine çalışmalarda bulunmak olduğu
aşikardır. 8- DTP KURUCU ÜYESİ HATİP DİCLE’NİN TERÖRİST BAŞI
ABDULLAH ÖCALAN’IN DİREKTİFİ İLE HAREKET ETTİKLERİNE DAİR BEYANI: DTP kurucu üyesi Hatip Dicle’nin “Öcalan’ın
partisiyiz” şeklinde beyanı üzerine başlatılan soruşturma sonucu hakkında suç
ve suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Bağcılar Asliye Ceza Mahkemesinde
devam etmektedir. 9- DTP’Lİ DİYARBAKIR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI
OSMAN BAYDEMİR’İN ÖRGÜT MENSUPLARINI DESTEKLEYEN BEYANI: 29.03.2006 tarihinde Diyarbakır ilinde meydana gelen olaylarda
Büyükşehir BELEDİYE Başkanı olan Osman Baydemir’in yaptığı basın açıklaması
ve sokakta eylemcilerle yaptığı görüşme sırasında sarfettiği “…acımız 14’tü
bugün (16) 17 oldu, 18 olmasın”, “..şu ana kadar sizin isteğiniz için, sizin
cesaretiniz için, sizlere canı gönülden teşekkür ediyoruz. Siz kimliğinize
sahip çıktınız, siz bağrı yanıklarınıza ve acınıza sahip çıktınız. Biz de
sizinleyiz, buna emin olun.” Şeklindeki sözleri nedeniyle TCY’nın 314/3 ve
3713 SY.nın 5. maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle açılan kamu
davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/199 esas sırasında devam
etmektedir. Olay tarihinde terör örgütü PKK’nın yayın organı ROJ TV isimli
televizyon kanalında örgüt liderlerinden gelen talimatlar üzerine Diyarbakır
ilimizde meydana gelen olayların vehameti görüntü kayıtları ve yazılı
basındaki resim ve yorumlarla sabittir. Öldürülen terör örgütü mensuplarına
sahip çıkan, isyan biçiminde değerlendirilebilecek olayları yaratan kişilere
cesaret verici ve yaptıklarını onaylar mahiyetteki ifadelerin, Osman
Baydemir’in asıl amacının terör örgütünü destekleme, elemanlarını
cesaretlendirme bu suretle PKK terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım
etme olduğunu kanıtlamaktadır. 10- DTP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI SEDAT YURTDAŞ’IN TERÖRİSTBAŞI
ABDULLAH ÖCALAN’I ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: DTP Genel Başkan yardımcılarından Sedat Yurtdaş,
11.01.2006 tarihinde terör örgütünün yayın organı ROJ TV.nin “Gündem” isimli
programına katılarak burada terör örgütünün elebaşı Öcalan için sayın
sıfatını kullanmış ve kendisine engeller çıkarıldığından bahsetmek suretiyle
TCY.nın 215. maddesine uyan suçu ve suçluyu övme eylemi nedeniyle açılan kamu
davasının yapılan yargılaması sonucu Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesinin
01.03.2007 gün ve 2007/46 sayılı kararı ile cezalandırılmasına karar
verilmiştir. 11- DTP GENEL BAŞKANI AHMET TÜRK’ÜN TERÖRİSTBAŞI
ABDULLAH ÖCALAN’I ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: 18.01.2006 tarihinde davalı Demokratik Toplum Partisi
Genel Başkanı Ahmet Türk yaptığı basın açıklamasında terör örgütü elebaşı
Abdullah Öcalan için sayın sıfatını kullanması ve konuşma içeriğinde
kendisinden bahisle yaptığı işlerin önemli olduğunu ve barışın sağlanmasında
önemli bir rol oynadığını beyan etmesi, bu şekilde ilgili şahsı övüp,
yücelttiğinin sabit olması karşısında açılan kamu davası sonucu Diyarbakır 1.
Sulh Ceza Mahkemesinin 28.02.2007 gün ve 2006/548-2007/49 sayılı kararı ile
TCY.nın 215/1. maddesi gereğince 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına
karar verilmiştir. Parti Genel Başkanı olması itibarıyla beyan ve eylemleri
önemli ve parti için bağlayıcı olduğu kabul edilen Ahmet Türk’ün partilerinin
kuruluş emri dahil her konuda talimat veren kişiyi övmekten ibaret eyleminin
övülenin Abdullah Öcalan olması karşısında anlamı çok farklı olmaktadır. Zira
Abdullah Öcalan, tüm dünya tarafından terör örgütü olduğu kabul edilen,
ülkemizde otuzbini aşkın insanın ölümüne yol açan PKK’nın elebaşısı olup,
yapılan yargılanması sonucu mahkum olduğu hapis cezası infaz edilmekte olan
bir kişidir. Siyasi partilerin hiçbir şekilde şiddeti yöntem olarak öngöremeyecekleri
ulusal ve uluslararası düzenlemelerin temel esaslarındandır. Terör örgütü ve
liderinin şiddetin kaynağı olduğu hususunun sabit olması karşısında, bu
unsurlara övgüler düzen bir siyasi partinin hukuk düzeninin öngördüğü temel
demokratik prensiplere uymadığı tartışmasızdır. 12- DTP’Lİ SİİRT BELEDİYE BAŞKANI MURAT AVCI’NIN
TERÖR ÖRGÜTÜNE YARDIM NİTELİĞİNDEKİ AÇIKLAMALARI: Terör örgütü PKK yöneticilerinin ROJ TV ve değişik
internet sitelerinde örgüt mensuplarının öldürülmesi nedeniyle yaptıkları
eylem çağrılarına paralel olarak DTP SİİRT İl başkanı olan Murat Avcı
28.03.2006 ve 29.03.2006 tarihlerinde yaptığı basın açıklamalarında öldürülen
terör örgütü üyesi için şehit düşen arkadaşımız ifadesini kullanmış,
devamında “… bu ordu bu ülkede Kürdistan’da akıttığı kanın hesabını vermek
zorundadır.”, “…yarın toplu boykot var. Yarın kepenk kapatma, öğrencilerin
okula gitmemesi, çarşıya çıkmama kararımız var” şeklinde ifadelerle terör
örgütünün amaç ve talimatları doğrultusunda çalışmalar yapmıştır. Bu
eylemlerinden dolayı örgüte bilerek ve isteyerek yardım ettiği gerekçesiyle
hakkında açılan kamu davası nedeniyle Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006/150 esas sayılı dosyası üzerinden yargılanması devam etmektedir. Olaya
ilişkin görüntü kayıtlarının incelenmesinde Murat Avcı’nın bir siyasi parti
il başkanından ziyade ateşli bir PKK elemanı görüntüsü çizdiği görülmektedir. 13- DTP’Lİ BATMAN BELEDİYE BAŞKANI AYHAN KARABULUT’UN
TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAPILAN ŞİDDET İÇERİKLİ GÖSTERİLERE KATILMASI: 30-31.03.2006 tarihlerinde Batman BELEDİYE Başkanı
olan Ayhan Karabulut’un molotof kokteyllerinin atılıp, kamu binalarının
yağmalandığı, PKK’yı simgeleyen bayrakların taşınıp, yasa dışı örgüt lehine
sloganların atıldığı eyleme katıldığının anlaşılması nedeniyle hakkında terör
örgütü üyesi olmak, mala zarar vermek suçlarından açılan kamu davası
Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/187 esas sayılı dosyası üzerinden
devam etmektedir. 14- DTP ADANA İL BİNASININ YASADIŞI ÖRGÜT KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 06.02.2006 tarihinde DTP Adana İl binasında yapılan
izinli arama sonucu bina içerisinde terör örgütü elemanlarına ait resimlerin
duvarlarda sergilendiği, buraya “şehitlik” adı verildiği görülmüş, yine bina
içerisinde terör örgütüne ait çok sayıda döküman bulunmuştur.Olayla ilgili
DTP İl yöneticileri Ziya Aydemir, Sabri Çelebi, Süleyman Kılıç, Ferit Datlı,
Mehmet Yaşık, Ferdi Sönmez, Leyla Çağer, Sima Dorak ve Hacer Taşarsu
haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası
Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/88 esasında devam etmektedir. 15- CİZRE BELEDİYESİ DTP’Lİ ENCÜMEN ÜYESİNİN TERÖR
ÖRGÜTÜNE MERMİ VE DİĞER İHTİYAÇ MALZEMELERİNİ GÖTÜRMESİ: Davalı parti üyelerinin PKK lehine çalışmaları
propaganda ile sınırlı kalmamakta, lojistik desteğini sağlama boyutuna da
erişmiştir. Nitekim 08.03.2006 tarihinde kolluk kuvvetlerince alınan bir
istihbarat üzerine yapılan operasyonda DTP Cizre encümen üyesi Muhsin Gasır
ve arkadaşı Mehmet Canımana isimli şahıslar terör örgütüne başta mermi, gıda
ve sair ihtiyaç malzemelerini götürmek üzere iken yakalanmış, haklarında
terör örgütü elemanı olma suçundan açılan kamu davasının Diyarbakır 4. Ağır
Ceza Mahkemesinde yapılan yargılaması sonucu mahkumiyetlerine karar
verilmiştir. Terör örgütüne mermi dahil lojistik destek sağlayan bir siyasi
partinin siyasi partiler için ulusal ve uluslararası düzeyde öngörülen hukuki
sınırlar içerisinde faaliyette bulunduğunun iddiası hiçbir şekilde mümkün
değildir. 16- NUSAYBİN DTP İLÇE BİNASININ YASADIŞI ÖRGÜT KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 14.04.2006 tarihinde Nusaybin DTP ilçe binasında
mahkemesinden alınan izin doğrultusunda yapılan aramada PKK terör örgütü
lideri Abdullah Öcalan ve çeşitli örgüt militanlarına ait fotoğrafların
duvarlarda asılı olduğu, yasa dışı sloganlar içeren çeşitli pankart ve
dökümanın bulunduğu tesbit edilmiştir. Mevcut haliyle parti binası olmaktan
ziyade terör örgütü kampını andıran görüntüler tesbit edilmiştir. DTP İlçe
yöneticisi olan sanıklar Azize Yağız, Sultan Oğraş, Ziver Gümüş, Nayif
Coşkun, Sihem Akyüz, Şakir Acar, Hamit Tokay ve Necmettin Ayaz haklarında
314/2 ve 3713 SY.nın 5. maddeleri gereğince terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Diyarbakır 4.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/170 esassına kayıtlı olarak devam etmektedir. 17- DTP MERSİN İL YÖNETİCİLERİNİN MİTİNGDEKİ
KONUŞMALARI İLE HALKI KİN VE DÜŞMANLIĞA TAHRİK ETMELERİ: 19.03.2006 tarihinde DTP Mersin İl yönetimi
organizasyonunda “Nevruz Şenliği” adı ile gerçekleştirilen miting sırasında
İl yöneticileri Ali Bozan, Serhat Ölmez, Ayla Yıldırım, Gülüzar Ayyıldız ve
Emin Yıldırım’ın yaptıkları konuşmalarda PKK elemanlarını “gerilla” diye
tanımlamaları, Öcalan için Kürt halkının siyasi iradesi olup, İmralı’da
tecrit uygulandığını ve benzer beyanları nedeniyle halkı kin ve düşmanlığa
tahrik ettikleri gerekçesiyle haklarında TCY.nın 216/1. maddesi gereğince
açılan kamu davası Mersin Asliye Ceza Mahkemesinde devam etmektedir. 18- DTP MERSİN İL BAŞKANI ALİ BOZAN’IN TERÖR ÖRGÜTÜ
LEHİNE YASADIŞI GÖSTERİ ORGANİZE ETMESİ: 21.04.2006 tarihinde DTP Mersin
İl Başkanı olan Ali Bozan terör örgütü üyesi Mehmet Alkan’ın ölümü üzerine
düzenlenen cenazede örgüt lehine sloganlar atılmasına bayraklar açılmasına
kamu kurum ve özel iş yerlerine saldırılarda bulunulmasına imkan tanıdığı
suçlamasıyla hakkında soruşturmaya başlanmış olup, halen Adana Cumhuriyet
Başsavcılığı nezdinde devam etmektedir. 19- DTP KARS İL BİNASINDA TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE
YASADIŞI GÖSTERİ ORGANİZE EDİLMESİ: 11.02.2006 Günü Kars DTP İl
binası önünde yapılan Abdullah Öcalan’ı övücü basın açıklamasından sonra
parti binasındaki grup tarafından ‘Biji serok Apo’ ve’15 Şubat Komplosunu
kınıyoruz’ pankartları yapıştırıldığı, sloganlar atıldığı görülmüş, söz
konusu eylemler nedeniyle Aydın Göktaş, Orhan Aras, Faruk Özyavuz, Sihan
Keleş, İsmail İmre ve Abdullah Kutmaral haklarında suç ve suçluyu övme
suçundan açılan kamu davası Kars Sulh Ceza Mahkemesinde devam etmektedir. 20- CİZRE İLÇESİNDE DTP’NİN ORGANİZE ETTİĞİ TERÖR
ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ NİTELİKTE GÖSTERİ: 21.03.2006 tarihinde Cizre ilçesinde Nevruz
kutlamaları adı altında yapılan gösteride Fecriye Benek, İbrahim Erkul, Ali
Gün, Aydın Budak, Mesut Demir, Pınar Akman ve Zeydin Gökalp’in Öcalan
posterleri ve örgüt bayrağını açıp, taşıdıkları ‘Apo bizim irademiz,gençlik
Apo’nun fedaisi’ gibi sloganlar attıkları, konuşmalarından terör örgütünü
övücü mahiyetteki sözleri nedeniyle 3713 Sayılı Yasanın 7. Maddesi uyarınca
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ceza
Mahkemesinin 2006/180 esas numarasında devam etmektedir. 21- DTP YÖNETİCİSİ ZEKİ KILIÇ’IN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
EYLEM TALİMATLARINI BİLDİRİ HALİNDE HALKA DAĞITMASI: İstanbul DTP İl yönetiminde görevli Zeki Kılıç’ın
27.03.2006 tarihinde Diyarbakır’da terör örgütünün talimatları doğrultusunda halkı
eylemlere davet ettiği, bu amaçla bildiri dağıttığı anlaşılmış, eylemine uyan
yasadışı örgüt üyeliği suçundan Türk Ceza Yasasının 220/7 Maddesi uyarınca
Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 17.05.2007 gün ve 2007/201 sayılı kararı
ile 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmıştır. 22- DTP ERZİNCAN İL BAŞKANI HÜSEYİN BEKTAŞOĞLU’NUN
TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: DTP Erzincan İl Başkanı olan Hüseyin Bektaşoğlu
09/04/2006 tarihinde örgütün yayın organı olan Roj TV’ye yaptığı canlı
telefon bağlantısı ile devletin emniyet güçlerini aşağılamış, polislerin
saldırdığını iddia etmiştir.Eylemi nedeniyle örgütün propagandasını basın
yayın yoluyla yapmak ve Devletin emniyet güçlerini alenen aşağılamak
suçlarından Erzincan Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan yargılaması sonucu
TCY.nın 220/8 ve 301/2. maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar
verilmiştir. 23- DTP VAN İL YÖNETİCİSİ İBRAHİM SUNKUR’UN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: DTP Van İl Yönetim Kurulu üyesi olan İbrahim Sunkur
öldürülen terör örgütü mensubunun cenazesinde yaptığı konuşmada ‘disiplin
içinde şehidin evine gidelim, baş sağlığı dileyelim-Türkiye Cumhuriyeti de
bilsin ki yüzlerce binlerce şehit versek de bu yoldan dönmeyeceğiz’ şeklinde
sarf ettiği terör örgütünü övücü sözleri nedeniyle yargılandığı Van 3. Ağır
Ceza Mahkemesinin 15.05.2007 tarih 2006/87 esas 2007/143 karar sayılı ilamı
ile TCY’nın 220/8. maddesi gereğince 1 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına
karar verilmiştir. Söz konusu karar kesinleşmiştir. 24- DTP KOCAELİ İL TEŞKİLATI YÖNETİCİLERİNİN
TERÖRİSTBAŞI ABDULLAH ÖCALAN’I ÖVÜCÜ AÇIKLAMALARI: 21.05.2006 tarihinde Kocaeli İl teşkilatı 1. Olağan
Genel Kurul toplantısında parti yöneticisi olan Medeni Kırıcı, Büro Görmez,
Akif Hamitoğlu ve Alaattin Enün’ün yaptıkları konuşmalarda ölen
teröristlerden devrim şehidi diye bahsedip, Öcalan’ı övücü sözler söylemeleri
nedeniyle haklarında TCY’nın 216/1 maddesi gereğince halkı kin ve düşmanlığa
tahrik etme suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Kocaeli
3. Asliye Ceza Mahkemesinin 2007/137 esas sırasında devam etmektedir. 25- DTP NUSAYBİN İLÇE DELEGESİ HASAN BOZKURT’UN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ AÇILAMASI: DTP Nusaybin İlçe delegesi olan Hasan Bozkurt
03.04.2006 tarihinde terör örgütünün yayın organı ROJ TV isimli televizyon
kanalının ana haber bültenine telefonla katılmış, terör örgütünün talimatları
doğrultusunda Diyarbakır İlinde meydana gelen olayları desteklemek amacı ile
Nusaybin İlçesinde yapılan ve şiddet içeren olayları halkın demokratik
tepkisi olarak gösterip, terör örgütü ve lideri Öcalan’ı haklı göstermeye
çalıştığı ve övdüğü anlaşılmakla hakkında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan açılan kamu davasının Diyarbakır 4.Ağır Ceza Mahkemesinin
2006/143 Esas sayılı dosyası üzerinden yapılan yargılaması sonucu 1 yıl 8 ay
hapis cezası ile cezalandırılmıştır. 26- DTP ÜYESİ OLDUĞUNU BEYAN EDEN DENİZ YEŞİLYURT’UN
TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAPILAN YASA DIŞI GÖSTERİYE KATILIP ŞİDDET İÇERİKLİ
EYLEMLERDE BULUNMASI: DTP üyesi olduğunu beyan eden Deniz Yeşilyurt’un
23.03.2006 ve önceki tarihli eylemlerinde molotof kokteyli atarken, yasa dışı
slogan atarken, PKK bayrağı taşırken görüntülenmesi üzerine TCY’nın 314/2 ve
174/2 maddeleri gereğince yasadışı örgüte üye olmak suçundan cezalandırılması
istemiyle açılan kamu davası halen İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin
2004/35 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 27- DTP ERZURUM İL BAŞKANI BEDRİ FIRAT’IN TERÖR
ÖRGÜTÜ VE ELEBAŞINI ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: DTP Erzurum İl Başkanı Bedri Fırat ve arkadaşları
hakkında 20.03.2006 tarihinde Hınıs İlçesinde gerçekleştirilen miting
sırasında Öcalan ve terör örgütünü övücü sözler nedeniyle terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu
davası Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinde devam etmektedir. 28- DTP KURUCU ÜYESİ SELİM SADAK’IN TERÖRİSTBAŞI
ÖCALAN ŞAHSINDA SUÇ VE SUÇLUYU ÖVMESİ: 23.04.2006 tarihinde Nusaybin
DTP ilçe teşkilatının açılış töreninde Selim Sadak’ın yaptığı konuşmada ‘Bizi
bugünlere taşıyan, hak ve özgürlükleri için Kürt halkının hak ve hukuku için
yaşamını cezaevinde geçiren ve zindanlara hapsedilen tüm siyasi tutsakları
Sayın Öcalan şahsında saygıyla selamlıyorum’ demek suretiyle suçu ve suçluyu
övmek nedeniyle hakkında açılan dava Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesinin 2007/255
esas sırasına kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. 29- DTP’Lİ HAKKARİ BELEDİYE BAŞKANI METİN TEKÇE’NİN
TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVEN AÇIKLAMASI: 16.03.2006 tarihli basın açıklamasında DTP’li Hakkari
BELEDİYE Başkanı Metin Tekce yaptığı basın açıklamasında ‘PKK terör örgütü
değildir’ demek suretiyle terör örgütü olduğundan kuşku duyulmayan PKK ve
eylemlerini meşru göstermeye çalışmış, bu nedenle hakkında TCY’nın 220/8.
maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu
davasında Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/129 esas sayılı dosyası
üzerinden yargılanmasına devam edilmektedir. 30- DTP BATMAN İL TEŞKİLAT GÖREVLİSİ KENAN DEMİR’İN
BATMAN ADLİYESİNE BOMBA KOYMASI: Geçmişte de PKK örgütü elemanı olmak eylemi nedeniyle
yargılanıp mahkum olan ve halen DTP Batman İl Teşkilatında görevli olan Kenan
Demir ile DTP çalışmalarına katılan Bahar Yeşilyurt’un 20.10.2005 tarihinde
Batman Adliye Binasının bayanlar tuvaletine patlayıcı madde yerleştirdikleri,
patlama sonucu maddi hasar meydana geldiği, ihbar üzerine yakalanan
sanıklardan Kenan Demir’in evinde yapılan aramada yine patlayıcı madde ile
örgütsel doküman ele geçirildiği, DTP il binasında sanık Kenan Demir’in Sedat
Ongun adına düzenlenmiş sahte nüfus cüzdanı ile birlikte yakalandığı, bahsedilen
eylemleri nedeniyle TCY’nın 302/1, 152/1-a,174/1-2 maddeleri gereğince
Devletin birliği ve bütünlüğünü bozmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle
açılan kamu davasının Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/156 esas sırasında
yargılamasının devam ettiği anlaşılmıştır. 31- DTP ÜYESİ PAKİZE UKŞUL’UN ÖLDÜRÜLEN TERÖR ÖRGÜTÜ
ÜYESİNİN MEZARINA ÖCALAN’IN RESMİNİ ASMASI: 29.03.2006 tarihinde DTP üyesi Pakize Ukşul’un
öldürülen terör örgütü mensubunun cenazesinin defnedildiği mezar taşına terör
örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yine örgüt elemanlarından Mahsun Korkmaz’ın
fotoğraflarını astığı anlaşılmış, hakkında TCK’nın 220/8. maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
açılan kamu davası Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/221 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. 32- DTP MARDİN İL VE KIZILTEPE İLÇE BAŞKANLARININ ROJ
TV İSİMLİ TELEVİZYON KANALINA VERDİKLERİ DEMEÇLER: 06.04.2006 tarihinde terör örgütünün yayın organı Roj
Tv’ye telefonla bağlanan DTP Mardin İl Başkanı Ferhan Türk ile Kızıltepe İlçe
Başkanı Ali Aslan’ın örgüt talimatları doğrultusunda örgüt üyelerinin
öldürülmesini protesto amaçlı olarak halkı gösteri yapmak üzere yürüyüşe ve
kepenklerini indirmeye davet ettikleri anlaşılmış, TCY’nın 220/8. maddesi
gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası
Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/114 esas numarasına kayıtlı olarak
yargılamaya devam edilmektedir. 33- TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAPILAN VE ŞİDDET İÇEREN YASA
DIŞI GÖSTERİYE DTP BATMAN İL YÖNETİMİNDE GÖREVLİ SEYİTHAN KIRAR’IN TAŞ ATMAK
SURETİYLE FİİLEN KATILMASI: 31.03.2006 tarihinde on dört PKK elemanının
öldürülmesini protesto etmek amacıyla Batman İlinde meydana gelen PKK yanlısı
şiddet olayları sırasında DTP Batman İl Yönetiminde görevli Seyithan Kırar’ın
taş attığının ve eyleme fiilen katıldığının anlaşılması nedeniyle hakkında
TCY’nın 314/2 maddesi gereğince silahlı örgüte üye olmak suçundan açılan kamu
davası devam etmektedir. 34- DTP’Lİ BATMAN BELEDİYE BAŞKANI HÜSEYİN KALKAN’IN
YABANCI BASINA ÖCALAN’I ÖVÜCÜ DEMEÇ VERMESİ: DTP’li Batman BELEDİYE Başkanı Hüseyin Kalkan’ın Los
Angeles Times Gazetesi’ne verdiği demeçte PKK ve Öcalan’ı övücü beyanlarda
bulunması nedeniyle hakkında TCY’nın 220/8. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/181 esas sırasında devam etmektedir. 35- DTP’Lİ SİİRT İL BAŞKANI MURAT AVCI’NIN ÖCALAN’I
ÖVÜCÜ DEMEÇ VERMESİ: 19.03.2006 tarihinde SİİRT DTP İl Başkanı olan Murat
Avcı’nın yaptığı konuşmada PKK ve Öcalan’ı övücü sözler söylediği,’ Sayın
Öcalan benim irademdir ‘kampanyasını selamlıyor ve saygıyla karşılıyorum
şeklinde sarf ettiği sözler nedeniyle TCY’nın 314/2. maddesi gereğince
silahlı örgüte üye olmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu
davası Diyarbakır 6.Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/112 esas sırasına devam
etmektedir. 36- DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKANI AYDIN BUDAK’IN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ DEMEÇ VERMESİ: 16.06.2006 tarihinde DTP’li Cizre BELEDİYE Başkanı
Aydın Budak’ın BELEDİYE tarafından organize edilen etkinlikte sarf ettiği
‘İmralıyı muhatap almak zorundasınız, geçmişte Türkiye biraz düzeldiyse bu tek taraflı ateşkes sayesindedir
ve benzeri sözlerle terör örgütü PKK’nın propagandasını yapması nedeniyle
hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan dava
Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesinin 2007/37 esas sırasına kayıtlı olup,
yargılaması halen devam etmektedir. 37- DTP DİYARBAKIR İL YÖNETİM KURULU ÜYELERİNİN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 14.02.2006 tarihinde DTP Diyarbakır İl Yönetim Kurulu
üyesi olan Hilmi Aydoğdu, Necdet Atalay ve Musa Farisoğulları tarafından
hazırlanan basın açıklamasında terör örgütü lideri Öcalan’ı komplo sonucu
Türkiye’ye getirildiği, muhatap alınması gerektiği gibi ifadelerle örgüt
liderini övme eylemini gerçekleştirdikleri, bu nedenle TCY’nın 220/8. maddesi
gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davasının
Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/245 esas sayılı dosyası üzerinden
devam ettiği anlaşılmıştır. 38- DTP CEYLANPINAR TEŞKİLATI ÜYELERİNİN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN TALİMATI DOĞRULTUSUNDA KEPENK KAPATMAYAN ESNAFI TEHDİT ETMELERİ: 03.04.2006 tarihinde DTP Ceylanpınar İlçe Başkanı
olan Halit Kahraman ve ilçe yönetim kurulu üyeleri Mehmet Salih Sağlam ve
Abdülkadir Fırat’ın PKK terör örgütünün internet yoluyla ilettiği eylemlerin
devam etmesi şeklindeki talimatı doğrultusunda ilçe merkezinde kepenk kapatma
eylemine katılmayan esnafları tespit ederek bu kişilere örgütün kepenk
kapatılması hususundaki talimatlarını ileterek kepenklerini kapatmaları
konusunda uyardıkları, iş yerleri açık olan kişileri ‘neden kepenklerini
kapatmadın? utanmıyor musun?, bunun hesabını verirsin’ şeklinde tehdit
ettikleri nedeniyle TCY’nın 314/2. maddesi gereğince silahlı örgüte üye olmak
suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davasının Diyarbakır 6. Ağır
Ceza Mahkemesi 2006/58 esas sırasında devam etmektedir. 39- SİİRT DTP İL BİNASININ YASADIŞI ÖRGÜT KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 30.08.2006 tarihinde DTP SİİRT İl Binasında izinli
olarak yapılan arama sonucu terör örgütünü ve elebaşısı Öcalan’ı övücü
pankartların, özel olarak kesilmiş yüz maskelerinin, terör örgütü
bayraklarının, Öcalan posterlerinin, örgütü tanıtan ve öven yayınların, örgüt
militanlarının resimlerinin bol miktarda bulunduğu anlaşılmıştır. Görüntü
itibariyle siyasi parti genel merkezinden ziyade terör örgütünün kampı
kanısını uyandırmaktadır.İl yöneticisi olan sanıklar Burak Avcı, Saniye
Turhan, Hanım Adıgüzel, Mahfuz Talu, Gürü Toprak, Halit Taşçı, Halil
Adıgüzel, Ahmet Aydın, Eyyüphan Aksu, Fehime Ete ve Osman İbek haklarında
örgüt propagandası yapmak suçundan açılan kamu davası Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/137 esas sırasına kayıtlı olarak yargılamasına devam
edilmektedir. 40- DTP GEBZE İLÇESİ DARICA BELDE BİNASININ YASADIŞI
ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 30.08.2006 tarihinde Gebze İlçesi Darıca Beldesi DTP
Belde Binasında izinli olarak yapılan aramada Abdullah Öcalan ve örgütün
diğer üyeleri resimlerinin asılı olduğu, yasaklanmış yayınlardan bol miktarda
bulunduğu tespit edilmiş, parti yöneticileri Veli Aramaz, Raif Gündoğdu ve
İsmail İşçimen haklarında 3713 sayılı yasanın 7. maddesi gereğince terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası İstanbul 13. Ağır
Ceza Mahkemesinin 2006/234 esas sırasında devam etmektedir. 41- DTP OLAĞAN KONGRESİNİN YASADIŞI ÖRGÜT GÖSTERİSİNE
DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 25.06.2006 tarihinde Ankara’da gerçekleşen DTP
Birinci Olağan Büyük Kongresinde terör örgütü PKK’yı simgeleyen bayraklar,
elebaşısı Öcalan’ın resimlerinin salonda dolaştırılması ve Kürtçe slogan
atılması suretiyle terör örgütünün gösterisine dönüştürülmüş, bu duruma
seyirci kalmaları, engellememeleri nedeniyle divan başkanı Osman Özçelik ve
üyeleri Kudret Ecer ile Çimen Işık haklarında 2820 sayılı yasanın 117.
maddesi gereğince Siyasi Partiler Yasasına muhalefet suçundan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Ankara 5. Asliye Ceza
Mahkemesinin 2007/391 sayılı esas sırasında devam etmektedir. 42- DTP KARAÇOBAN İLÇE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜ
ELEMANLARINA MADDİ DESTEK SAĞLAMASI: 13.07.2006 ve önceki tarihlerde DTP Karaçoban İlçe
Başkanı Fehtah Dadaş ve yeğeni Ersin Dadaş’ın terör örgütü elemanları ile
irtibat kurarak gıda, ilaç ihtiyaçlarının yanında telefon kontörü temin
ettikleri hatta bu konuda maddi kaynak yaratmak için Fehtah Dadaş’ın parti
bünyesinde bir fon oluşturduğunun anlaşılması nedeniyle haklarında silahlı
örgüte üye olmak suçundan açılan davanın yapılan yargılanması sonucu Erzurum
2. Ağır Ceza Mahkemesinin 12.12.2006 tarihli ve 2006/128-175 sayılı kararı
ile Fehtah’ın TCY’nın 314/2 3712 sayılı yasanın 5. maddesi gereğince 7 yıl 6
ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, söz konusu karar
Yargıtay tarafından onanarak kesinleşmiştir. 43- DTP GENÇLİK MECLİSİ OLAĞAN KONGRESİNİN YASADIŞI
ÖRGÜT GÖSTERİSİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 12.12.2006 tarihinde DTP Gençlik Meclisi Birinci
Olağan Kongresi sırasında salonda terör örgütünü simgeleyen bez parçalarının
açılıp dolaştırıldığı, Abdullah Öcalan posterlerinin sergilendiği ‘Biji serok
Apo, dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan, Öcalansız dünyayı başınıza yıkarız’
gibi terör örgütünü ve liderini övücü mahiyette sloganlar atıldığının anlaşılması
üzerine görüntü kayıtlarından yapılan inceleme sonucu Burhan Sönmez ve
arkadaşları hakkında 3713 sayılı yasanın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası
İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/404 esasına kayıtlı olarak devam
etmektedir. Olayla ilgili görüntü kayıtları incelendiğinde parti kongresi adı
altında gerçekleştirilen faaliyetin terör örgütünün gösterisine
dönüştürüldüğü anlaşılmıştır. 44- DTP TORBALI İLÇE TEŞKİLATI TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN
GÖSTERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVME MİTİNGİNE ÇEVRİLMESİ: 20.03.2006 tarihinde Torbalı İlçesinde DTP tarafından
gerçekleştirilen ve PKK örgütünün gösterisine dönüşen eylem nedeniyle yapılan
incelemede terör örgütünü simgeleyen bez parçalarının ve örgüt elebaşısı
Öcalan’ın resimlerinin bolca yer aldığı, yasadışı sloganlar atıldığı,
soruşturmanın devamı sırasında DTP üyesi Suphi Kahraman’ın evinde yapılan
aramada ruhsatsız tabanca ele geçirildiği, sanıklar Mahmut Denli, Vedat Eliş,
İskender Mençuk, Faruk Güneş, Suphi Kahraman, Sedat Eliş, Mehmet Topçu,
Nurullah Topçu, Mahmut Kimsesiz, Abdulvasih Büyükdeniz, Mehmet Kayaalp, Halit
Samancan, İhsan Şeker, Hacı Özbay, Resül Yaşar, Salih Eliş, Kudret Ece, Hüsnü
Koyuncu, Uğur Saraç, Mustafa Atmaca, Mehmet Kodaman, Ahmet Karaca haklarında
3713 sayılı yasa gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası İzmir 10. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/15 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 45- DTP DİYARBAKIR YÖNETİCİLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ
ÖVME AMAÇLI YASADIŞI GÖSTERİYE KATILMALARI: 31.03.2006 tarihinde DTP Diyarbakır Merkezi İlçe
Yönetim Kurulu Üyesi Nusrat Akın, Muhlis Altun, Musa Farisoğulları ve
arkadaşlarının teröristlerin öldürülmesini protesto etmek amacıyla düzenlenen
yasadışı gösteride Öcalan bayraklarıyla katıldıkları eylemlerin içinde yer
aldıkları görüntü kayıtlarıyla tespit edilmiş, bu nedenle TCY’nın 314/2.
maddesi gereğince silahlı örgüte üye olmak suçundan cezalandırılmaları
istemiyle açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/134
esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 46- DTP ALTINDAĞ İLÇE BİNASINDA ÖLDÜRÜLEN TERÖR
ÖRGÜTÜ ELEMANLARI İÇİN ANMA TÖRENİ DÜZENLENMESİ, ÖRGÜTÜN VE ELEBAŞININ
PROPAGANDALARININ YAPILMASI: 21.08.2006 tarihinde DTP
Altındağ İlçe örgütüne ait bina içerisinde öldürülen terör örgütü
mensuplarını anma töreni düzenlendiği, dua okunduğu, PKK’yı ve Abdullah
Öcalan’ı övücü konuşmalar yapıldığı olaya ilişkin görüntü kayıtları ile
anlaşılmıştır. Olayı tertipleyen parti yöneticisi olan sanıklar Memet Tusun,
Fevzi Kara, Salih Karaaslan, Mehmet Şirin Karademir, Yıldız Bahçeci, Mehmet
Hanefi Şelem, Meryem Altun, İsmet Aras, Abdurrahim Bilen, İhsan Güler,
Nurhayat Altun, Sinan Uğur, Kibar Kara, Sırrı Keleş, Nedim Taş, Battal Arıcan
ve Menderes Öner haklarında 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/50 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 47- DTP ADANA İL YÖNETİMİ TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN
ETKİNLİĞİN TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 19.03.2006 tarihinde DTP Adana il yönetiminde görevli
Mehmet Yaşık, Halil İrmek, Eylem Güden, Yılmaz Gül, Mehmet Aslan, Fadıl
Bozan, Ezgi Dursun ve Sima Dorak tarafından organize edilen Nevruz etkinliği
tamamen terör örgütü gösterisine dönüşmüş, PKK ve Öcalan lehine sloganlar
atılması, örgütü simgeleyen bayrak ve teröristbaşının resimlerinin
dolaştırılması suretiyle olayın tamamen örgüt propagandasına
dönüştürüldüğünün tesbit edilmesi nedeniyle ilgilileri hakkında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası Adana 6. ağır
ceza Mahkemesinin 2006/218 esas sırasına kayıtlı olarak devam etmektedir. 48- DTP SELÇUK İLÇE YÖNETİMİ TARAFINDAN ORGANİZE
EDİLEN ETKİNLİĞİN TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 21.03 2006 tarihinde Selçuk ilçesinde izinli olarak
DTP İzmir yöneticileri Zeki Aslan, Sıtkı Adsız, Osman Dursun, Reşit Adsız,
Mehmet Salih Duran, Abdurrahim Süer, Mehmet Ayas, Mehmet Bayar, Suna Akkuş,
İlhan Görür, Halit Katlav, Tahir Arslan, Abbas Delidolu, Yaşar Yağmur,
İbrahim Tül ve Kudret Acar tarafından organize edilen Nevruz etkinliği
sırasında terör örgütünü ve elebaşısı Öcalan’ı övücü konuşmalar yapılmış,
sloganlar atılmış ve örgütü simgeleyen bez parçaları alanda dolaştırılmıştır.
Söz konusu yaşananlar olayı tamamen terör örgütünü destekleme haline
dönüştürmüştür. İlgilileri hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan açılan kamu davası İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/435 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. 49- DTP İZMİR İL YÖNETİCİLERİNİN ÖCALAN’I ÖVME AMAÇLI
BASIN AÇIKLAMALASI: 04.04.2006 tarihinde DTP İzmir İl başkanı Kudret Ecer
ve yardımcısı Mehmet Bayraktar’ın yine terör örgütü ve Öcalan’ı övücü
mahiyette yaptıkları basın açıklaması nedeniyle haklarında terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan kamu davası açılmıştır. Yargılama İzmir 8.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/543 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. 50- DTP MERSİN İL YÖNETİMİ TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN
ETKİNLİĞİN TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 21.01.2007
tarihinde Mersin DTP İl Teşkilatı tarafından düzenlenen izinli miting
sırasında terör örgütünün sözde bayraklarının dolaştırıldığı, elebaşısının
resimlerinin taşındığı,’biji serok Apo, barış elçisi İmaralı’dadır, dişe diş
kana kan seninleyiz Öcalan’ ve bunun gibi yasadışı sloganlar atılmış, hükümet
komiserinin uyarısı üzerine dahi söz konusu olaylar engellenmemiştir. Olayla
ilgili Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde soruşturmalar devam
etmektedir. 51- DTP VAN İL BİNASININ ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: Van İl Teşkilat binasında yapılan izinli aramada
bölücü terör örgütüne ait çok sayıda dökümanın ele geçirilmesi, örgüt
üyelerinin resimlerinin duvarlarda asılı olması nedeniyle haklarında açılan
soruşturma Van Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam etmektedir. 52- DTP KAHTA İLÇE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ
KONUŞMASI: 24.11.2006 tarihinde DTP Kahta İlçe Başkanı olan Emin
Uslu’nun öldürülen örgüt mensubunun defin işlemleri sırasında’ şehit Vedat’a
Allah’tan rahmet diliyoruz demek suretiyle terör örgütünü övmesi nedeniyle
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan yapılan yargılama sonunda
Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 17.05.2007 gün ve 2007/20-50 sayılı kararı
ile 10 ay hapis cezası ile cezalandırıldığı anlaşılmıştır. 53- DTP GEBZE İLÇE BİNASININ ÖRGÜT KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 11.03.2007 tarihinde DTP Gebze ilçe binasında çıkan
Bülent Uşkur’un üzerinde üç adet kullanılmaya hazır molotof kokteyli ile
yakalanması ve içinde bulunduğu durumun kaçarken iki molotof kokteylini yere
atmaları üzerine parti binasında yapılan izinli aramada yasadışı PKK terör
örgütünü ve elebaşısı Abdullah Öcalan’ı öven yazılar, yayınlar, örgüt
mensuplarının da dahil olduğu fotoğraflar, sözde şehit fotoğrafı olarak
nitelendirilmiş örgüt mensuplarının yer aldığı bir panonun olduğu görülmesi
üzerine Cemil Akın, Gültay Uzun, İnan Gönül, Pakize Ukşul, Meral Kurum,
Mehmet Sefa Güngör, Tanel Temel, Bülent Buluç, Erdinç Bolcal, Ufuk Sünger ve
Taner Gökçe haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan
kamu davası İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/181 esas sırasında devam
etmektedir. 54- DTP KARS İL BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ BASIN
AÇIKLAMASI: DTP Kars İl Başkanı Mahmut Alınak’ın 05.09.2006
tarihinde yaptığı konuşma içeriğinde terör örgütüne paralelinde amaçlarını
savunur biçimde beyanda bulunduğu iddiasıyla TCY’nın 215 ve 217. maddeleri
gereğince suç ve suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Kars Sulh Ceza
Mahkemesinin 2006/477 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 55- DTP EDİRNE İL YÖNETİCİLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ
ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 02.12.2006 tarihinde DTP Edirne İl Yöneticileri olan
Beşir Belke, Yakup Aslan ve Hilmi Karaoğlan haklarında yaptıkları basın
açıklaması ile terör örgütünü ve liderini övdüklerinin anlaşılması nedeniyle
TCY’nın 215. maddesi gereğince suç ve suçluyu övme suçundan açılan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Edirne 1. Sulh Ceza Mahkemesinin
2007/143 esas sırasında devam etmektedir.
56- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN TERÖR ÖRGÜTÜ
LEHİNE GÖSTERİ VE KONAK İLÇE BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA ÇEVRİLDİĞİNİN
ANLAŞILMASI: 15.02.2007 tarihinde İzmir İli Konak İlçe binasında
yapılan Öcalan’ın ülkeye getirilmesini protesto amaçlı terör örgütünü övücü
nitelikteki basın açıklamasının PKK gösterisine dönüştürüldüğü, aynı gün ilçe
binasında yapılan izinli aramada terör örgütünü simgeleyen çok sayıda bayrak,
Öcalan posterleri, terörist resimlerinin bulunduğu anlaşılmıştır.
Yöneticilerin ikametgahlarında yapılan izinli aramalar sonucunda da benzer
nitelikte örgütsel dökümanlar ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu eylemler
nedeniyle Ferhat Önder, Sinan Avu, Mehmet Muhdi Aslan, Burhan Yürek, Aslan
Kızıl, Hüsnü Koyuncu, Abdurrahim Marol, Mehmet Kodaman, Ayşe Oyman, Gülçiçek
Günel, Funda Apak, Mehmet Emin Yıldız, Yusuf Kaya, Ali Sarı, İsmail Karasu,
Ayşe Arga, Faysal Yacan, Mesut Atıcı ve Mehmet Sadık Sürer haklarında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası İzmir 8. Ağır
Ceza Mahkemesinin 2007/77 esas sırasında kayıtlı olup, yargılama devam
etmektedir. 57- DTP SURUÇ YÖNETİCİLERİNİN ÖLDÜRÜLEN TERÖR ÖRGÜTÜ
ELEMANININ PKK GÖSTERİSİNE DÖNÜŞTÜRÜLEN CENAZESİNE KATILMALARI: 22.04.2007 tarihinde öldürülen terör örgütü üyesi
Cihat Binici’nin Suruç İlçesindeki cenazesinde atılan sloganlar, taşınan ve
cenaze arabasının üzerine asılan PKK bayrakları, yakalarda taşınan ölen
teröristin sözde PKK bayrağı önünde çekilmiş resimleri ile yine PKK
gösterisine dönüştürülmüş, olaya katılan DTP Suruç ilçe başkanı İbrahim
Binici ve DTP’li BELEDİYE başkanı Etem Şahin’in de aralarında bulunduğu
kişiler hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan başlatılan
soruşturma devam etmektedir. 58- MERSİN İLİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN TERÖR ÖRGÜTÜ
LEHİNE YAPILAN YASA DIŞI GÖSTERİYE DTP İL YÖNETİCİSİNİN KATILMASI: 11.03.2007 tarihinde Mersin ilinde gerçekleştirilen
PKK bayraklarının taşınıp, “biji serok apo”, hpg Mersin’e”, “Öcalan Öcalan”
sloganlarının atıldığı korsan gösteriyi, incelenen görüntü kayıtlarından
organize edip, katıldığı anlaşılan DTP mersin il yöneticisi Ahmet Ay hakkında
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan başlatılan soruşturma devam
etmektedir. 59- DTP HATAY İL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇIKLAMASI: 17.03.2007 tarihinde DTP Hatay İl başkanı olan Halis
Yurtsever yaptığı basın açıklamasında “sayın Öcalan’ın zehirlenmesi halkta
büyük tedirginlik yaratmıştır.” Şeklindeki sözleri ile terör örgütü
elebaşısını övmesi nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övme suçundan açılan
kamu davası nedeniyle Hatay 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/310 esas sayılı
dosyası üzerinden yargılanmaktadır. 60- DTP MERSİN İL YÖNETİMİ TARAFINDA ORGANİZE EDİLEN
ETKİNLİĞİN PKK LEHİNE GÖSTERİYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: Mersin DTP il yönetimi tarafından organize edilen
21.03.2007 tarihli miting yine Öcalan resimleri, terör örgütü bayrakları,
atılan sloganlar ve taşınan pankartlarla PKK gösterisine dönüştürülmüştür.
Olayla ilgili terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan başlatılan
soruşturma devam etmektedir. 61- DTP BALIKESİR İL BİNASININ ÖRGÜT KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 06.03.2007 tarihinde Balıkesir DTP il binasında
yapılan izinli aramada Öcalan ve terör örgütü elemanlarına ait resimlerin
sergilendiği, terör örgütünü öven yayınların ve yazıların bol miktarda
bulunduğu belirlenmiştir. İlgililer hakkında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan başlayan soruşturma devam etmektedir. 62- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN VE PKK LEHİNE
MİTİNGE DÖNÜŞEN ETKİNLİKTE DTP MİLLETVEKİLİ AYSEL TUĞLUK’UN ÖCALAN’I ÖVMESİ: 11.12.2006 tarihinde Doğubayazıt ilçesinde düzenlenen
ve slogan, terör örgütünü simgeleyen bayraklar ve Öcalan posterleri ile PKK
mitingine dönüştürülen açık hava toplantısında konuşan Genel Başkan
yardımcısı Aysel TUĞLUK’un sarfettiği “halen operasyonlar devam ediyor, halen
dağlarda kardeşlerimiz yaşamlarını kaybediyor, halen tecrit devam ediyor…”
şeklideki sözlerin suçu ve suçluyu övme niteliğinde olduğunun belirlenmesi
karşısında açılan kamun davası Doğubayazıt Asliye Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. 63- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN VE PKK LEHİNE
MİTİNGE DÖNÜŞEN ETKİNLİKTE DTP VAN İL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVMESİ: 01.09.2006 tarihinde Van İlinde yapılan ve sloganlar,
PKK elemanlarının resimlerinin taşınması suretiyle PKK’ ya destek şekline dönüşen
mitingte konuşan DTP Van il yöneticisi Mehmet Veysi Dilekçi’nin konuşmasının
terör örgütünün propagandası mahiyetindeki içeriği itibarıyla hakkında
yapılan soruşturma sonucu açılan kamu davası Van 4. Ağır Ceza Mahkermesinin
2007/204 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 64- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN VE PKK LEHİNE
MİTİNGE DÖNÜŞEN ETKİNLİKTE DTP İL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVMESİ: 17.03.2007 tarihinde DTP tarafından Erzurum ilinde
gerçekleştirilen etkinlikte DTP İl disiplin kurulu üyesi olan Ahmet
Yalçıntaş’ın terör örgütü elebaşı Öcalan’ı övücü nitelikte Kürtçe şarkı
söylediği, şarkının “şirin apo kahramansın sen, halkımızın önderi” sözleri
ile bittiği anlaşılmıştır. Bu fiilinden dolayı Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesinin 22.05.2007 gün ve 2007/108-94 sayılı kararı ile terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince 1 yıl 6 ay
hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 65- DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKANI AYDIN BUDAK’IN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP’li Cizre BELEDİYE başkanı
Aydın Budak açık havada kalabalığa yaptığı konuşmada PKK ve elebaşısı
Öcalan’ı övücü sözleri nedeniyle 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan
kamu davası sonucu Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/233 esas
sırasında kayıtlı dosya üzerinden yargılanmaktadır. 66- DTP ERZİNCAN İL BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASINI YAPMASI: Erzincan DTP il başkanı Hüseyin Bektaşoğlu hakkında 2005
yılı ve devam eden süre itibarıyla PKK propagandası içerikli eylemlerde
bulunması nedeniyle 3713 sayılı yasanın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası
sonucu Erzurum 3. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmasına devam edilmektedir. 67- DTP VAN İL BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASINI YAPMASI: 26.01.2007 tarihinde DTP Van İl başkanı olan İbrahim
Sunkur mahalli Bölge Gazetesi’ne verdiği ve yayınlanan röportajda; PKK’nın
terör örgütü olmadığı tam tersine devletin terörist olduğu yolundaki
iddiaları ile benzer biçimde söylemleri ile terör örgütünün propagandasını
yaptığı anlaşılmıştır. Hakkında 3713 SY.nın 7.maddesi gereğince cezalandırılması
istemiyle terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası
Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/165 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden
devam etmektedir. 68- DTP BİNGÖL İL BAŞKANININ SUÇ VE SUÇLUYU ÖVME
EYLEMİ: Bingöl DTP il başkanı olan Mehmet Emin Acar,
25.02.2007 tarihinde “Kerkük’e yapılmış saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış
sayarız” şeklinde açıklama yapan Diyarbakır DTP il başkanının tutuklanması
ile ilgili “Diyarbakır İl başkanının tutuklanmasını kınıyor, aynı suçu
işlediğimizi deklare ve ilan ediyoruz” şeklinde basın açıklaması yapmıştır.
Suçu ve suçluyu övme niteliğindeki bu eylemi nedeniyle açılan kamu davası
Bingöl Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/218 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden
devam etmektedir. 69- DTP OSMANİYE İL BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 27.11.2006 tarihinde DTP Osmaniye İl teşkilatında
yapılan izinli aramada çok sayıda yasak yayın, örgütsel dökümanın yanında
duvarlarda terör örgütü PKK üyelerinin silahlı resimlerinin çerçevelenmiş
halde asılı oldukları görülmüştür. DTP il yöneticisi olan Metin Şakır ve
Bedri Arslan haklarında 3713 sy.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu
davası Adana 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/279 esas sırasında kayıtlı olarak
devam etmektedir. 70- DTP MARDİN İL ÖRGÜTÜNCE YAPILAN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ
BASIN AÇIKLAMASI: 10.03.2007 tarihinde DTP Mardin il örgütü tarafından
düzenlenen basın açıklamasında Öcalan’ı övücü sözler söylenmiş, “Öcalan’sız
dünyayı başınıza yıkarız” ve benzeri yasa dışı sloganlar atılmıştır. Olaya
karışan Mardin DTP üyeleri İlhan Öğmen, Sait Abukan, Osman Akkoyun, Ramazan
Özmen, Ferhan Türk ve Mehmet Latif Alp haklarında terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan başlatılan soruşturma devam etmektedir. 71- DTP BATMAN İL BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA
ÇEVRİLMESİ: 01.03.2007 tarihinde Batman DTP il binasında yapılan
izinli arama sonucu çok sayıda yasak dökümanın yanı sıra terör örgütütnü
simgeleyen bayrak, pankart ve duvarlarda asılı Öcalan resimleri bulunduğu,
PKK propagandası içeren görüntü kayıtları elde edildiği anlaşılmıştır. DTP
Batman il yöneticisi olan sanıklar Dicle Manap, Cemalettin Padir, Mehmet
Şirin Tetik ve Ayhan Karabulut haklarında 3713 sy.nın 7. maddesi gereğince
cezalandırılmaları istemiyle terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/292 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. 72- DTP ŞIRNAK İL BAŞKANI TARAFINDAN YAPILAN ÖCALAN’I
ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 02.12.2006 tarihinde DTP Şırnak il başkanı olan İzzet
Belge yaptığı basın açıklamasında kullandığı ifadelerle PKK terör örgütünün
elebaşı Abdullah Öcalan’ın saygıdeğer biri olduğunu söylemek ve bu kişiyi
barış elçisi gibi göstermek suretiyle bu kişinin şahsında PKK terör örgütünün
propagandasını yaptığı anlaşıldığından 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan
kamu davası halen devam etmektedir. 73- DTP SURUÇ İLÇE YÖNETİCİLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ VE
ÖCALAN’IN PROPAGANDASI AMACIYLA TAKVİM DAĞITMALARI: 26.12.2006 tarihinde DTP Suruç ilçe yöneticileri
Mehmet Fayık Taşkın, Şükrü Binici ve İbrahim Halil Parıldar tarafından
üzerinde terör örgütü PKK ‘yı simgeleyen sözde bayrak ile örgüt elebaşı
Abdullah Öcalan’ın resimleri bulunan takvimin DTP adına bastırılarak
dağıtılması suretiyle terör örgütünün propagandası yapıldığı anlaşıldığından
3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası devam etmektedir. 74- DTP GAZİANTEP İL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇILAMASI: 11.03.2007 tarihinde DTP Gaziantep il başkanı olan
Vakkas Dalkılıç’ın terör örgütünün elebaşısı Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz
ve eylemlerini onaylamak şeklinde yaptığı basın açıklaması nedeniyle hakkında
açılan soruşturma halen devam etmektedir. 75- YİNE DTP GAZİANTEP İL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ
BASIN AÇILAMASI: 02.12.2006 tarihinde yine DTP Gaziantep il başkanı
olan Vakkas Dalkılıç terör örgütünün elebaşısı Öcalan’a saygıyla yaklaşıp,
söz ve eylemlerini onaylamak şeklinde yaptığı basın açıklaması nedeniyle
hakkında açılan soruşturma halen devam etmektedir. 76- DTP HATAY İL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇILAMASI: 07.04.2007 tarihinde DTP Hatay İl başkanı olan Halis
Yurtsever tarafından DTP il binasında Terör örgütü lideri Abdullah Öcalan
için “doğum günü kutlaması” düzenlenmiş, ayrıca “böylesine coşkulu bir gün,
gerçekten önemli bir gün yani Ortadoğu halklarının ve kürt halkının önderi
olan sayın Öcalan’ın 4 nisan doğum günü” şeklindeki sözleri ile suç ve
suçluyu övdüğü anlaşıldığından TCY.nın 215. maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası halen Adana 8. Ağır Ceza
Mahkemesi nezdinde devam etmektedir. 77- DTP HATAY İL YÖNETİCİSİNİN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇILAMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP Hatay İl yöneticisi olan
Mehmet İnsan düzenlenen toplantıda Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz ve
eylemlerini onaylamak şeklinde yaptığı konuşma nedeniyle hakkında suç ve
suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Erzin Sulh Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. 78- DTP ADIYAMAN İL YÖNETİCİSİNİN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ
BASIN AÇILAMASI: 21.03 2007 tarihinde Adıyaman
DTP yöneticisi Kemal Çalğan parti tarafından düzenlenen etkinlikte yaptıkları
Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz ve eylemlerini onaylamak şeklinde konuşmalar
nedeniyle haklarında TCY.nın 215. maddesi gereğince cezalandırılmaları
istemiyle açılan kamu davası Adıyaman Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/332 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 79- DTP VAN İL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNE ELEMAN
GÖNDERİRKEN YAKALANMASI: 15.12.2006 tarihinde DTP van il yöneticisi olan
Hadice Adıbelli’nin ihbar üzerine yakalanması sonrası yapılan incelemede cep
telefonunda çok sayıda terör örgütünü övücü mesaj yer aldığı ayrıca terör
örgütüne katılmak üzere Gebze’den Van’a gelen Adem Tunç’u parti binasında
karşılayıp, ilgilendiği, kalacağı eve götürdüğü, kısaca kırsala sevk etmek
üzere iken yakalandığı anlaşılmıştır.Hakkında TCY.nın 314/2. maddesi
gereğince cezalandırılması istemiyle terör örgütüne üye olmak suçundan açılan
kamu davası halen devam etmektedir. 80- DTP YÜKSEKOVA İLÇE YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASINI YAPMASI: 16.02.2007 tarihinde DTP Yüksekova ilçe yöneticisi
Bedirhan Aklan yasa dışı sloganların atıldığı bir basın toplantısı düzenleyerek,
Öcalan’ın ülkeye getirilişini uluslararası bir komplo olarak tanımlamıştır.
Konuşması ile terör örgütü lehine propaganda yaptığının anlaşılması nedeniyle
hakkında 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası Van 4. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/251 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 81- TERÖR ÖRGÜTÜNÜN YAN KURULUŞU ÜYESİ OLAN DTP İL
YÖNETİCİSİNİN EVİNDE ÖRGÜTSEL DOKÜMAN BULUNMASI: 14.03.2007 tarihinde bir ihbar üzerine yapılan
soruşturma sonucu PKK.nın yan örgütlerinden Özgür Yurttaş Hareketi üyesi
olduğunu beyan eden, DTP Tunceli il yönetim kurulu üyesi Cemal Kuhak’ın
evinde yapılan aramada örgütsel doküman bulunması nedeniyle TCY.nın 314/2.
maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle terör örgütüne üye olmak
suçundan açılan kamu davası Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/66 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 82- DTP IĞDIR İL TEŞKİLATI ÜYESİNİN PKK ELEMANINDAN
TALİMAT ALIP, TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAZILAMA YAPMASI: 20.03.2007 tarihinde DTP Iğdır
il teşkilatı üyesi olan Ayhan Ayaz’ın telefonla çok defa Azat (K) isimli PKK
terör örgütü mensubu ile konuştuğu, ondan talimat ve para aldığı, molotof kokteyli
yapmayı öğrenip, PKK lehine yazılamalara katıldığı anlaşıldığından 3713
SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası Erzurum 2. Ağır ceza
Mahkemesinin 2007/150 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 83- DTP HALFETİ İLÇESİ YUKARIGÖKLÜ BELDE BİNASININ
TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 17.05.2007 tarihinde Halfeti İlçesi Yukarıgöklü
Beldesi DTP teşkilatında Operasyonlar durdurulsun, tecrit kaldırılsın
afişleri altında açlık grevine gidildiği, parti binasında izinli olarak
yapılan arama sonucu bol miktarda örgütü övücü yasak yayın ele geçirildiği,
eylemin. DTP ilçe yöneticileri Salih Yalçınkaya, Seyit Ahmet Öcalan, Müslüm
Kılıç, Şaban Yılmaz ve Mehmet Ali Öcalan’ın idaresinde gerçekleştiğinin
anlaşılması karşısında, ilgililer hakkında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan başlatılan soruşturma devam etmektedir. 84- DTP GENEL BAŞKAN YARDIMCISININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ
BASIN AÇILAMASI: 25.03.2007 tarihinde DTP organizasyonunda Ankara’da
gerçekleşen gösteride konuşan DTP genel başkan yardımcısı Orhan Miroğlu,
terör örgütü ve amacı ile elebaşı Abdullah Öcalan’ı övücü beyanları nedeniyle
3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/160 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam
etmektedir. 85- DTP KURUCU ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASINI YAPMASI: 05.07.2007 tarihinde öldürülen PKK elemanının İdil
İlçesi Yarbaşı köyünde açılan taziye çadırına giden DTP kurucu üyesi Selim
Sadak’ın “ gençlerin aç ve cahil olduklarından dağa çıktıklarını söylerlerdi
ancak bu böyle değildir. Rojda (Öldürülen PKK’lı) Avrupa’da eğitimini almış
ve açlık sorunu olmadığı halde Avrupa’dan katılmıştır. Rojda’nın sadece
özgürlük sorunu vardı, bir nefes özgürlük için dağlara çıktı” şeklindeki
terör örgütünü ve amacını övücü sözleri nedeniyle başlatılan soruşturma devam
etmektedir. 86- GEÇMİŞTE TERÖR ÖRGÜTÜ MENSUPLARINA YURT DIŞINA ÇIKABİLMELERİ
İÇİN SAHTE KİMLİK BELGESİ DÜZENLEYEN ARİF YAYLA’NIN DTP ŞEHİTKAMİL İLÇE
YÖNETİM KURULU ÜYESİ OLMASI: 07.02.2004 tarihinde terör örgütü mensuplarına yurt
dışına çıkabilmeleri için sahte kimlik belgesi düzenlemek eylemi nedeniyle
yargılanıp, 765 sayılı TCY.nın 169. maddesi gereğince mahkum olduğu 3 yıl 9
ay hapis cezası Yargıtay’ca onanması suretiyle kesinleşen Arif Yayla’nın DTP
Gaziantep İli Şehitkamil İlçesi ilçe yönetim kurulu üyesi olarak görev
yaptığı anlaşılmıştır. DTP.nin kuruluşundan önce söz konusu eylemi ile
kişilik yapısı ortaya çıkan Arif Yayla’nın DTP kadroları içerisinde yönetici
sıfatını alabilmesi DTP.nin PKK terör örgütü ile olan organik bağıyla ilgili
olduğunu göstermektedir. 87- DTP MİLLETVEKİLİ SABAHAT TUNCEL’İN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
KONGRESİNE DELEGE OLARAK KATILMASI: İstanbul ilinde karıştığı bir cinayet olayı nedeniyle
sorgulanan İbrahim Çakmaz isimli şahsın beyanlarında bir ara PKK örgüt
kamplarına katıldığını ancak daha sonra İstanbul’a döndüğünü, bu arada DTP
faaliyetleri içinde gördüğü kişilerden bazılarının da örgüt kamplarına
katıldığını bunlardan teşhis ettiği kişi olarak DTP merkez yürütme kurulu
üyesi Sabahat Tuncel’i göstermiş ve kendisinin üzerinde örgüt elemanlarının
giydiği kıyafet olduğu halde 2004 yılında yasa dışı örgütün kongresine delege
olarak katıldığını beyan etmiştir. Bu şekilde örgüt kamplarında terörist
kıyafetleri içinde dolaşan Sabahat Tuncel hakkında TCY.nın 314/2. maddesi
gereğince cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası tutuklu olarak devam
ederken, ilgili 22.07.2007 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerine DTP
destekli bağımsız aday olarak katılmış ve seçim sonucu milletvekili olmuş,
daha sonra da Demokratik Toplum Partisi’ne katılmıştır. Halen yargılanmasına
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/358 esas sayılı dosyası üzerinden
devam edilen Sabahat Tuncel’in yasa dışı terör örgütü delegeliğinin yanı sıra
DTP Milletvekili ünvanını da taşıması davalı partinin terör örgütü ile ne
kadar içlidışlı olduğunu kanıtlamaktadır. 88- TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE GÖSTERİYE DÖNÜŞEN MİTİNG
SIRASINDA DTP MİLLETVEKİLİ VE GENEL BAŞKAN YARDIMCISI AYSEL TUĞLUK’UN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2007 tarihinde Van İlinde DTP tarafından
düzenlenen miting sırasında teröristbaşı Öcalan’ın posterleri sergilenmiş,
PKK üyelerinin resimlerinin bulunduğu pankartlar açılmış, PKK’yı simgeleyen
bayraklar ortada dolaştırılmıştır. Bu ortamda konuşma yapan DTP genel Başkan
yardımcısı Aysel Tuğluk, “sayın Öcalan sıradan biri değildir.Kürt sorunu
konusunda savunduğu fikirler geniş kesimler tarafından kabul görmektedir” ve
benzeri sözlerle terör örgütünün ve elebaşının propagandasını yapması
nedeniyle hakkında 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası
Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/273 esas sırasında devam etmektedir. 89- DTP HATAY İL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP Hatay İl başkanı olan Halis
Yurtsever düzenlenen toplantıda Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz ve eylemlerini
onaylamak şeklinde yaptığı konuşma nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övme
suçundan açılan kamu davası Dörtyol Sulh Ceza Mahkemesinde devam etmektedir. 90- DTP GAZİANTEP İL BAŞKANININ ÖLDÜRÜLEN TERÖRİSTİN
CENAZESİNDE TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 04.09.2007 tarihinde öldürülen terör örgütü
elemanının Nizip İlçesinde yapılan cenazesine katılan DTP Gaziantep İl
başkanı Mustafa Tuç’un burada yaptığı konuşmada öldürülen teröristleri
Kürdistan şehidi diye tanımladığı, bu ve diğer ifadeleri ile terör örgütünün
propagandasını yaptığı anlaşılması nedeniyle hakkında başlatılan soruşturmaya
Adana Cumhuriyet Başsavcılığının (CMK 250. md. ile yetkili) 2007/522 sayılı
evrakı üzerinden devam edilmektedir. 91- DTP DİYARBAKIR İL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇIKLAMASI: 24.01 2006 tarihinde Diyarbakır DTP il başkanı olan
Ahmet Cengiz terör örgütü ve Öcalan’ı övücü mahiyette yaptıkları basın
açıklaması nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övme suçundan cezalandırılması
istemiyle kamu davası açılmış, yapılan yargılaması sonucu Diyarbakır 2. Sulh
Ceza Mahkemesinin 12.12.2006 gün ve 2006/431-296 sayılı kararı ile TCY.nın
215 maddesi gereğince mahkumiyetine karar verilmiştir. 92- DTP MİLLETVEKİLİ SELAHATTİN DEMİRTAŞ’IN ROJ TV’DE
TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 05.07.2005 tarihinde daha sonra DTP milletvekili olan
Selahattin Demirtaş, ROJ TV isimli televizyon kanalına canlı telefon
bağlantısı yolu ile katılarak, Öcalan’ın saygıdeğer bir insan ve Kürtlerin
önderi olduğunu belirterek övdüğü, “.. hükümet ve ordu buna karşı duyarlı
davranırsa, bu taleplere duyarlı davranılırsa artık bayraklara sarılı yada
kesk-zor-zerlere (yeşil, sarı ve kırmızılara) sarılı cenazeler gencecik
evlere gitmeyecek diye düşünüyorum” diyerek PKK terör örgütünü mensuplarının
cenazelerine sahip çıktığı ve destek vermek suretiyle örgütün propagandasını
yaptığı anlaşıldığından yargılandığı Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin
14.11.2006 gün ve 2005/258-2006/175 sayılı kararı ile TCY.nın 220/8. maddesi
gereğince 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 93- DTP SİLOPİ İLÇE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜ VE
ELEBAŞINI ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2006 tarihinde Silopi İlçesinde yapılan
gösteride konuşan DTP İlçe başkanı Hacı Üzen ve parti üyesi Kemal Aktaş
haklarında terör örgütü ve amacını ile elebaşı Abdullah Öcalan’ı övücü
beyanları nedeniyle terör örgütünün propagandasını yaptıkları gerekçesiyle
3713 SY.nın 7. maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle açılan kamu
davası Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/204 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir. 94- DTP ARDAHAN İL BAŞKANI ÖMER YILMAZ’IN BASIN
AÇIKLAMASI: 01.09.2006 tarihinde DTP Ardahan İl Başkanı olan Ömer
Yılmaz yaptığı basın açıklamasında terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan için
sayın sıfatını kullanması ve konuşma içeriğinde kendisinden bahisle yaptığı
işlerin önemli olduğunu ve barışın sağlanmasında önemli bir rol oynadığını
beyan etmesi, bu şekilde ilgili şahsı övüp, yücelttiğinin sabit olması
karşısında suç ve suçluyu övme suçu nedeniyle başlatılan soruşturma Ardahan
Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam etmektedir. 95- DTP GAZİOSMANPAŞA ARNAVUTKÖY BELDE TEŞKİLATINDA
YAPILAN İZİNLİ ARAMA: 11.09.2006 tarihinde DTP Arnavutköy Belde teşkilat
binasında izinli olarak yapılan arama sırasında teröristbaşı Öcalan’ın
resimlerinin duvardaki panolarda bulunduğu, yine öldürülen teröristlerin
resimlerinin yanında “şehitlerimize sahip çıkalım” ibarelerinin yer aldığı,
Türkiye’nin bir bölümünün sınırları içerisinde Kürdistan olarak gösterilen
haritanın asılı olduğu ve çok sayıda terör örgütü ile ilgili yasak yayın
bulunduğu tesbit edilmiştir.Dolayısıyla parti binasından ziyade terör örgütü
PKK kampı izlenimi uyandıran bulgular elde edilmesi üzerine teşkilat
görevlileri olan Mehmet Cevat İnce, Memet Akkuş, Ahmet Coşkun, Enver Özbil,
Bedrettin Metin ve Sedat Çaycı haklarında yasadışı silahlı örgüte üye olma
suçundan dolayı açılan kamu davası İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006/226 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. 96- DTP KARS İL BAŞKANININ BAŞBAKAN’A KÜRTÇE MEKTUP
GÖNDERMESİ: 06.01.2007 tarihinde DTP Kars il başkanı Mahmut
Alınak yaptığı basın açıklamasında Başbakan Recep Tayip Erdoğan’a hitaben
taleplerini anlatan tamamı Kürtçe bir mektup (dilekçe) gönderdiğini beyanla
metni okumuştur. 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 81. maddesinde “
Siyasi parti veya temsilcilerinin Türkiye Cumhuriyeti üzerinde milli veya
dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunu ileri süremeyecekleri hüküm altına alınmıştır. İlgilinin söz
konusu eyleminin tahrik edici, bölücü nitelikte olduğu, toplumu germe ve
vatandaşları birbirlerine karşı kışkırtma amaçlı yapıldığı, bunun da terör
örgütünün amaçları ile örtüştüğü kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortadadır.
Siyasi partiler yasasına aykırı davranma suçu nedeniyle Mahmut Alınak
hakkında açılan kamu davası Kars 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 2007/163 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 97- DTP YÖNETİCİLERİNİN TERÖRİST CENAZESİNE
PROPAGANDA AMAÇLI KATILMALARI: 19.07.2006 tarihinde öldürülen terör örgütü
mensubunun PKK gösterisine dönüştürüle cenazesine katılan DTP Hakkari il
başkanı Sebahattin Suvağcı, il yöneticileri Alaattin Eğe, Mikail Atan, Selim
Engin ve DTP’li Hakkari BELEDİYE başkanı Metin Tekçe’nin terör örgütünün faaliyeti
çerçevesinde, suç ve suçluyu övme, örgüte desteğini açıklama amacıyla cenaze
töreninde bulundukları anlaşılmakla haklarında suç ve suçluyu övme suçundan
açılan kamu davası halen Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/231 esas
sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. 98- DTP VARTO İLÇE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNE DESTEK
AÇIKLAMASI: 18.07.2006 tarihinde DTP Varto ilçe başkanı olan Ali
Sever’in terör örgütünün sözcülüğünü yapmakta olan ROJ TV isimli televizyon
kanalına telefonla canlı bağlantı yaparak,ilçe merkezinde güvenliği sağlama
amaçlı bulunan kolluk kuvvetlerini istemediklerini beyan ederek terör
örgütünün propagandasını yapma suçu nedeniyle hakkında açılan kamu davası
halen Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/19 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. 99- DTP HAKKARİ İL BAŞKANI VE DTP’Lİ BELEDİYE
BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜ TALİMATI İLE SEMPOZYUM DÜZENLEMELERİ: Terör örgütünün internet siteleri vasıtasıyla ana
dilde eğitim, Kürtçe eğitim taleplerinin artırılması yolundaki talimatı
üzerine DTP Hakkari il başkanı Alaattin Eğe ve DTP’li BELEDİYE başkanı Metin
Tekçe tarafından 14.08.2006 tarihinde Hakkari İlinde “Kürt Dili Eğitim
Hareketi” isimli sempozyumun gerçekleştirildiği, bu şekilde ilgililerin terör
örgütüne yardım suçunu işledikleri anlaşıldığından haklarında açılan kamu
davası halen Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/29 esasına kayıtlı dosya
üzerinden devam etmektedir. 100- DTP ANKARA İL BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ
DESTEKLEYİCİ BASIN AÇIKLAMASI: 02.12.2006 tarihinde DTP Ankara il örgütü tarafından
gerçekleştirilen ve atılan sloganlarla terör örgütünü destekler nitelikte
gerçekleştirilen basın açıklaması nedeniyle DTP Ankara il başkanı Salih
Karaaslan ve arkadaşları hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan açılan kamu davası halen Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/49
esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 101- DTP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI AYSEL TUĞLUK VE
DİYARBAKIR İL BAŞKANI HİLMİ AYDOĞDU’NUN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI
YAPMALARI: 03.09.2006 tarihinde DTP genel başkan yardımcısı
Aysel Tuğluk ve Diyarbakır il başkanı Hilmi Aydoğdu parti tarafından
düzenlenen mitingte terör örgütü ve Öcalan’ı övücü mahiyette yaptıkları
konuşmalar nedeniyle haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan açılan kamu davası Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/368
esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 102- DTP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI AYSEL TUĞLUK VE
DTP’Lİ SİİRT İL BAŞKANI MURAT AVCI’NIN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI
YAPMALARI: 16.05.2006 tarihinde DTP Batman il kongresine katılan
Aysel Tuğluk ve Murat Avcı burada yaptıkları konuşmalarda Öcalan’ın siyasi
irade olarak muhatap kabul edilmesi gerektiğini, PKK’yı terörist ilan
etmelerinin sorunun çözümüne katkıda bulunmayacağını, terörist olarak
nitelendirilen insanların kimilerine göre kahraman olduğunu, Öcalan’ı
terörist ilan etmeleri halinde halkın karşısına çıkamayacaklarını ifade
etmeleri nedeniyle oluşan terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/369 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 103- DTP MALATYA İL YÖNETİCİ VE ÜYELERİNİN TERÖR
ÖRGÜTÜ PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ EYLEMLERİ: 15.02.2006 ile 31.03.2006 tarihleri arasında DTP
Malatya il yöneticisi ve parti üyesi olan Onur Geldi, Sebahattin Işıklı,
Mahmut Kayar, Pınar Uzun, Emral Dağdelen, Nimet Özalp, Zeynep Doğan, Mahmut
Güngör, Behçet Tunç, Hüseyin Yılmaz, Resul Atay, Kemal Çağlan, Nuray Kılınç,
Mehmet Ali Yaman, Gülhanım Doğan, Yusuf Tokdemir ve Erdoğan Karaca tarafından
gerçekleştirilen yasa dışı gösterilerde slogan attıkları, öldürülen terörist
cenazelerinde olay çıkardıkları, Öcalan için parti, binasında açlık grevi
organize ettikleri anlaşıldığından haklarında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan açılan kamu davası halen Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/14 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 104- DTP ŞIRNAK İL ÖRGÜTÜNÜN ORGANİZE ETTİĞİ İZİNSİZ
GÖSTERİDE TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASININ YAPILMASI: 02.12.2006 tarihinde Şırnak ilinde düzenlenen yasa
dışı gösteriye katılan DTP il başkanı İzzet Belge ve yönetici Abdullah
İsnaç’ın terör örgütünü övücü nitelikte konuşmaları ve yasa dışı slogan
atmaları nedeniyle oluşan terör örgütünün propagandasını yapmak suçu
nedeniyle açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/81 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 105- DTP BAĞCILAR İLÇE BİNASINDA YAPILAN İZİNLİ
ARAMA: 05.11.2006 tarihinde bir ihbar üzerine DTP Bağcılar
ilçe binasında gerçekleştirilen aramada teröristbaşı Öcalan ve terör örgütü
elemanlarının resimlerinin asılı olduğu, çok sayıda yasak yayın bulunduğu,
terör suçlarından aranılan şahısların yakalandığı, dolayısıyla parti
binasının terör örgütü PKK kampı görevini yerine getirdiği görülmüş, DTP
yöneticileri Lütfi Dağ, Mikail Varhan, Hüseyin Şahin, Cihan Gündüz ve Mehmet
Sait Şaşmaz haklarında terör örgütü üyesi olmak suçundan açılan kamu davası
halen İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/391 esas sırasında kayıtlı
dosya üzerinden devam etmektedir. 106- DTP KADIN MECLİSİ TEMSİLCİLERİNİN YAPTIKLARI
BASIN AÇIKLAMASINDA TERÖR ÖRGÜTÜ VE ELEBAŞINI ÖVME EYLEMLERİ: 24.11.2006 tarihinde DTP üyeleri Sara Aktaş, Sebahat
Tuncel (DTP Milletvekili), Yıldız Aktaş, Selma Söker, Zahide Besi, Selma
Irmak, Aynur Coşkun, Sibel Öz, Zeynep Karaman, Pelgüzar Kaygısız, Çimen Işık,
Türkan Yüksel ve Ayfer Ekin tarafından Ankara’da yapılan basın açıklamasında
yer alan ibareler itibariyle oluşan terör örgütü ve elebaşının propagandasını
yapmak suçu nedeniyle açılan kamu davası halen Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/85 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 107- BUCA DTP GENÇLİK MECLİSİ ADINA TERÖR ÖRGÜTÜNÜ
ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 27.05.2007 tarihinde DTP Buca ilçe teşkilatı önünde
Yusuf Koçaklı tarafından okunan “ DTP Buca Gençlik Meclisi” imzalı basın
bildirisinde terör örgütü PKK ve onun elebaşı Öcalan’ı övücü nitelikteki
ifadeler nedeniyle örgüt propagandası yapmak, suç ve suçluyu övmek
suçlarından açılan kamu davası halen İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/309 esas sırasında kayıtlı kamu davası üzerinden devam etmektedir. 108- DTP AĞRI İL ÖRGÜTÜNÜN ORGANİZE ETTİĞİ İZİNSİZ
GÖSTERİDE TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASININ YAPILMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP Ağrı il teşkilatı tarafından
organize edilen izinli gösteri sırasında yapılan konuşmaların içeriği, atılan
yasa dışı sloganlarla gösteri yine terör örgütünü övme niteliğini
kazanmıştır. Olay nedeniyle DTP yöneticileri Murat Öztürk, Hazal Aras ve
Murat Daş haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan
kamu davası halen Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/156 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. 109- DTP MYK ÜYESİ MEDENİ KIRCI’NIN ÖRGÜT
PROPAGANDASI YAPMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP MYK üyesi Medeni Kırıcı
Bingöl ilinde yaptığı konuşmada terör örgütü ve elebaşını övücü beyanlarda
bulunması nedeniyle hakkında açılan soruşturma devam etmektedir. 110- DTP İSKENDERUN İLÇE BAŞKANININ VE YÖNETİCİSİNİN
TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ KONUŞMALARI: 21.03.2007 tarihinde İskenderun ilçesinde düzenlenen
gösteride konuşan DTP ilçe başkanı Mehmet Salih Koca ve ilçe yöneticisi
Mahmut Aydıncı’nın bölücü örgütü övücü beyanlarda bulunduklarının anlaşılması
nedeniyle haklarında suç ve suçluyu övmek suçlarından açılan kamu davası
halen İskenderun 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/438 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir. 111- DTP SULTANBEYLİ İLÇE TEŞKİLATININ ORGANİZE
ETTİĞİ İZİNSİZ GÖSTERİ VE İLÇE BİNASINDA YAPILAN ARAMA: 11.03.2007 tarihinde izinsiz olarak organize edilen
terör örgütü ve elebaşı lehine yapılan gösteri sırasında molotof kokteyli
atma gibi şiddet eylemleri gerçekleştirilmiştir. Görüntü kayıtlarının
incelenmesinde topluluğu DTP yöneticilerinin yönlendirdiğinin belirlenmesi
karşısında DTP Sultanbeyli ilçe teşkilatında yapılan izinli aramada “9 Ekim
senaryosunu nefretle kınıyoruz-Kürt sorununda çözüm gücü Öcalan’dır, derhal
diyalog kurulsun” şeklinde ifade içeren pankart, yasa dışı yayınlar ele
geçirilmiştir. Olayla ilgili olarak DTP Sultanbeyli ilçe başkanı Ahmet
Narım’ın da aralarında bulunduğu kişiler hakkında başlatılan soruşturma devam
etmektedir. 112- DTP KARAYAZI TEŞKİLATINCA GERÇEKLEŞTİRİLEN AÇIK
HAVA TOPLANTISININ ÖRGÜTÜ ÖVME MİTİNGİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 22.03.2007 tarihinde Karayazı ilçesinde
gerçekleştirilen izinli gösteri terör örgütü mitingine dönüştürülmüş, konuşmacı
olan DTP Karayazı ilçe başkanı Fuat Arslan, Karaçoban ilçe başkanı Mehmet
Tilki, Erzurum il başkanı Bedri Fırat ve Parti Meclisi üyesi Cemal Coşgun
yaptıkları konuşmalarda “Önderliğimiz gün be gün sistematik bir biçimde
zehirlenmektedir” gibi ve benzeri ibarelerle terör örgütünü ve elebaşını
övücü beyanlarda bulunmaları nedeniyle olayla ilgili başlatılan soruşturma
devam etmektedir. 113- DTP PARTİ MECLİSİ ÜYESİ LEYLA ZANA’NIN BÖLÜCÜ
NİTELİKTEKİ KONUŞMASI: DTP PM üyesi eski DEP milletvekili Leyla Zana
19.07.2007 günü Bingöl ilinde DTP destekli bağımsız milletvekili adayı Mehmet
Nuri Özmen’in seçim mitinginde yaptığı “Bana Diyarbakır’lı diyorlar, ben
Diyarbakır’lı değil, Kürdistanlıyım. Buralara Doğu, Güneydoğu diyorlar.
Buralar Doğu, Güneydoğu değil Kürdistandır. Bizlere bölücü diyorlar, aslında
bu topraklar bizim” ifadeleriyle yaptığı konuşmanın bölücü terör örgütünün
amaçları doğrultusunda yapıldığına kuşku bulunmamaktadır. İlgilinin daha önce
de benzer eylemleri nedeniyle mahkumiyetleri bulunduğu, terör örgütüne
yakınlığı hatırlandığında toplumu birbirine karşı kışkırtma görevini
üstlendiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Olayla ilgili soruşturma halen devam
etmektedir. 114- DTP PARTİ MECLİSİ ÜYESİ LEYLA ZANA’NIN DİYARBAKIR’DA
YAPTIĞI BÖLÜCÜ VE TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ NİTELİKTEKİ KONUŞMASI: 18.07.2007 tarihinde Diyarbakır ilinde düzenlenen DTP
destekli bağımsız milletvekili adayların seçim mitinginde konuşan DTP PM
üyesi eski DEP milletvekili Leyla Zana çok açık biçimde terör örgütü PKK ve
elebaşı Öcalan’ı övmüş, lehlerine slogan atılmasını sağlamıştır. Önderimiz
İmralı’da sözlerini sarfeden Leyla Zana hakkında açılan soruşturma halen
devam etmektedir. 115- DTP MİLLETVEKİLİ AYSEL TUĞLUK’UN TERÖRİSTBAŞINI
ÖVMESİ: DTP genel başkan yardımcısı ve Milletvekili olan
Aysel Tuğluk’un 17.07.2007 tarihinde yaptığı basın açıklamasında “Öcalan için
sayın ifadesini kullanmaya devam edeceğiz”,”PKK ve Öcalan Kürt sorunundan
bağımsız düşünülemez” şeklindeki sözleri nedeniyle suç ve suçluyu övme ve
terör örgütünün propagandasını yapmak suçlarından açılan soruşturma halen
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam etmekte olup, ilgilinin
milletvekili olması nedeniyle yasama dokunulmazlığının kaldırılması talebinin
sonucu beklenmektedir. 116- DTP ÜYELERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ VE ELEBAŞINI ÖVME
EYLEMLERİ: DTP üyesi olduklarını beyan eden Hediye Tekin ve
Nazime Ceren Salmanoğlu 08.03.2007
tarihinde yaptıkları konuşmalarda açıkça terör örgütü ve elebaşı Öcalan’ı
övücü beyanlarda bulunmaları sebebiyle haklarında suç ve suçluyu övme ve
terör örgütünün propagandasını yapmak suçlarından açılan kamu davası halen
İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/311 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. 117- DTP’Lİ BELEDİYE BAŞKANININ SÖZDE KÜRDİSTAN
ŞEKLİNDE HAVUZ YAPTIRMASI: 23.02.2007 ve öncesi tarihlerde yapımı devam eden
Diyarbakır Kayapınar BELEDİYEsine ait havuzun şekli projesinde elips şeklinde
tasarlandığı halde daha sonra DTP’li BELEDİYE başkanı Zülküf Karatekin ve elemanları
tarafından şekil değiştirilip, bir kağıda kurşun kalemle çizilmek suretiyle
müteahhitten yapımı istenildiği, çizilen şeklin terör örgütü PKK tarafından
sözde büyük kürdistan olarak tanımlanan sınırlarla birebir uyumlu olduğunun
anlaşılması karşısında ilgililer hakkında terör örgütünün propagandasını
yapma suçundan açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/277 esas sırasında kayıtlı kamu davası üzerinden devam etmektedir. 118- DTP MİLLETVEKİLİ SEBAHAT TUNCEL’İN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 08.09.2007 tarihinde Batman ilinde BELEDİYE
tarafından düzenlenen festivalde konuşan DTP Milletvekili Sebahat Tuncel “
Bize denildi ki; çocuklarınızı terörist ilan edin, sizi farklılıklarınızla
kabul edeceğiz, hiçbir Kürt halkı, hiçbir Kürt ferdi bunu kabul etmez”
şeklinde sözlerle terör örgütü PKK’yı açıkça övmüştür. İlgilinin PKK terör
örgütü üyesi olma suçundan yargılamasının devam ettiği dikkate alındığında
sarfettiği bu sözlerin aslında kendisi açısından yadırganacak sözler olmadığı anlaşılacaktır. Ancak yadırganması
gereken; şiddeti öngörmeden, hukuk platformunda demokratik mücadele yapması
öngörülen siyasi parti bünyesinde terör örgütü üyeliğinden yargılanan ve
halen de terör örgütünü savunan ve hatta bunu kendisine görev edindiği anlaşılan
kişilerin bulunmasıdır. Ulusal ve uluslararası düzenlemelerde siyasi
partilerin çalışma ilkelerini belirleyen kurallar ve evrensel demokrasi
ilkeleri açısından üzüntü verici bu durum, Demokratik Toplum Partisi’nin
siyasi parti olarak çalışmalarının temelinde terör örgütünün dolayısıyla şiddetin
yer aldığının açıkça kanıtıdır. Sebahat Tuncel hakkındaki soruşturma
halen devam etmektedir. 119- DTP MİLLETVEKİLİ VE ESKİ GENEL BAŞKANI AHMET
TÜRK’ÜN TERÖR ÖRGÜTÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMASI: 22 Temmuz 2007 seçimlerine DTP destekli bağımsız aday
olarak giren ve milletvekili seçilen partinin eski Genel Başkanı ve DTP
milletvekili Ahmet Türk, 04.08.2007 tarihinde TBMM’de yeminler yapılırken
Meclis bahçesinde NTV isimli televizyon kanalına verdiği röportaj sırasında “Bize
PKK’yı kınayın diyorlar. Kınarsak etkimiz kalmaz” şeklinde beyanda
bulunmuştur. Yukarıda belirtilen olaylarda da görülebileceği gibi DTP
yönetici ve üyelerinin hemen hemen tamamında görülen terör örgütüne yaklaşım
aynıdır.Tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği, ülkemizde otuzbini
aşkın insanımızın hayatına mal olan PKK’yı sadece ve sadece kınayamamak kınarsa
etkilerinin kalmayacağını beyan etmek dahi DTP’nin söz konusu örgütten
izinsiz hiçbir eylemde bulunamayacağının, kendilerinin varlık sebebi olarak
örgütü gördüklerinin kanıtıdır. Söz konusu televizyon programında sarfedilen sözlerle
ilgili Ahmet Türk hakkında başlatılan soruşturma halen devam etmektedir. 120- DTP VAN İL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ
PROPAGANDASI YAPMASI: 16.04.2007 tarihinde DTP Van il yöneticisi Mehmet
Veysi Dilekçi yaptığı basın açıklamasında “PKK bu ülkenin gerçeğidir. Bunu
kabul etmek zorundayız. Bizim PKK ile organik değil duygusal bağımız
var……PKK’nın militanları da bu ülkenin evlatlarıdır. Devlette bunun için
çözüm geliştirmek zorundadır…….Öte yandan hükümetin PKK’nın yaptığı ateşkese
ve barış çağrısına cevap vermesini istiyoruz” şeklindeki sözleri nedeniyle
terör örgütünü övme suçundan açılan kamu davası halen Van Ağır Ceza
Mahkemesinde devam etmektedir. 121- DTP ŞIRNAK İL ÖRGÜTÜ TARAFINDAN DÜZENLENEN AÇIK
HAVA TOPLANTISININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVEN MİTİNG HALİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 21.03.2007 tarihinde DTP Şırnak il örgütü tarafından
gerçekleştirilen toplantıda yapılan konuşmalarda DTP il başkanı İzzet Belge
“doktorlardan bir açıklama gelmeden, bizim liderimizi sapasağlam görmeden bu
gerginlikler devam edecek. Ama Türkiye bunu yapmıyor, Apo zehirlenmedi öyle
bir şey yok, sapasağlamdır ama biz buna inanmıyoruz. Biz Türkiye’ye
sesleniyoruz sağlam bir doktor heyetini İmralı’ya gönderin onlardan açıklama
duyalım biz de rahatlıyalım. İşte biz o zaman sakin olabiliriz.”, DTP kurucu
üyelerinden Selma Söker’de konuşmasında Öcalan’a övgüler düzdükten sonra “
sayın Öcalan son görüşmesinde botan halkına selamlarını iletmiştir. Biz de
buradan kendisine özgürlük çığlığımızı ulaştıralım” şeklinde beyanlarda
bulunmuş, gösteri sırasında terör örgütü PKK ve elebaşı Öcalan lehine yoğun
biçimde sloganlar atılmış, sözde bayraklar alanda dolaştırılmıştır. Söz
konusu olayla ilgili soruşturma devam etmektedir. 122- DTP TUNCELİ İL BAŞKANININ TERÖRİST BAŞI ÖCALAN’I
ÖVMESİ: 18.03.2006 tarihinde DTP Tunceli il örgütünün
düzenlediği, atılan sloganlarla örgüt mitingine çevrilen açık hava
toplantısında partinin il başkanı olan Özgür Söylemez yaptığı konuşmada “sayın
Öcalan’a uygulanan ağır tecrit polıitikalarını doğru bulmuyoruz” şeklinde
sözlerle suç ve suçluyu övme suçunu işlediği anlaşıldığından hakkında açılan
kamu davasının Tunceli Sulh Ceza Mahkemesinin 2006/103 esas sayılı dosyası
üzerinden yapılan yargılaması sonucu TCY.nın 215. maddesi uyarınca
cezalandırılmasına karar verilmiştir. 123- DTP MYK ÜYESİ MEHMET ZEKİ DOĞRUL’UN ÖCALAN’I
ÖVÜCÜ BEYANI: 05.05.2007 tarihine DTP Bingöl il teşkilatının olağan
kongresinde konuşan partinin MYK üyesi Mehmet Zeki Doğrul’un “sayın Öcalan”
diye başlayan ve örgüt liderini övücü sözlerin yer aldığı konuşmasında suç ve
suçluyu övme suçunu işlediği anlaşıldığından TCY.nın 215. maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle açılan kamu davasın halen Bingöl Sulh Ceza
Mahkemesi nezdinde devam etmektedir. 124- DTP SİLOPİ İLÇE TEŞKİLATININ DÜZENLEDİĞİ YASA
DIŞI GÖSTERİ: 24.04.2007 tarihinde DTP Silopi ilçe başkanı ve
yöneticileri olan Haci Üzen, Sabriye Burumtekin ve Fatma Gündüz tarafından
düzenlenen izinsiz gösteri sırasında “Dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan”,
“Öcalan’sız dünyayı başınıza yıkarız”, “biji serk Apo” gibi yasa dışı
sloganların atıldığı, Fatma Gündüz tarafından okunan Öcalan’ı övücü
nitelikteki basın açıklaması ve gösterinin terör örgütü gösterisine
dönüştürüldüğünün anlaşılması karşısında ilgilileri hakkında 2911 sayılı
yasanın 28/1. maddesi gereğince cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu
davası halenSilopi 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 2007/666 esas sırasında
kayıtlı dosyası üzerinden devam etmektedir. 125- DTP’NİN YASADIŞI EYLEMLERDE YAŞI KÜÇÜK KİŞİLERİ
KULLANMASI: 19.03.2006 tarihinde Antalya ili Konyaaltı Açıkhava
Tiyatrosu’nda DTP tarafından izinli olarak düzenlenen açık hava gösterisi
sırasında elde edilen görüntüler üzerinde ve alanda kolluk kuvvetlerinin
yaptıkları tesbitler sonucu terör örgütü PKK’yı simgeleyen sözde bayrakları
taşıyan, üzerlerinde beyaz penye üzerine yazı ile “ Öcalan irademizdir” yazdırılmış
ve özel olarak yaptırılmış tişörtleri giyen1990 doğumlu Ayten Dursun, 1989
doğumlu Hüsna Adam ve 1989 doğumlu Hülya Kılıç yakalanmışlardır. Haklarında
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davasında İzmir 8.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/348 esas sayılı dosyası üzerinden yapılan
yargılamaları sonucu adı geçenlerin TCY.nın 314/2. maddesi delaletiyle 220/8.
maddesi gereğince cezalandırılmalarına karar verilmiştir. Sanıklar söz konusu
yargılamaları sırasında verdikleri ifadelerinde üzerlerine giydikleri
tişörtleri ve salladıkları örgüt bayraklarını olaydan 3-4 gün önce evlerine
gelen ve DTP’den geldiklerini söyleyen kişilerin kendilerine verdiğini ve
giymelerini istediklerini beyan etmişlerdir. Aynı olayda yargılanıp, işlediği
fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamadığı yönünde uzman hekim kurulu
raporu bulunması nedeniyle atılı suçtan ceza tertibine yer olmadığına karar
verilen 1992 doğumlu Dilan Taş’ta aynı şekilde beyanda bulunmuştur. Söz
konusu yargılama dosyasındaki bilgilerden açıkça anlaşılabileceği gibi
Demokratik Toplum Partisi terör örgütünü övme, yüceltme eylemlerinde çocukları
dahi kullanmıştır. Yasa dışı gösteride küçük çocukların kullanılmasının
siyasi partinin amaçlarına ulaşmada kullanması gereken demokratik
araçlardan birisi olamadığı tartışmasızdır. 126- DTP ÜYELERİNİN YASA DIŞI SLOGAN ATTIKLARI ŞİDDET
İÇERİKLİ GÖSTERİ: 24.11.2006 tarihinde Malatya DTP üyeleri Mehmet Emin
Yanardağ ve Bayram Bozan’ın da içlerinde bulunduğu bir grup tarafından
gerçekleştirilen yasa dışı gösteride terör örgütü ve elebaşının sloganlarla
propagandasının yapıldığının belirlenmesi karşısında haklarında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası halen Malatya 3.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/116 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. 127- EYLEM YAPMAK İÇİN İSTANBUL’A GELEN TERÖR ÖRGÜTÜ
ÜYESİNİN DTP İL BİNASINDA KARŞILANIP, LOJİSTİK DESTEK SAĞLANMASI: 16.09.2006 tarihinde İstanbul ilinde yakalanan PKK
terör örgütü üyesi Müslüm Karadağ ifadesinde PKK terör örgütüne katılışını,
örgütün kırsal alanında eğitim gördüğünü detaylı olarak anlatmış, ifadesinde
devamla 2006 yılında eylem için İstanbul’a geldiğini, burada İstanbul DTP
il binasında tanıştığı Lezgin isimli şahsın barınma konusunda kendisine
yardımcı olduğunu, DTP il teşkilatında bulunan “yurtsever” tabir edilen
ailelere kendisini teslim ederek barınma konusunda yardımcı olduğunu, bu
kapsamda İstanbul’un muhtelif yerlerinde çeşitli şahıslara ait evlerde
kaldığını, gündüzleri ise DTP il binasına götürüldüğünü beyan etmiştir. Söz
konusu olayla ilgili olarak Müslüm Karadağ hakkında terör örgütü üyesi olmak
suçundan açılan kamu davası halen İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006&250 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 128- KIZILTEPE İLÇESİNDE DTP TARAFINDAN ORGANİZE
EDİLEN ŞİDDET EYLEMLERİ VE PARTİ İL BİNASINDA YAPILAN ARAMA SONUCU ELE GEÇEN
SUÇ UNSURLARI: 02.04.2006 tarihinde 14 teröristin öldürülmesini
protesto amaçlı olarak DTP tarafından düzenlenen basın açıklamasının şiddet
eylemlerine dönüştüğü, parti binasından taş atılması ve bir polis memurunun
tabancasının gasp edilip, güvenlik kuvvetlerinin üzerine ateş açılması
üzerine merciinden izin alınarak girilen DTP Kızıltepe ilçe binasında yapılan
aramada; “BİZLER TÜRKİYELİYİZ AMA KÜRDÜZ ÖNDERİMİZ ABDULLAH ÖCALANDIR”, “KÜRT
HALKINA UZANAN ELLER KIRILSIN”, “KÜRT HALKI ÖZGÜRLEŞİNCEYE KADAR DİRENECEK”
gibi terör örgütü ve elebaşını övüp, sahiplenen hazır pankartların, bol
miktarda asılı Öcalan ve terör örgütü elemanlarının resimlerinin bulunduğu
tesbit edilmiştir. Olaylara fiilen katılan ve yaptıkları açıklama ve
hareketlerle olayları başlatan DTP Mardin il yöneticileri Ferhan Türk,
Cebrail Sayar, Osman Akkoyun, Ahmet Temel, Süleyman Ökmen ve Gülser
Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu kişiler hakkında terör örgütüne üye olma
suçundan açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006/159 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 129- DTP MİLLETVEKİLİ AHMET TÜRK’ÜN TERÖR ÖRGÜTÜ
PKK’YA TEŞEKKÜR ETMESİ: DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün 06.11.2006 tarihinde
Manisa’da yaptığı konuşma sırasında PKK’ya gerçekleştirdiği sözde ateşkesle
ilgili teşekkür ettiği iddiası ile ilgili olarak kendisine soru yönelten
Batman Çağdaş Gazetesi muhabirlerine olayı doğrulayan beyanda bulunduğu
iddiası ile hakkında açılan soruşturma Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı
nezdinde devam etmektedir. 130- DTP MİLLETVEKİLLERİ AYSEL TUĞLUK VE AYLA AKAT
ATA’NIN TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYELİĞİ SUÇUNDAN YARGILANMALARI: Terör örgütü PKK’nın kurucusu ve elebaşı Abdullah
Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp, ülkemize getirilmesinden sonra gerçekleşen
yargılama süreci sonrasında mahkum olduğu cezası İmralı Cezaevinde infaz
edilmektedir. Yasalar gereğince avukatlarıyla görüşme olanağı tanınan
teröristbaşının avukatları yasal haklarını kötüye kullanarak teröristbaşının
terör örgütünü ve kurdurduğu siyasi partileri (geçmişte DEHAP, şimdi ise DTP)
yönetmesine olanak sağlayan talimatlarını her görüşme sonrası “GÖRÜŞME
NOTLARI” adı altında terör örgütüne yakınlığı ile bilinen internet
sitelerinde yayınlanmasını sağlamışlardır. Bu açıdan bakıldığında elebaşına yakınlıklarından ve
sadakatlerinden kuşku duyulmayacak avukatlarından bazılarının DTP destekli
bağımsız aday olarak milletvekili seçimlerine katılmaları ve hatta
milletvekili seçilmeleri beklenen sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim
teröristbaşının bu süreçte avukatlığını yapan Aysel Tuğluk ve Ayla Akat Ata
22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan seçimler sonucu milletvekili seçilmişler ve
derhal Öcalan’ın talimatı ile kurulun Demokratik Toplum Partisi’ne
katılmışlardır. İlgililer hakkında teröristbaşının talimatlarını gerekli
gördükleri yerlere iletmeleri nedeniyle açılan soruşturma sonucu eylemlerinin
çok sayıda olması nedeniyle örgüt propagandası niteliğini aşıp, örgüt üyeliği
vasfına ulaştığı anlaşıldığından terör örgütüne üye olmak suçundan haklarında
açılan kamu davaları birleştirilerek halen İstanbul 10. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/358 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 131- DTP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI SELMA IRMAK’IN
TERÖRİSTBAŞINI ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: DTP Genel Başkan yardımcısı Selma Irmak 05.10.2007
tarihinde Ankara’da yaptığı basın açıklamasında terör örgütü PKK’nın elebaşı
Öcalan’ı övücü beyanlarda bulunması nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övmek
suçundan başlatılan soruşturma Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam
etmektedir. 132- DEMOKRATİK TOPLUM PARTİLİ BELEDİYE BAŞKANLARININ
TERÖR ÖRGÜTÜNÜN YAYIN ORGANI ROJ İSİMLİ TELEVİZYON KANALININ KAPATILMASINI
ÖNLEMEK İÇİN DANİMARKA BAŞBAKANINA MEKTUP YAZMALARI: Daha önce Avrupa çıkışlı yayın yapan ve bu yayını
ilgili ülkeler nezdinde Devletimizin “terör örgütünün sözcüsü gibi yayın
yaptığı gerekçesi ile” yaptığı girişimler sonucu bu durumun sabit olduğunun
ilgili ülkelerce de anlaşılmasıyla kapatılmasına karar verilen MED TV, daha
sonra kurulup aynı akıbete uğrayan MEDYA TV adlı televizyon kanallarının
devamı niteliğinde, aynı kadrolar tarafından kurulan ROJ TV, halen Avrupa
çıkışlı olarak yayınına devam etmektedir. Bu yayının kaldırılmasına ilişkin
girişimlerde bulunulması karşısında etkili propaganda vasıtasını kaybetmekten
korkan terör örgütüne paralel olarak DTP yöneticileri de yayının
“durdurulmaması” için girişimlerde bulunmuş, bu anlamda çeşitli etkinliklerin
yanı sıra DTP’li 56 BELEDİYE başkanı imzası ile yayının yapıldığı Danimarka
Başbakanına bir mektup gönderilmiş, parti mitinglerinde konuşan tüm
yöneticiler söz konusu yayını savunan beyanlarda bulunmuşlardır. Halen söz
konusu televizyon kanalının başında bulunan Abdullah Hicab adlı kişinin PKK üst yönetiminde de yer
alması ve örgüt tarafından bu işle görevlendirilmesi, terörist başı Öcalan’ın
avukat görüşmelerinde ( örneğin 12.Mayıs 2004 tarihli avukat görüşmesindeki
beyanları) söz konusu kanalın yapısını ortaya koymaktadır. Terör örgütünün
sözcülüğünü yaptığından kuşku bulunmayan, bu nedenle Dışişleri Bakanlığı
tarafından yayınlarının engellenmesi amacıyla yayının yapıldığı Danimarka
ülkesi nezdinde başlatılan girişimler karşısında DTP’li BELEDİYE başkanları
tarafından Danimarka Başbakanına yazılan ve ROJ TV’nin kapatılmaması talebini
içeren mektup nedeniyle mektuba imza koyan Osman Baydemir, Fırat Anlı,
Abdullah Demirbaş, Yurdusev Özsökmenler, Zülküf Karatekin, Mehmet Salih
Yıldız, Hüseyin Kalkan, Metin Tekçe, Gülcihan Şimşek, Muzaffer Yöndemli,
Songül Erol Abdil, Cihan Sincar, Mehmet Nasır Aras, Demir Çelik, Ali Yıldız,
Memet Tahir Kahramaner, Seyfettin Aydın, Mulla Şimşek, Abdülkerim Adam,
Nusret Aras, Fahrettin Astan, Mehmet Selim Demir, Mehmet Tanhan, Mukaddes
Kubilay, Fikret Kaya, Kutbettin Taşkıran, Aydın Budak, Hurşit Tekin, Şeyhmus
Bayhan, Faik Dursun, Şükran Aydın, Ramazan Kapar, Nadir Bingöl, Hüseyin
Öğretmen, Murat Ceylan, Abdullah Akengin, Esat Üner, Osman Keser, Leyla
Güven, Etem Şahin, Süleyman Anık, Resul Sadak, Hasan Karakaya, Nuran Atlı,
Zeyniye Öner, Emrullah Cin, Muhsun Kunur, Burhan Kurhan, Seyfettin Alkum,
Hurşit Alptekin, Mehmet Kaya, Orhan Özer, Ahmet Ertak, Abdulkadir Ağaoğlu,
Ayhan Erkmen ve İsmail Arslan haklarında silahlı örgüte bilerek ve isteyerek
yardım etmek suçundan açılan kamu davası halen Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/205 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 133- DTP MİLLETVEKİLLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ TARAFINDAN
KAÇIRILAN SEKİZ ASKERİN GERİ ALINMASINI ÖRGÜT PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRMESİ: 21 Ekim 2007 tarihinde terör örgütü tarafından
kaçırılan sekiz askerin geri alınması olayı DTP milletvekilleri Aysel Tuğluk,
Fatma Kurtulan ve Osman Özçelik tarafından tam bir örgüt propagandasına
dönüştürülmüştür. Roj TV gibi örgütün yayın organlarında olaydan sonra
askerlerin teslim edilmeleri için özellikle ailelerinin DTP’ye
yönlendirilmeleri ve nihayetinde üç milletvekilinin Kuzey Irak’a giderek
terör örgütü elebaşının resimleri ve sözde bayrakları önünde askerleri
almalarına ait görüntülerle istenilen propaganda amacına ulaşılmak
istenilmiştir. Terör örgütünün aileleri DTP’ye yönlendirmesinden de
anlaşılacağı gibi söz konusu eylemin propaganda amaçlı planlandığı çok açık
olarak ortaya çıkmıştır. Olayla ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından Aysel Tuğluk, Fatma Kurtulan ve Osman Özçelik haklarında
başlatılan soruşturma devam etmektedir. 134- DTP MİLLETVEKİLİ İBRAHİM BİNİCİ’NİN TERÖR ÖRGÜTÜ
MENSUBUNUN CENAZESİNDE YAPTIĞI BASIN AÇIKLAMASI: İran-Irak sınırında öldürülen terör örgütü PKK
mensubu Ayfer Serçe ile ilgili olarak 29.07.2007 tarihinde Viranşehir
İlçesinde yasa dışı sloganların atıldığı örgütün elebaşının posterlerinin
açıldığı, sözde bayraklarının sergilendiği gösteri sırasında basın açılaması
yapan DTP Milletvekili İbrahim Binici’nin “Kürt halkına karşı tüm bu vahşi ve
kanlı yönelimler Türk ve İran Devletlerinin eş zamanlı olarak
gerçekleştirdikleri operasyonlarla direk bağlantılı olduğu bilinmelidir” gibi
sözleri nedeniyle işlemiş olduğu halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçu
nedeniyle hakkında açılan kamu davası halen Viranşehir Asliye Ceza
Mahkemesinin 2007/39 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. 135- DEHAP’IN DTP’YE KATILIŞ BİLDİRGESİ: Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
yönelik eylemleri odağı olduğu gerekçesiyle hakkında Anayasa Mahkemesi’ne
kapatma davası açılmış olan Demokratik Halk Partisi (DEHAP) parti meclisi ve
il başkanlarının katılımıyla 16 Ağustos 2005 tarihinde “ Demokratik Toplum
Hareketi’ne katılım” adı altında gerçekleştirdikleri toplantının sonuç
bildirgesinde DEHAP’ın “…ciddi bir tecritle iç içe yaşatılan sayın Abdullah
Öcalan’ın sorunun çözümünde muhatap olma bakış açısının kabulünde rolünü
oynamaya çalıştığı….” beyanla, bundan sonra yola Demokratik Toplum Hareketi
(daha sonra DTP olarak partileşen oluşum) bünyesinde devam edeceklerini
deklare etmeleri nedeniyle Tuncer Bakırhan, ve diğer ilgililer hakkında suç
ve suçluyu övme suçundan açılan kamu davası halen Ankara 3. Sulh Ceza
Mahkemesinin 2007/265 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir.
Hakkında açılan kapatma davası dikkate alındığında DEHAP’ın üstlendiği görevi
belirterek, aynı yönde çalışmak için DTP’ye katılması, davalı partinin asıl
amacının terör örgütü ve liderinin savunulması olduğunu açıkça
kanıtlamaktadır. 136- DTP ANKARA İL YÖNETİCİSİNİN YASADIŞI GÖSTERİLERİ
ORGANİZE ETMESİ: 11 Eylül 2007 tarihinde Ankara TED Koleji çok katlı
otoparkında ele geçen düzenekli patlayıcı yüklü Mercedes Vito marka araçla
ilgili yapılan soruşturma sırasında ulaşılan zanlı Alpaslan Özkan
ifadelerinde Ankara’da üniversitelerde okuyan öğrencilere PKK propagandası
yapılarak örgüte eleman kazandırılması amacıyla kurulan Gençlik Kültür
Merkezi (GKM)’nin DTP Ankara il yönetiminde görevli Fevzi Kara isimli şahsa
ait olduğunu, yine DTP Ankara il yönetiminde görevli Taylan Gürel isimli
şahsın sürekli GKM’ne gelip gittiğini, terör örgütünün yayın organlarında
verilen örgüt ve elebaşısı Abdullah Öcalan lehine yasa dışı eylem
talimatlarının gereğini yapmak üzere Ankara DTP il yönetimince alınan
kararların bu şahıslar tarafından duyurulup, eylemlerin organize edildiğini
beyan etmiştir. Olayla ilgili soruşturma halen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
nezdinde devam etmektedir. 137- DTP MİLLETVEKİLLERİ FATMA KURTULAN VE SEVAHİR
BAYINDIR’IN TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPLARINDA EĞİTİM ALMASI: Terör örgütü içerisinde faaliyette bulunduktan sonra
ayrılan Dicle kod S.S. isimli şahıs daha sonra verdiği ifadelerinde; örgüt
içerisinde faaliyet gösterdiği sırada HADEP-DEHAP parti teşkilatından bir çok
insanın örgütün kamplarına gelerek siyasi eğitim aldıktan sonra tekrar
Türkiye’ye dönerek bu partiler içerisinde faaliyet gösterdiğini, 2003 yılında
(halen DTP milletvekili olan) Fatma Kurtulan ve Sevahir Bayındır’ın örgüte
ait Şehit Harun kampına geldiklerini, kendilerine üç ay süreyle PJA
içerisinde üst düzey sorumlusu Pelşin kod Gülizar Tural tarafından siyasi
eğitim verildiğini, bu süre zarfında her ikisinin de örgüt kıyafetlerini
giydikleri, eğitimin sonunda siyasi çalışmalarda bulunmak üzere Türkiye’ye
döndüklerini beyan ettiği görülmüştür. Resmi nikahlı eşi Salman Kurtulan’ın
halen örgüt içerinde faaliyet gösterdiği anlaşılan Fatma Kurtulan ve Sevahir
Bayındır haklarında olayla ilgili soruşturmaya devam edilmektedir. 138- DTP’Lİ ŞIRNAK BELEDİYE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ
ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: 07 Eylül 2007 tarihinde DTP’li Şırnak BELEDİYE
başkanı Ahmet Ertak’ın Şırnak’ta Fransız haber ajansı “France 139- DTP ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI
YAPMASI, DOĞUBAYAZIT İLÇE BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ MERKEZİNE ÇEVRİLMESİ: 21.02.2006 tarihinde kuruluş aşamasındaki DTP
Doğubayazıt ilçe binasında yapılan izinli arama sırasında duvarlarda terör
örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın posterlerinin asılı olduğu, bina içerisinde
“ Ben bir Kürdistanlı olarak, Kürdistan’da sayın Abdullah Öcalan’ı siyasal
irade olarak görüyor ve kabul ediyorum” içerikli Türkçe ve Kürtçe matbu dilekçelerin
bulunduğu belirlenmiştir. Partinin kuruluş çalışmalarını yapan ve terör
örgütü üyeliği suçundan mahkum olduğu önceki cezasını çektikten sonra
cezaevinden 01.11.2004 tarihinde tahliye edilen Ahmet Özbay hakkında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davasının yapılan
yargılaması sonucu Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 30.05.2006 gün ve
2006/55-76 sayılı kararı ile 3713 sayılı yasanın 7/2. maddesi gereğince 10 ay
hapis ve 416.00 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği
anlaşılmıştır. 140- DTP ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI
YAPMASI: DTP üyesi olduğunu beyan eden Orhan Tunç’un
02.10.2006 ve öncesi tarihlerde Diyadin İlçesinde terör örgütü PKK’nın
propagandasını yapıp, eleman kazandırmaya çalıştığının anlaşılması karşısında
hakkında başlatılan soruşturma Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam
etmektedir. 141- DTP’Lİ BELEDİYE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ
KONUŞMASI: 02.10.2007 tarihinde öldürülen terör örgütü mensubu
Mehmet Bayram’ın ailesi tarafından Adana İlinde kurulan taziye çadırına gelen
Yakapınar beldesinin DTP’li BELEDİYE başkanı Osman Keser’in burada yaptığı
konuşma sırasında “…bugün acı günü yaşıyoruz. Kürdistan halkı bir evladını
daha toprağa verdi ve Hamit arkadaşımızı toprağa verdik. Bu bizim ne ilk
şehidimizdir, ne de son şehidimiz olacaktır…..otuz yıldır silahlarla,
operasyonlarla köylerimizi, coğrafyamızı yok ettiler. Hiçbir sonuç alamadılar
ve alamayacaklardır….” gibi sözlerle açıkça terör örgütünün propagandasını
yapması nedeniyle hakkında başlatılan soruşturma halen Adana Cumhuriyet
Başsavcılığı nezdinde 2007/566 sayılı soruşturma evrakı üzerinden devam
etmektedir. D- EYLEMLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ 07.06.1990 tarihinde SHP’den ayrılan onbir
milletvekili tarafından kurulan Halkın Emek Partisi (HEP) hakkında Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 03.07.1992 tarihinde kapatma davası
açılınca, 19.10.1992 tarihinde Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP)
kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi 14.07.1993 tarihinde HEP’in kapatılmasına karar
vermiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
29.01.2003 tarihinde ÖZDEP’in kapatılması için dava açılması üzerine
07.05.1993 tarihinde Demokrasi Partisi (DEP) kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi
23.11.1993 tarihinde ÖZDEP’in kapatılmasına karar vermiştir. DEP hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından 11.05.1994 tarihinde kapatma davası açılması üzerine bu kez
11.05.1994 tarihinde Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kurulmuştur.16.06.1994
tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından DEP’in kapatılmasına karar
verilmiştir. 29.01.1999 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından HADEP’in kapatılması için dava açılmış, bu arada 24.10.1997
tarihinde Demokratik Halk Partisi (DEHAP) kurulmuş, 13.03.2003 tarihinde de
Anayasa Mahkemesi HADEP’in kapatılmasına karar vermiştir. DEHAP’ın kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığınca 13.03.2003 tarihinde dava açılmış, 09.11.2005 tarihinde
davalı Demokratik Toplum Partisi kurulmuştur. DEHAP hakkında dava süreci
halen devam etmekte olup, bu arada DEHAP 19.11.2005 tarihinde fesih kararı
almıştır. 1990 yılından bu yana devam eden ve yukarıda
özetlenen süreçten anlaşılacağı gibi hemen hemen aynı kadrolar tarafından
kurulup, devam ettirilen HEP; ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP ve şimdi de DTP’nin
aynı akıbete uğramaları rastlantı değildir. Söz konusu partilerin tamamının
terör örgütü PKK ile bağlantılı faaliyet gösterdikleri toplumda inkar
edilemeyen bir gerçekliktir. Nitekim davalı parti DTP’de süreçte görevini
yerine getirirken yukarıda bahsedilen olaylarda açıkça görüleceği gibi tüm
eylemlerini terör örgütü güdümünde gerçekleştirmiş, örgütün ve elebaşısı
Abdullah Öcalan’ın savunulmasından başka demokratik anlamda bir siyasi
partiden beklenilebilecek hiçbir girişim veya söylem geliştirmemiş, deyim
yerinde ise kendisini terör örgütü savunmanlığına özgülemiştir. Terör örgütüne terör örgütü diyememenin yanında
“kardeşlerimiz”, “tabanımız”, muhatap alınması gereken kurum” gibi ifadeler
kullanılmış, parti binaları örgüt kampları gibi terörist resimleri, sözde
örgüt bayrakları ile donatılmış, örgüt lehine eğitim faaliyetleri yapılan,
terör örgütü ve elebaşı lehine yasa dışı gösterilerin organize edildiği,
teröristlerin buluşma noktası haline getirilmiştir. Öldürülen terör örgütü
elemanları “şehit” olarak tanımlanmış, ROJ TV gibi örgütün yayın organları
birinci derece muhatap alınarak programlarına partinin her kademesinden
kişiler vasıtası ile katılınmış, telefonla canlı bağlantılar yapılmış,
hepsinde de örgüt propagandası içeren, halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden
beyanlarda bulunulmuştur. Terör örgütünün yayın organı olduğu kuşkusuz olan,
daha önceki versiyonları MED TV, MEDYA TV gibi televizyon kanallarının
yetkili mercilerin girişimleri üzerine yayın yaptıkları ülkelerce kapatılması
sonrasında kurulan ROJ TV hakkında yine yayın yaptığı ülke nezdinde yayının
engellenmesi girişimlerinde bulunulması üzerine partinin tüm kademelerinde
yer alan görevliler tarafından yoğun bir şekilde söz konusu kanalın
kapatılmaması için kampanya başlatılmıştır. Davalı partinin tüm gösteri ve
toplantıları, hatta olağan kongreleri dahi terör örgütü ve elebaşısı lehine
atılan sloganlar, taşınan pankartlar, resimler, sözde örgüt bayrakları,
sergilenen şiddet görüntüleri ile gerçekleşmiştir. Parti mensuplarının eylemleri propaganda boyutlarını
aşarak şiddet eylemlerinde görev almaya, terör örgütü bildirilerini halka
dağıtmaya, talimatlara uymayanları tehdide, adliye binalarına bomba koymaya,
terör örgütüne eleman kazandırıp, kırsala göndermeye, teröristlerin
talimatlarını alıp, gereğini yapmaya, partililerin örgüt kamplarına gidip,
toplantılara katılmasına, buralarda eğitim aldıktan sonra ülkeye dönüp
faaliyette bulunmaya, hatta gösterdikleri liyakat gözetilerek milletvekili
olmaya, terör örgütünün ihtiyaçlarını karşılamak için halktan para toplamaya
dönüşmüştür. Davalı partinin eylemlerinin demokratik hukuk düzeninde olması
gereken hiçbir unsuru taşımadığı gibi, olmaması gereken tüm unsurları
taşıdığı tartışmaya yer vermeyecek bir gerçeklik olarak önümüzdedir. PKK’lı teröristlerin yol kesip, 22 Temmuz 2007
tarihinde yapılan milletvekilliği seçimleri için DTP destekli seçime giren
(seçimden sonra DTP’ye katılan bağımsız adaylara oy verilmesi için propaganda
yapması durumun ne derece vahim olduğunun kanıtıdır. IV- KONUYLA İLGİLİ DÜZENLEMELER : A) ANAYASA HÜKÜMLERİ Başlangıç kısmı :” ….Hiçbir faaliyetin Türk milli
menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının,
Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve
inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik
ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve
politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;” 2. madde: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru,millî
dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” 3. maddenin 1. fıkrası: “Türkiye Devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” 4. madde: “Anayasa’nın 1 inci maddesindeki Devletin
şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki
Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez.” 14. maddenin 1. fıkrası: “Anayasada yer alan hak ve
hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan
kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” 14. maddenin 3. fıkrası: “Bu hükümlere aykırı
faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.” 66. maddenin 1. fıkrası: “Türk Devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” 68. maddenin 2. 3. ve 4. fıkrası : “Siyasî partiler,
demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Siyasî partiler önceden izin almadan kurulurlar ve
Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler. Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri,
Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan
haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine,
demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre
diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi
amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.” 69. maddenin 6. fıkrası: “Bir siyasî partinin 68 inci
maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli
kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir.
Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir
şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez
karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği
yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.” B ) 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’ndaki Hükümler
4. madenin 2. fıkrası: Siyasi partilerin kuruluşu,
organlarının seçimi, işleyişi, faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri
belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz.” 78. madde: “Siyasi partiler: a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini;
Anayasa’nın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını;
Anayasa’nın 3 üncü maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, milli marşına ve başkentine dair
hükümlerini; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun
ancak, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle
kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin
kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya
hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli,
genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi
altında yapılması esasını değiştirmek; Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye
düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep
ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan
bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette
bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler. b) Bölge, ırk,
belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına
dayanamaz veya adlarını kullanamazlar. c) Sosyal bir
sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini veya zümre egemenliğini
veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamazlar
ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar. … f) Anayasa’nın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak
ve hürriyetleri yok etmeye yörelik bir faaliyette bulunma hakkını verir
şekilde yorumlayamazlar.” 80. madde: “Siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin
dayandığı Devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemezler ve bu
amaca yönelik faaliyette bulunamazlar. “ 81.madde: “Siyasi partiler: a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya
dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunu ileri süremezler. b) Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve
kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti
ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını
güdemezler ve bu yolda faaliyette bulunamazlar. c) Tüzük ve programlarının yazımı ve yayınlanmasında,
kongrelerinde, açık veya kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde,
propagandalarında Türkçe’den başka dil kullanamazlar; Türkçe’den başka
dillerde yazılmış pankartlar, levhalar, plaklar, ses ve görüntü bantları,
broşür ve beyannameler kullanamaz ve dağıtamazlar; bu eylem ve işlemlerin
başkaları tarafından da yapılmasına kayıtsız kalamazlar. Ancak, tüzük ve
programlarının kanunla yasaklanmış diller dışındaki yabancı bir dile
çevrilmesi mümkündür. “ 82. madde: “Siyasi partiler, bölünmez bir bütün olan
ülkede, bölgecilik veya ırkçılık amacını güdemezler ve bu amaca yönelik
faaliyette bulunamazlar.” 90. maddenin 1. fıkrası : “Siyasi partilerin tüzük,
program ve faaliyetleri Anayasa ve bu Kanun hükümlerine aykırı olamaz.” 101/b. maddesi : “Anayasa Mahkemesince bir siyasî
parti hakkında kapatma kararı; a) Bir siyasî partinin tüzük ve programının Devletin
bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına,
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya
herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç
işlenmesini teşvik etmesi, b) Bir siyasî partinin, Anayasa’nın 68 inci
maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline
geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti, Hallerinde verilir. Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkranın (a) ve (b)
bentlerinde sayılan hallerde temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin
ağırlığına göre ilgili siyasî partinin almakta olduğu son yıllık Devlet
yardımı miktarının yarısından az olmamak kaydıyla, bu yardımdan kısmen veya
tamamen yoksun bırakılmasına, yardımın tamamı ödenmişse aynı miktarın
Hazineye iadesine karar verebilir.” 103/2. maddesi: “Bir siyasî parti, bu nitelikteki
fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları
veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim
kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya
anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu
fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.” C) 5237 sayılı TÜRK CEZA Yasası’ndaki Hükümler Suç işlemeye tahrik Madde 214- (1) Suç işlemek için alenen tahrikte bulunan kişi,
altı aydan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Halkın bir kısmını diğer bir kısmına karşı silahlandırarak,
birbirini öldürmeye tahrik eden kişi, onbeş yıldan yirmidört yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılır. (3) Tahrik konusu suçların işlenmesi halinde, tahrik
eden kişi, bu suçlara azmettiren sıfatıyla cezalandırılır. Suçu ve suçluyu övme Madde 215- (1) İşlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan
dolayı bir kişiyi alenen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama Madde 216- (1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine
kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği
açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din,
mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi,
altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (3) Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri
alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması
halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kanunlara uymamaya tahrik Madde 217- (1) Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden
kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan iki
yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Ortak hüküm Madde 218- (1) (Değişik:
29/6/2005 – 5377/25 md.) Yukarıdaki maddelerde tanımlanan suçların
basın ve yayın yoluyla işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranına kadar
artırılır. Ancak, haber verme sınırlarını aşmayan ve eleştiri amacıyla
yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma Madde 220- (1) Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla
örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı
ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde,
iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, örgütün
varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması gerekir. (2) Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye
olanlar, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (3) Örgütün silahlı olması halinde, yukarıdaki
fıkralara göre verilecek ceza dörtte birinden yarısına kadar artırılır. (4) Örgütün faaliyeti çerçevesinde suç işlenmesi
halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı da cezaya hükmolunur. (5) Örgüt yöneticileri, örgütün faaliyeti
çerçevesinde işlenen bütün suçlardan dolayı ayrıca fail olarak cezalandırılır. (6) Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç
işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan dolayı cezalandırılır. (7) Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla
birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak
cezalandırılır. (8) Örgütün veya amacının propagandasını yapan kişi,
bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve
yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında
artırılır. Etkin pişmanlık Madde 221- (1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle
soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden önce,
örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlayan kurucu
veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz. (2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde
herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten
ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz. (3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun
işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak
örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli
bilgi vermesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz. (4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya
örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte
bilerek ve isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün
yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi
halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan
dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra vermesi
halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden dörtte üçe
kadar indirim yapılır.(1) (5) Etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler hakkında
bir yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur. Denetimli
serbestlik tedbirinin süresi üç yıla kadar uzatılabilir. (6) (Ek:
6/12/2006 – 5560/8 md.) Kişi hakkında, bu maddedeki etkin pişmanlık
hükümleri birden fazla uygulanmaz. Hükûmete karşı suç Madde 312- (1) Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti
Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen
engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası
verilir. (2) Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların
işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya
hükmolunur. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine karşı silâhlı isyan Madde 313- (1) Halkı, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine karşı
silahlı bir isyana tahrik eden kimseye onbeş yıldan yirmi yıla kadar hapis
cezası verilir. İsyan gerçekleştiğinde, tahrik eden kişi hakkında yirmi
yıldan yirmibeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine karşı silahlı
isyanı idare eden kişi, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılır. İsyana katılan diğer kişilere altı yıldan on yıla kadar hapis
cezası verilir. (3) Bir ve ikinci fıkrada tanımlanan suçların,
Devletin savaş halinde olmasının sağladığı kolaylıktan yararlanmak suretiyle
işlenmesi halinde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur. (4) Bir ve ikinci fıkrada tanımlanan suçların
işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan
dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur. Silâhlı örgüt Madde 314- (1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer
alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on
yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara,
beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir. (3) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin
diğer hükümler, bu suç açısından aynen uygulanır. Silâh sağlama Madde 315- (1) Yukarıdaki maddede tanımlanan örgütlerin
faaliyetlerinde kullanılmak maksadıyla bunların amaçlarını bilerek, bu
örgütlere üretmek, satın almak veya ülkeye sokmak suretiyle silah temin eden,
nakleden veya depolayan kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır. Suç için anlaşma Madde 316- (1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer
alan suçlardan herhangi birini elverişli vasıtalarla işlemek üzere iki veya
daha fazla kişi, maddi olgularla belirlenen bir biçimde anlaşırlarsa,
suçların ağırlık derecesine göre üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezası
verilir. (2) Amaçlanan suç işlenmeden veya anlaşma dolayısıyla
soruşturmaya başlanmadan önce bu ittifaktan çekilenlere ceza verilmez. D) 3713 sayılı terörle mücadele Yasası’ndaki Hükümler Terör örgütleri Madde 7 – (Değişik: 29/6/2006-5532/6 md.) Cebir ve şiddet kullanılarak; baskı, korkutma,
yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 1 inci maddede belirtilen
amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler
ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesi hükümlerine
göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi
olarak cezalandırılır. Terör örgütünün propagandasını yapan kişi, bir yıldan
beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu
ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır. Ayrıca, basın
ve yayın organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan sahipleri ve
yayın sorumluları hakkında da bin günden onbin güne kadar adlî para cezasına
hükmolunur. Ancak, yayın sorumluları hakkında, bu cezanın üst sınırı beşbin
gündür. Aşağıdaki fiil ve davranışlar da bu fıkra hükümlerine göre cezalandırılır: a) Terör örgütünün propagandasına dönüştürülen
toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün
tamamen veya kısmen kapatılması. b) Terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu
belli edecek şekilde, örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması, slogan
atılması veya ses cihazları ile yayın yapılması ya da terör örgütüne ait
amblem ve işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi. İkinci fıkrada belirtilen suçların; dernek, vakıf,
siyasî parti, işçi ve meslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına
ait bina, lokal, büro veya eklentilerinde veya öğretim kurumlarında veya
öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde işlenmesi halinde bu
fıkradaki cezanın iki katı hükmolunur. V- EYLEMLERİN TEMELLİ KAPATMA NEDENLERİ OLARAK YASAL
ÖLÇÜTLERE GÖRE DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasa’da öngörülen odaklık hali 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası’nın 103 ncü maddesinde; Anayasa’nın 68 nci maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin siyasi partinin üyelerince yoğun bir şekilde
işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez
karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği
yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılacağı
şeklinde belirlenmiştir. Davalı Parti’nin Genel Başkanı düzeyinden başlayıp,
genel başkan yardımcıları, merkez yürütme kurulu üyeleri, il ve ilçe
yöneticileri ve son dönemde milletvekilleri düzeylerinde Kürt kimliğinin
tanınması, terör örgütünün elebaşı Abdullah Öcalan’ın devlet tarafından
muhatap alınması ve ölülerini “şehit” kabul ettikleri terör örgütü PKK
mensubu teröristlerin affedilmesinin sorunların çözümü için gerekli olduğu
yönündeki istikrar gösteren beyanları, geçmişte ve halen ülke içerisinde
gerçekleştirdiği terör eylemleri ile ulusal güvenliği, kamu güvenliğini,
başkalarının hak ve özgürlüklerini tehdit edip, suç ve kargaşa ortamı
yaratmak amacında olan terör örgütünün himaye edilerek yasal hale getirilmesi
talebi mahiyetindedir. Bu durum çok sayıda değişik gazete yazarı tarafından
çeşitli defalar yazılarında açıkça dile getirilmiştir. Davalı partinin Büyük Kongresi ve tüm teşkilat
kongreleri bölücü terör örgütü ve elebaşısı lehine sürekli sloganlar
atılması, yasa dışı pankartlar açılması, sözde örgüt bayrakları ve elebaşının
posterlerinin teşhir edilmesi suretiyle bir anlamda PKK- propagandası
havasında gerçekleştirilmiştir. Partinin simgesel figürü niteliğinde olan genel
başkanın siyasi veya hassas konularda yaptığı açıklamaların kurumlar ve kamu
oyu tarafından partinin görüşünü yansıttığı şeklinde yorumlanacağı bu
itibarla partiye isnat edilebileceği hususu tartışmasızdır. Bu itibarla DTP
Genel Başkanı Ahmet Türk’ün “PKK’ya terörist örgüt diyemeyiz” beyanı ile PKK
ve örgütün elebaşını övme nedeniyle hakkındaki mahkumiyet kararı davalı
partinin odaklığı hususunda en önemli kanıtlardır. Siyasi partilerin kendi ilkeleri doğrultusunda
Devletin hukuksal, anayasal ve yasal yapısını değiştirmek için taciz edici,
saldırgan, sarsıcı, şok ve rahatsız edici nitelik taşıyan ifadelerle dahi
mücadele edebilmeleri çoğulcu demokrasi ilkeleri gereğidir. Ancak bu
mücadelede hukuka uygun olan demokratik araçlara dayanılması zorunlu olup,
siyasi partiler hedeflerine şiddeti teşvik ederek değil mevcut yasal sistem
içerisinde ulaşmayı amaç edinmeleri gerekmektedir. Belirtilen olaylardan açıkça anlaşılabileceği üzere
Demokratik Toplum Partisi il, ilçe hatta belde teşkilat binalarında terör
örgütünü simgeleyen bayrakların ve örgütü elebaşının resimlerinin asıldığı,
öldürülen örgüt elemanlarının resimlerinin “şehit resimleri” adı altında
sergilendiği köşelerin oluşturulduğu, hemen hepsinde terör örgütünün
örgütlenme ve izlenecek yol haritasına ilişkin bilgilerin yer aldığı
yasaklanmış kitap ve diğer belgelerin yer aldığı bir görünüm arz etmektedir.
Terörist başının doğum günleri buralarda parti yöneticilerinin
organizasyonunda kutlanmakta, öldürülen teröristler anısına anma toplantıları
düzenlenmektedir. Terör örgütünü övücü görüntü kayıtlarının gösterilmek
suretiyle açıkça PKK propagandaları yapılmaktadır. Parti yöneticileri
öldürülen PKK elemanları için “Kürdistan şehidi” ibarelerini ısrarla kullanmaktadır.
Teröristlerin ihtiyaçlarını karşılayacak paranın temini için fon oluşturan
parti yöneticileri bulunmaktadır. Hemen her konuşmalarında parti
yöneticilerinin kullandıkları PKK elemanlarını övücü ve ülkemizin bir
bölgesinin adını “Kürdistan” olarak gösterme çabalarının asıl amacının halkı
kin ve düşmanlığı sevketme olduğu tartışmasızdır. Bu açıdan bakıldığında ise davalı partinin genel
başkanı ve diğer birimlerinde görevli üyeleri tarafından partinin büyük
kongresi dahil hemen her ortamda yasa dışı bölücü terör örgütünü ve elebaşı
Abdullah ÖCALAN’ı himaye edip, genel af çıkarılmaması halinde ülkede yine
silahlı eylemlerin olacağı şeklideki tehditvari söylem üzerine
dayandırdıkları siyasal faaliyetlerinin yukarıda bahsedilen hukuka uygun ve
demokratik araçlarla gerçekleştirildiğinden bahsedilmesi mümkün değildir. Aslında, terör örgütü elebaşının cezaevinden verdiği
talimatlarla kurulan ve yönetilen DTP.nin
kurucu üyeleri arasında PKK örgüt üyeliği suçundan mahkumiyetleri bulunan
kişilerin bulunması tesadüf değil, parti üzerindeki örgüt etkinliğinin açık
göstergesidir. Nitekim yabancı devlet adamlarınca da DTP-PKK ilişkisi açık
gizli sır olarak tanımlanmakta çeşitli vesilelerle Avrupa ve Amerikalı devlet
adamları tarafından DTP nin terör örgütü ile arasına mesafe koyması istenmektedir. Terör örgütü aleyhine bugüne kadar eleştiri
mahiyetinde de olsa bir tek söz sarfetmeyen davalı partinin yukarıda
bahsedilen davranışlarının “örgütlenme özgürlüğü” kapsamında
değerlendirilmesi düşünülemez. Başka bir deyişle hedeflerine ulaşmak için
mevcut yasal sistem içerisinde demokratik araçlara dayanması gereken bir
siyasi partinin devlete karşı silahlı eylemlerde bulunan terör örgütünü,
elemanlarını, yayın organını ve elebaşını savunmak değil tam tersine mahkum
etmesi gerekmektedir. Buna karşılık DTP
Tüzüğünün 3. maddesinin (c) bendinde mevcut “ Türkiye Cumhuriyetinin
Türkler, Kürtler ve diğer etnik aidiyetler tarafından kurulduğunu ve
kardeşliğin temelinin tarihin derinliklerinde yattığını beyan eder; halkların
geleceğini ve Kürt sorununun çözümünü ortak vatanda özgür birliktelikte ve
Demokratik Cumhuriyette görür.” (e) bendinde mevcut “her kese ayrımsız, anadilinde
eğitim ve öğretim hakkının sağlanması” şeklinde, B- Parti Programının I. Bölümün “ Kürt Sorunu Barışçıl- Demokratik Temelde
Çözülecektir” alt başlığının 4,6,7,8,9 ve 11. paragraflarında mevcut “Partimiz inkarcı ve ayrılıkçı yaklaşımların
sorunları çözmeyeceğini, aksine çözümü daha da zorlaştıracağına inanmaktadır.
Bunun için Kürt ve Türklerin eşit, özgür ve kardeşçe birliğinin kararlı
savunucusu olacaktır.” “Kürtlerin varlığını ve kimliğini kabule dayalı,
soruna doğru bir bakış açısı ile demokratik yönetim anlayışının ve insan
haklarının gereklerine uygun politika ve yaklaşımlar uygulamaya konulacaktır.” “Kürt varlığı ve kimliği her düzeyde tanınarak,
anayasal güvenceye kavuşturulacak, yasal hak eşitlikleri için gerekli
düzenlemeler yapılacaktır. Dil, kültür hakları yasal güvenceye kavuşturulacak,
Radyo, Tv, ve basın üzerinde hiç bir kısıtlama olmayacaktır. Türkçe radyo, Tv
hangi hukuki kurala bağlıysa, Kürtçe ve diğer dillerdeki yayınlar da aynı
prosedüre bağlı olarak faaliyet yürütecektir. Kültürel faaliyetler içinde
aynı hukuki kurallar ve prosedür işleteceklerdir. Kürtçe eğitim ve öğretim dili olarak
kullanılacaktır. Çerçevesi, ilgili tüm çevreler ve kamuoyuyla birlikte
belirlenmek üzere Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası
düzenlenerek,silahlı çatışma dönemi nedeniyle tutuklanmış
bulunanların,yurtdışına çıkmak zorunda kalmış tüm sürgünlerin,ve silahlı
grupların demokratik siyasal yaşama katılmaları sağlanacaktır. “Demokratik Yönetim İçin Sivil Toplum Örgütlülüğü”
alt başlığının 5. paragrafında mevcut “Sivil toplumun gelişimi için etnik, kültürel,
siyasi, ekonomik, sportif faaliyetlere dayalı yapılara özgür örgütlenme
olanakları sağlanacak..” “Demokratik Toplum İçin Yeni Bir Anayasa” alt başlığının 5 ve 6. paragraflarında mevcut “Tek ırk, tek dil, tek din, tek kültür, cinsiyetçi roller mantığının yerine
toplumdaki etnik, kültürel ve inançsal farklılıklar kapsanacak şekilde,
“Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” üst kimliği anayasal olarak
tanımlanacaktır.” “Kürtler ve diğer kültürel aidiyetlerin, ülkenin
birliği içinde kendilerini kimlikleriyle özgürce ifade edebilme, kültürlerini
geliştirme, ana dillerini konuşma ve geliştirme, eğitim yapma, görsel,
işitsel medya araçlarını kullanma hakları anayasal güvenceye alınacaktır.”. III. Bölümün “ SOSYAL POLİTİKALAR “, “
Eğitim “ alt başlığının 4,6 ve 7. paragraflarında mevcut “…Her vatandaşın etnik köken ve dil farklılıkları
temelinde özgürce ve eşit faydalanacağı, ezbercilikten uzak, bireyin
yaratıcılığını, yeteneklerini geliştiren ve yeteneklerine göre yönlendiren,
bilimsel nitelikte olacaktır.” “Anadil ile eğitim önündeki tüm yasaklar
kaldırılacaktır. Anadiller kültürel
bir miras olarak ele alınacak, kullanan toplumun sanat, edebiyat ve eğitimi
geliştirilecek koşullar yaratılacak, anadil eğitimi yönetim şekline göre ele
alınmayacaktır. Yoğun talebin olduğu Kürt dili ile eğitim konuyla
ilgili eğitimcilerin önerileri ışığında ve anadilde eğitimin uygulandığı
ülkelerin tecrübelerinden de faydalanarak bir programa kavuşturulacaktır.
İhtiyaç duyulan bölge, şehir ve mahallelerde Kürtçe anadili ile eğitimin
koşulları sağlanacaktır.” “İhtiyaç ve talep kapsamında tüm anadillerin öğretimi
çağdaş ve insani bir sorumluluk olarak ele alınacak ve bu kapsamda
değerlendirilecektir. Başta Kürtçe olmak üzere Türkiye’de kullanılan tüm
anadillerde üniversitelerde kürsüler açılacaktır.” şeklinde ve benzeri nitelikte, aynı hususları ifade
eden düzenlemelerin gerek ayrı ayrı gerek bütün halinde değerlendirilmeleri
sonucunda; Ülkede (uluslararası antlaşmalarda belirlenenlerin
dışında) azınlıklar bulunduğu, varsayılan azınlıkların Anayasa’da yer alması gerektiği,
hatta “ortak vatanda özgür birliktelikte” tanımlaması ile 2820 sayılı yasanın
81/a bendine aykırı olarak ve Anayasanın “devletin tekliği” ilkesinin aksine
yapılanmayı öngördüğü, güdülen amacın devletin üniter yapısını bozarak
federal bir yapılanmayı içerdiği, Türkçe dışında anadilde eğitim ve öğretimi
öngörmek suretiyle Türkiye Devleti’nin dilinin Türkçe ve Türk vatandaşlarına
Türkçe’den başka hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında ana dilleri
olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceğine dair yukarıda bahsedilen Anayasa
ve yasa hükümlerine açıkça aykırı mahiyette oldukları belirlenmiş, bu
itibarla bölücü terör örgütü PKK’nın temel amaçlarına tamamen uygunluk
gösteren bu hususların davalı parti tarafından tüzük ve programında ısrarla
vurgulanmasının davalı partinin asıl amacının terör örgütünün amaçlarıyla
birebir örtüştüğünün kanıtı olarak değerlendirilmesini gerektirmektedir. Terör örgütünün talimatlarının yayınladığı internet
sitelerinde 22 Temmuz 2007 Milletvekili seçimlerinde DTP’li bağımsız adayların
desteklenmesi için açıkça çağrılar ( aslında tehdit) yer almış, yol kesip çok
sayıda aracı durduran örgüt mensupları seçimlerde DTP’nin gösterdiği adaylar
dışında kimseye oy verilmemesi ve örgüte yardım edilmesi için propaganda
yapmışlardır. Böylece terör örgütü güdümündeki DTP’nin demokratik toplum
gereklerini yerine getiren, hukuksal platformda çalışmalarına devam eden bir
siyasi parti olduğunun iddiası ve kabulü iyiniyetle açıklanması mümkün
olmayan bir durumdur. DTP, Genel Başkanından, çeşitli kademelerindeki
yöneticilerine kadar geniş bir yelpazede, ülkeyi bölmeyi amaçlayan yasa dışı
terör örgütünün (PKK) propagandacısı, yardım ve yatakçısı ve sair efradının
kümelendiği bir oluşum halini almıştır. Belirtilen nitelikteki eylemler
yeterli yoğunluğa ulaştığı gibi, davalı partinin de bu eylemleri kararlılıkla
desteklediği tartışmasız bir hal almıştır. Mevcut odaklık hali nedeniyle
oluşan bu durum karşısında, geleceğe yönelik olası sonuçlar da
gözetildiğinde, davalı partinin “siyasi parti örgütlenme özgürlüğünden”
yararlanarak faaliyette bulunması, toplumda yaratılmaya çalışılan kin ve
düşmanlığın boyutları nazara alındığında son derece vahim sonuçlar
yaratacaktır. 28.10.2007 tarihinde Diyarbakır’da “Demokratik Toplum Kongresi”
adı altında gerçekleştirilen toplantı ve sonuç bildirisi ile DTP’nin 2.
Olağanüstü Büyük Kongresinin 08.11.2007 tarihinde yapıldığına ve Genel
Başkanlığa Nurettin Demirtaş’ın seçıldiğine dair yazılı ve görsel basında
bilgiler yer almış, davalı parti tarafından Cumhuriyet Başsavcılığımıza bu
konularda henüz belgeler intikal etmemiş olup, geldiğinde iddianamemize
eklenmek üzere gönderilecektir. Ancak; İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinin
11.10.1995 gün ve 1993/134 esas, 1995/178 sayılı kararı ile terör örgütü
yöneticisi olmak suçu nedeniyle 18 yıl 9 ay ağır hapis cezası ile
cezalandırıldığı, söz konusu mahkumiyetinin 5237 sayılı yasa yönünden İzmir
8. Ağır Ceza Mahkemesinin 30.06.2005 tarihli kararıyla 5237 sayılı yasanın
314/1. maddesi gereğince 12 yıl 6 ay hapis cezasına indirilmesi sonucu
01.06.2005 tarihinde şartla tahliye edildiği anlaşılmıştır. (Söz konusu
mahkumiyete ilişkin adli sicil kaydının Cumhuriyet Başsavcılığımıza yeni
intikal etmiş olması nedeniyle ilgili hakkında 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası’nın 11. maddesi gereğince ihracı için ilgili partiye yazı
yazılmıştır.) Terör örgütü yöneticiliği suçundan mahkum olup, cezaevinden
çıktıktan hemen sonra davalı parti saflarına katılan Nurettin Demirtaş’ın söz
konusu kariyerinin Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanlığına seçilmesinde
en büyük etken olduğu, partinin terör örgütü ile ne derece yakın olduğunu
göstermesi açısından kesin kanıt niteliğindedir. “ÇOK DAHA AÇIK SÖYLEMEK GEREKİRSE TERÖR ÖRGÜTÜNÜ KINAMA
VEYA EYLEMLERİNİN YANLIŞLIĞINI, ÇOCUK YAŞLI KADIN AYRIMI GÖZETMEDEN İNSANLARI
TERÖRİST YÖNTEMLERLE KATLETMENİN BİR İNSANLIK SUÇU OLDUĞUNU SÖYLEYEMEME
DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİNİN HİÇBİR İLKESİ İLE AÇIKLANAMAZ. BU DURUM ANCAK
KİŞİLERİN ASLINDA DEMOKRASİ İLE İLGİLERİNİN OLMAYIP, ÖRGÜT TARAFINDAN VERİLEN
GÖREVİ YERİNE GETİRMEK İÇİN DEMOKRASİYİ ZORLAMAK VE TOPLUMDA KİN VE DÜŞMANLIK
DUYGULARI OLUŞTURMAK ÜZERE SİYASİ PARTİ BÜNYESİNDE TOPLANMASI BİÇİMİNDE İZAH
EDİLEBİLİR. TERÖRE TERÖR DİYEMEYEN BİR MANTIK YA TERÖRİSTTİR YA
DA KENDİSİNİ GÖREVLENDİREN ÖRGÜTTEN ÖLESİYE KORKANDIR! BU DAVRANIŞLARA
İLİŞKİN GÜNCEL DEĞERLENDİRMELER NASIL OLURSA OLSUN, SONRAKİ ONYILLAR HATTA
YÜZYILLARDA DAHİ BU DAVRANIŞLARI SERGİLEYENLER VE ÇEŞİTLİ ÇIKARLARI UĞRUNA
GÖRÜNÜŞTE KINADIKLARI TERÖRÜ EL ALTINDAN DESTEKLEYEN ODAKLAR TOPLUMSAL
YARGILARA KONU OLACAKTIR. ZİRA TERÖR İNSANIN İNSAN OLMA NİTELİKLERİNE AYKIRI
BİR DAVRANIŞ BİÇİMİDİR.” Anayasa’nın 68/4. maddesine aykırı eylemlerin
yoğunluğu ve bu eylemlerin parti genel başkanı ve merkez organlarınca da
zımnenin ötesinde açıkça benimsenmesi ve kararlılıkla da işlenmesi
karşısında, davalı siyasi parti Anayasa’nın 69/6. maddesinde vurgulandığı
üzere belirtilen eylemlerin odağı haline gelmiştir. Davalı partinin hedeflerine ulaşmada bölücü terör
örgütü yolu ile şiddet unsurunu kullanma ve savunmada kararlı olduğu
görülmekte, bu durumda toplumun huzur ve güvenliği için temelli kapatılma
istemi ile dava açılması sosyal, siyasal ve hukuksal yönlerden bir zorunluluk
olarak ortaya çıkmaktadır. Zira DTP demokratik sistemin öngördüğü bir siyasi
partiden ziyade bölücü terör örgütü ve elebaşısı tarafından yönlendirilen ve
her platformda örgüt amaçlarına hizmeti görev edinen bir oluşum vasfındadır.
Geçmişte de aynı vasıftaki partilerin kapatılmış olmasına rağmen davalı
partinin ısrarla geçmişin takipçişi olması, terör örgütü ve elebaşısının
yönlendirmesi ile faaliyetlerde bulunması temelli kapatma yaptırımını
zorunlu, meşru ve orantılı kılmaktadır. Aksi düşünce toplumdaki kin ve
düşmanlığın çok daha fazla beslenerek iç çatışmayı dahi yaratabilecek düzeye
gelmesini sağlayacaktır. Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı başkan
yardımcıları, diğer yöneticileri ve partili BELEDİYE başkanlarının terör
örgütünü savunur şekildeki açıklamalarının Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 10. maddesinde yer alan “ifade özgürlüğü” kapsamında
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği hususunda en kesin yanıt Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin 25 kasım 1997 tarihli “Zana-Türkiye” davasında verdiği
kararında mevcuttur. Söz konusu kararda aynen; KARAR I. SÖZLEŞMENİN 10.
MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI 38. Bay Zana, gazetecilere yaptığı açıklama nedeniyle
Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından mahkum edilmesinin ifade
özgürlüğünü ihlâl ettiğini ileri sürmüştür. Bay Zana, Sözleşmenin 10.
maddesine dayanmıştır. Bu hükme göre, “1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak,
kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlara bakılmaksızın,
bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma
özgürlüğünü de içerir. Bu madde Devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve
sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir. 2. Bu özgürlükler ödev ve sorumlulukla birlikte
kullanılabildiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü ve kamu güvenliği,
suçun ya da düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması,
başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa
vurulmasının önlenmesi, yargılama organının otorite ve tarafsızlığının
korunması amacıyla, demokratik bir toplumda zorunlu olan ve hukukun öngördüğü
formalitelere, şartlara, yasaklara ve yaptırımlara tabi tutulabilir.” 39. Bay Zana ayrıca Sözleşmenin 9. maddesiyle garanti
altına alınan düşünce özgürlüğüne (hakkına) müdahale edildiğinden şikâyetçi
olmuştur. Komisyon gibi Divan da bu şikâyetin 10. maddeye göre yapılan
şikâyetle bağlantılı olduğunu kabul eder. A. Hükümetin İlk İtirazları 40. Hükümet iki ilk itiraz ileri sürmüştür; bunların
birincisi zaman bakımından yetkisizliğe, ikincisi de iç hukuk yollarının tüketilmemiş
olduğuna dayanmaktadır. 1. Zaman Bakımından
Yetkisizlik İtirazı 41. Hükümet, ilk dilekçelerinde ifade edildiği gibi,
Divan’ın başvurucunun Sözleşmenin 10. maddesine göre yaptığı şikâyeti
incelemeye zaman bakımından yetkisiz olduğunu çünkü esas olarak olayı
başvurucunun Ağustos 1987’de gazetecilere yaptığı açıklamanın (bkz. yukarıda
paragraf 12) oluşturduğunu, bunun da olayın Türkiye’nin Divan’ın zorunlu
yargı yetkisini tanımasından önce meydana geldiğini gösterdiğini ileri
sürmüştür. Hükümete göre Türkiye, 22 Ocak 1990’da Divan’ın zorunlu yargı
yetkisini bu tarihten “sonra ortaya çıkan olaylara ve böyle olaylara ilişkin
mahkeme kararlarına şamil” olarak tanırken, Sözleşmenin 46. maddesinde
öngörülen bildirimi yaptığı tarihten önce meydana gelen olayların ve bu
tarihten sonra verilse bile bu olaylarla ilgili mahkeme kararlarının Divan’ın
denetimi dışında tutulmasını amaçlamıştır. 42. Divan, Türkiye’nin yalnızca bildirimde bulunduğu
(bkz. yukarıda paragraf 33) 22 Ocak 1990’dan sonraki olaylar bakımından
Divan’ın yargı yetkisini kabul ettiğine işaret eder. Bununla birlikte bu
davada Divan, Komisyon Temsilcisi gibi, esas olayı oluşturanın Bay Zana’nın
gazetecilere yaptığı açıklama değil, başvurucuyu Türk yasalarına göre (bkz.
yukarıda paragraf 26) “yasanın cürüm saydığı fiili övdüğü” gerekçesiyle on
iki ay hapis cezasına mahkum eden ve Yargıtay tarafından 26 Haziran 1991’de
onanan (bkz. yukarıda paragraf 28), Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin
26 Mart 1991 tarihli kararı olduğunu kabul eder. Sözleşmenin 10. maddesi
anlamında “müdahale”yi oluşturan ve Divan’ın bu maddeye göre haklı olup
olmadığına karar vermesi gereken, Türkiye’nin Divan’ın zorunlu yargı
yetkisini tanımasından sonra ortaya çıkan bu mahkumiyet ve hapis cezasıdır.
Dolayısıyla bu ilk itiraz reddedilmelidir. Hükümetin, davayı Divan önüne getiriş biçimi ışığında
(bkz. yukarıda paragraf 1), bu şikâyeti zaman bakımından uygun olmaması
nedeniyle (Divan’ın yargı yetkisi) dışında bırakmak için 22 Ocak 1990 tarihli
bildirimine dayanmaktan vaz geçmiş sayılıp sayılmayacağı sorunu Divan önünde
dile getirilmemiştir ve Divan, bu koşullarda, bu sorunu karara bağlamayı
gerekli görmemektedir. 2. İç Hukuk Yollarının
Tüketilmediği İddiası 43. Alternatif olarak Hükümet, iç hukuk yollarının
tüketilmediğini ileri sürmüştür. Hükümetin ifadesine göre Bay Zana,
Sözleşmenin 10. maddesine ilişkin şikâyetini, esas olarak Türk mahkemeleri
önünde ileri sürmemiştir. 44. Divan, Komisyon Temsilcisi gibi, bu itirazın
başvurunun kabul edilebilir olup olmadığı değerlendirilirken ileri
sürülmediğini ve bu nedenle Hükümetin bu itiraza dayanmaktan vazgeçmiş
sayıldığını belirtir. B. Şikâyetin Esası 45. Divan’ın daha önce belirtmiş olduğu gibi (bkz.
yukarıda paragraf 42), başvurucunun gazetecilere yaptığı açıklamalar nedeniyle
Türk mahkemeleri tarafından yargılanması ve hapis cezası almasının ifade
özgürlüğüne bir “müdahale” oluşturduğu tartışmasızdır. Gerçekten, bu hususa
itiraz edilmemiştir. 46. Bu müdahale; “hukuk tarafından öngörülmemişse”, 10.
maddenin 2. fıkrasında anılan meşru amaçların birine ya da birkaçına yönelik
değilse ve bu amaç ya da amaçları gerçekleştirmek için “demokratik bir
toplumda zorunlu” değilse 10. maddeye aykırı olacaktır. 1. “Hukuk Tarafından
Öngörülme” Koşulu 47. Divan, başvurucunun mahkumiyetinin ve cezasının
Türk Ceza Yasasının 168 ve 312. maddelerine (bkz. yukarıda paragraf 31)
dayandığını belirterek itiraz edilen müdahalenin “hukuk tarafından
öngörüldüğünü” kabul eder. Bu husus da aynı biçimde tartışmasızdır. 2. İzlenen Amacın
Meşruluğu 48. Hükümet müdahalenin, ulusal güvenliğin ve kamu
güvenliğinin sağlanmasını, ülke bütünlüğünün korunmasını ve suçun önlenmesini
gerçekleştirmeye yönelik olması nedeniyle meşru amaçlara dayandığını ileri
sürmüştür. PKK yasadışı bir terör örgütü olduğu için bu davada ulusal
mahkemeler tarafından Türk Ceza Yasasının 312. maddesinin uygulanması, bu tür
örgütleri desteklemek olarak değerlendirilen davranışların cezalandırılması
amacına yöneliktir. 49. Komisyona göre, siyasal kişiliği olan birinin
-başvurucu eski Diyarbakır BELEDİYE başkanıdır- böyle bir ifadesinin, ulusal
makamları ülke içindeki terörist faaliyetlerin artmasından korkmaya
yöneltmesi akla yatkındır. Bu nedenle (ulusal) makamlar, ulusal güvenliğe ve
kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu ve ülkenin toprak bütünlüğünü korumak
ve suçu önlemek için önlemler alınması gerektiğini düşünmekte
haklıdırlar. 50. Divan, gazetecilerle yaptığı röportajda başvurucunun
“PKK ulusal kurtuluş hareketini” desteklediğini açıkça gösterdiğini (bkz.
yukarıda paragraf 12) ve Komisyonun da belirttiği gibi, başvurucunun
ifadesinin PKK militanları tarafından sivillerin öldürülmesiyle aynı zamana
denk düştüğünü belirtir. Bu durumda Divan, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde
ciddi çatışmaların sürdüğü bir dönemde -bölgede iyi tanınan siyasal bir
kişilikten gelen- böyle bir ifadenin ulusal makamların ulusal güvenliğin ve
kamu güvenliğinin sürdürülmesine yönelik olarak önlem almasını haklı kılan
bir etkiye sahip olduğunu kabul eder. Bu nedenlerle şikâyet konusu edilen
müdahale 10. maddenin 2. fıkrasında yer alan meşru amaçları sağlamaya
yöneliktir. 1. Müdahalenin
Zorunluluğu (a). Genel İlkeler 51. Divan, 10. maddeye ilişkin kararlarında ortaya
koyduğu temel ilkeleri tekrar eder: (i) İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumun vazgeçilmez
esasını ve toplumun gelişimi ve her bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel
koşulunu oluşturmaktadır. Bu, 2. fıkraya uygun olarak, yalnızca onaylanan,
zararsız olduğu kabul edilen ya da nasıl olursa olsun farketmeyen “bilgi” ya
da “düşünceler” için değil; hoşa gitmeyen, sarsıcı ya da rahatsız edici
olanlar için de geçerlidir. Bunlar, “demokratik toplum”un onlarsız
olamayacağı çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gereğidir. 10.
maddede açıklandığı gibi bu özgürlük, her halde dar yorumlanması ve herhangi
bir sınırlama gereksiniminin ikna edici bir biçimde ortaya koyulması gereken
istisnalara tabidir (şu kararlara bakınız: Handyside / Birleşik Krallık,
7 Aralık 1976, Seri A no. 24, s. 23, § 49; Lingens / Avusturya, 8
Temmuz 1986, Seri A no. 103, s. 26, §41; ve Jersild / Danimarka, 23
Eylül 1994, Seri A no. 298, s. 26, § 37). (ii) 10 maddenin 2. fıkrası anlamında “zorunlu” sıfatı,
“zorlayıcı bir toplumsal gereksinim”in varlığını ifade etmektedir. Sözleşmeci
Devletler böyle bir gereksinimin var olup olmadığını değerlendirmede belli
bir takdir yetkisine sahiptirler. Ancak bu, mevzuatı ve bağımsız bir mahkeme
tarafından verilse bile mevzuatı uygulayan mahkeme kararlarını da kapsayacak
biçimde Avrupa denetim mekanizmasıyla uyumlu bir biçimde olabilir. Bu nedenle
Divan, bir “sınırlamanın” 10. maddeyle korunan ifade özgürlüğüyle bağdaşıp
bağdaşmadığı konusunda nihai kararı verme yetkisine sahiptir (bkz. yukarıda
anılan Lingens kararı, s. 25, § 30). (iii) Divan, denetleyici yargı yetkisini kullanırken
itiraz edilen müdahaleye, başvurucunun sorumlu tutulduğu sözlerinin özü ve
bunları hangi bağlamda söylediğini de kapsayacak biçimde, davanın bütünün
ışığında bakmalıdır. Divan özellikle dava konusu müdahalenin “izlenen meşru
amaçlarla orantılı” olup olmadığını ve ulusal makamların bu müdahaleyi
haklılaştırmak için ileri sürdükleri nedenlerin “uygun ve yeterli” olup
olmadığını saptamalıdır (bkz. yukarıda anılan Lingens kararı, s.
25-26, § 40; ve 22 Şubat 1989 tarihli Barfod / Danimarka kararı, Seri A
no. 149, s. 12, § 28). Bunu yaparken Divan, ulusal makamların 10. maddede
somutlaştırılan ilkelere uygun standartları uyguladıklarına ve bundan başka,
ilgili olayların kabul edilebilir bir nitelendirmesine dayandıklarına ikna
olmalıdır (bkz. yukarıda anılan Jersild kararı, s. 26, § 31). (b) Yukarıdaki
İlkelerin Eldeki Davaya Uygulanması 52. Bay Zana mahkumiyetinin ve cezasının tamamen haksız
olduğunu ileri sürmüştür. 1960’lardan beri Kürt davasının aktif bir
savunucusu olarak her zaman için şiddete karşı olduğunu söylemiştir. Bay Zana
Hükümetin, PKK’nın silahlı mücadelesini desteklediğini ileri sürmekle
sözlerini yanlış yorumlamış olduğunu savunmuştur. Aslında gazetecilere ulusal
kurtuluş hareketini desteklediğini ancak şiddete karşı olduğunu söylemiş ve
kadın ve çocukların katledilmesini kınamıştır. Her halde, PKK üyesi değildir
ve şiddete başvurmayan eylemi savunan “Özgürlük Yolu” örgütüne üye olmaktan
hapis cezası almıştır. 53. Öte yandan Hükümet, başvurucunun mahkumiyetinin ve cezasının
10. maddenin 2. fıkrasına göre tamamen haklı olduğunu ileri sürmüştür.
Hükümet, PKK’nın Güneydoğuda kanlı saldırılarını sürdürdüğü bir sırada
başvurucunun söylediklerinin ciddiyetini vurgulamıştır. Sunuşlarında, toprak
bütünlüğünü tehdit eden bir terör ortamıyla karşı karşıya kalan bir Devletin,
böyle bir durumun yalnızca bireylere yönelik olmasına göre daha geniş bir
takdir yetkisine sahip olması gerektiğini belirtmişlerdir. 54. Komisyon, Hükümetin görüşlerinin büyük çoğunluğunu
benimsemiş ve 10. maddenin ihlâl edilmediği düşüncesini beyan etmiştir. 55. Divan, yukarıda 51. paragrafta ortaya koyulan
ilkelerin terörizme karşı mücadelede ulusal güvenlik ve kamu güvenliğinin
sürdürülmesi için alınan önlemler açısından da geçerli olduğunu düşünmektedir.
Bu bağlamda Divan, her olayın özel koşullarını ve Devletin takdir yetkisini
özenle göz önünde tutarak, bireylerin ifade özgürlüğüne ilişkin temel
haklarıyla demokratik bir toplumun meşru hakkı olan kendini terörist
örgütlerin eylemlerine karşı korumak arasında adil bir dengenin kurulup
kurulmadığını araştırmalıdır. 56. Sonuç olarak Divan eldeki davada, Bay Zana’nın
mahkumiyetinin ve cezasının “zorlayıcı bir toplumsal gereksinim”e yanıt verip
vermediğini ve bunların “izlenen meşru amaçlarla orantılı” olup olmadığını
değerlendirmelidir. Bu amaçla Divan, başvurucunun sözlerinin içeriğini o
dönemde Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde hüküm süren durumun ışığında
çözümlemenin önemli olduğu görüşündedir. 57. Divan başvurucunun açıklamasını, kendisinin de esas
olarak reddetmediği, 30 Ağustos 1987’de günlük ulusal gazete Cumhuriyet’te
yayınlandığı biçimiyle (bkz. yukarıda paragraf 12) temel alacaktır. Açıklama
iki cümleden oluşmaktadır. Birinci cümlede başvurucu, “katliamlardan yana”
olmadığını söylerken “PKK ulusal kurtuluş hareketi”ni desteklediğini
belirtmektedir. İkinci cümlede şunu söylemektedir: “herkes hata yapar, PKK,
kadın ve çocukları yanlışlıkla öldürüyor.” 58. Bu sözcükler çeşitli biçimlerde yorumlanabilir
ancak, her halde, bunlar çelişkili ve anlamı belirsizdir. Bunlar çelişkilidir
çünkü aynı zamanda hem amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanan bir terörist
örgüt olan PKK’yı desteklemek hem de kendisinin katliamlara karşı olduğunu
açıklamak zor görünmektedir. Bunların anlamı belirsizdir çünkü Bay Zana kadın
ve çocukların katledilmesini uygun bulmazken aynı zamanda bunu herkesin
yapabileceği bir “hata” olarak tanımlamaktadır. 59. Bununla birlikte, bu açıklamaya tek başına
bakılmamalıdır. (Bu açıklamanın) başvurucunun da farkında olması gereken,
olayın somut koşulları içinde özel bir anlamı vardır. Divanın daha önce
belirttiği gibi (bkz. yukarıda paragraf 50) bu röportaj, o tarihte
gerginliğin dorukta olduğu Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde PKK’nın sivillere
yönelik kanlı saldırılarıyla aynı zamana denk düşmüştür. 60. Bu koşullar altında büyük bir ulusal günlük gazetede
yayınlanan röportajda, Güneydoğunun en önemli kenti olan Diyarbakır’ın eski
BELEDİYE başkanının -”ulusal kurtuluş hareketi” olarak tanımladığı- PKK’ya
verdiği desteğin, bu bölgedeki patlamaya hazır havayı daha da ağırlaştıracağı
düşünülebilir. 61. Bu nedenle Divan, başvurucuya verilen cezanın
“zorlayıcı bir toplumsal gereksinime” yanıt verdiğinin kabul edilmesinin
uygun olduğunu ve ulusal makamların ileri sürdüğü nedenlerin “uygun ve yeterli”
olduğunu düşünmektedir; her halde, başvurucu cezasının yalnızca beşte birini
hapiste geçirmiştir (bkz. yukarıda paragraf 26). 62. Bütün bu etkenleri ve böyle bir davada ulusal
makamların sahip olduğu takdir yetkisinin sınırlarını göz önünde tutarak Divan,
incelenen müdahalenin izlenen meşru amaçlarla orantılı olduğunu
düşünmektedir. Sonuç olarak, Sözleşmenin 10. maddesi ihlâl
edilmemiştir. Denilmektedir. Bu itibarla söz konusu karardaki
kıstaslar ve ülkemizin maruz kaldığı yoğun terör olayları sırasında
gerçekleşen davalı partiye mensup kişilerin beyanlarının Sözleşmenin 10.
maddesinde yer alan “ifade özgürlüğü” içinde değerlendirilemeyeceği açıkça
ortaya çıkmaktadır. VI- KAPATMA YAPTIRIMININ ZORUNLULUĞU VE
ORANTISALLIĞI: Davalı siyasi partinin izlediği politikanın ortaya
çıkardığı tehlike ülke genelinde ortaya çıkan yoğun şiddet olayları ve
partinin eylemleri nazara alındığında çok ciddi tehlikeler içermektedir.
Anayasa, İHAS hükümleri ile demokrasinin standartlarıyla çelişen politika
yürütmektedir.. Bu nedenle ülke güvenliğine, toplumsal barışa ve ülkenin
demokratik rejimine zarar verebilecek bu adımların engellenmesi gereği ortaya
çıkmaktadır. İçerdiği ve ısrarla devam ettirdiği terör örgütü paralelinde
davranma biçimi davalı siyasi parti yönünden, çoğulcu demokrasiyle
bağdaşmayan eylemlerinin ancak kapatma yaptırımıyla engellenecek olması
karşısında, kapatma davasına başvurulması gerekli ve ülkenin içinde bulunduğu
şiddet ortamı gözetildiğinde zorunludur. Olayda kapatma yaptırımı uygulanması, çoğulcu demokratik
sistemde, yapılması gereken ve hukuksal yoldan uygulanabilecek amaca uygun ve
orantılı tek seçenektir Bu çerçevede kapatma yaptırımı, İHAS’ın 11 nci
maddesinin ikinci fıkrası kapsamında “kamu
düzeninin sağlanması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması”
ilkeleri kapsamında, demokratik toplum ilkelerine uygun ve yasa ile
öngörülmüş bir yaptırımdır. Terör örgütünü açıkça savunması, bu durumun da gerek
yurt içinde gerek yurt dışında tartışmasız kabul edilmesi, davalı partinin bu
yöndeki söylem ve eylemlerinin yoğunluğu da gözetildiğinde, amacından
alıkoyacak ara yaptırımlar ve ara çözümler, somut duruma göre olanaklı
değildir. Bu nedenle kapatma yaptırımı, dava yönünden radikal olmayıp, olaya
uygun ve orantılı bir yaptırımdır. Davalı partinin terörü ve terör örgütünün ülke
bütünlüğüne yönelik amaçlarını açıkça desteklemek suretiyle etnik kökenli iç
çatışma yaratmaya çalışması dikkate alındığında davalı siyasi partiyi
amacından uzaklaştıracak ve sosyal yönden de gereksinim duyulan tek ve
zorunlu yöntem, sadece ve sadece kapatma yaptırımıdır. Toplumu apaçık
karşılaştığı bu tehlikeden başka türlü korumanın olanağı kalmamış, zorunluluk
hali gerçekleşmiştir. VII- DAVA SÜRESİNCE DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ
HAKKINDA UYGULANMASI TALEP EDİLEN YAPTIRIMLAR: Dava süresince uygulanması yasal zorunluluk arzeden
önlemler, SPY’nin 108 nci ve 110 ncu maddelerinde gösterilmiştir. Buna göre,
hakkında kapatma davası açılan bir siyasi parti hakkında, kapatma kararı ile
birlikte mallarının hazineye geçmesi gözetildiğinde(SPY md 110), siyasi
partinin mallarını kaçırmaması yönünden, soruşturma ve dava süresince parti
mallarının devir işlemi yapılamaktadır (SPY md 110/3). Konuya yakın olması
yönünden SPY’nin 108 nci maddesindeki düzenleme uyarınca da, dava sırasında
siyasi partinin kapanma kararı almasının; Anayasa’nın 69 ncu maddesinin
sekizinci ve dokuzuncu, 83 ncü maddesinin beşinci, SPY’nın 95 nci, 96 ncı ve
110 ncu maddelerinde belirtilen önlemlerden/yaptırımlardan kurtulmasına yol
açmamakta, alınan kapanma kararı açılan davanın yürütülmesini
engellememektedir. Anayasa’da ve yasalarda Yüksek Mahkemenin dava
süresince takdiren uygulayabileceği önlemlerin gösterilmemesi,
anayasakoyucunun ve yasakoyucunun bunu olanaksız görmesi anlamında değildir.
Anayasa Mahkemesi, iptal davalarında “yürürlüğü durdurma” önlemini, bu konuda
yazılı hukuk kurallarıyla yetkilendirilmemesine rağmen verebilmektedir. İşin
özünden hareket edildiği zaman da bu önleme karar verebilmesi hukuksal yönden
de gereklidir. Bu bağlamda siyasi parti kapatma davaları yönünden
konuya bakıldığında, yasalarla ve Anayasa’yla öngörülen modelle açıkça
çatışan ve eylemlerinin ağırlığı itibarıyla da kapatma yaptırımına muhatap
olan bir siyasi parti için, bu yolda resmi itham da yapıldıktan sonra, giderilmesi
güç veya olanaksız durumların ortaya çıkmaması için, dava süresince Anayasa
Mahkemesi’nin her türlü önleme karar verebilmesi gerekmektedir. Karar
verebileceği önlemler içerisinde seçimlere katılmamak önlemi dahi vardır.
Seçimlere katılabilecek siyasi partileri Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK)
belirlemesi, yasal çerçevedeki koşullar ölçeğinde değerlendirilebilen bir
durumdur. YSK’nın kapatma davasına muhatap olan veya başkaca pozisyonlardaki
siyasi partiler için önlem niteliğinde karar alabilmesi söz konusu değildir.
Kapatma davasına muhatap olan bir siyasi parti için, faaliyet yasağı
anlamında seçimlere katılmaktan alıkonulması, kapatma davası içerisinde bir
önlem olarak Anayasa Mahkemesi’nin yetkisindedir. Ancak elbette Anayasa
Mahkemesi bu yetkisini kullanırken, itham, eylemler ve eylemlerin ağırlığı
ile dava süresince partinin faaliyetlerini gözeterek kararını verecektir.
Üstelik SPY’nin 121 nci maddesi gözetildiğinde, yerel mahkemelerin dernekler
hakkında genel hukuk kurallarından hareketle dava süresince verebilecekleri
her türlü önlem kararını, Anayasa Mahkemesi’nin de siyasi partiler hakkında
verilebilmesi söz konusudur. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 13.3.2003 tarih ve
1/1 sayılı kararında, eldeki kanıtların yeterli olması durumunda böyle bir
önleme hükmedilebileceğine de işaret etmiş bulunmaktadır. Yine 2002/3 sayılı
siyasi parti kapatma davası sırasında 22.01.2003 tarihli ara kararında, dava
sırasında önlem kararı verilmesine yönelik istemi esastan incelemiştir. Bu çerçevede dava süresince Anayasa Mahkemesi, davalı
partinin faaliyetlerinin durdurulması, SPY ve parti tüzüğünde gösterilen
belirli veya bütün organlarının faaliyetlerinin durdurulması, dava süresince
seçimlere katılamaması ayrıca dava tarihinde parti üyesi olanların bir başka
siyasi parti listesinden veya bağımsız olarak ta dava süresince seçimlere
katılmasının önlenmesi, ödenecek hazine yardımlarının banka hesabında
blokesi, üye kayıtlarının durdurulması gibi önlemlere hükmedebilecektir. Bu
durum İHAS’ın ortaya koyduğu “yasalarda” bulunması gereken ölçütler yönünden
de aykırılık oluşturmamaktadır. Çünkü takdir hakkı sağlayan bir düzenleme,
uygulamada keyfilik yaratmıyorsa, ulusal makamların yorumu belirleyicilik
arzetmektedir (RP/Türkiye Kararı). Yukarıda ayrıntılarıyla açıklanan eylemler ve ağırlıkları
gözetilerek, Demokratik Toplum Partisi’nin dava süresince olası faaliyetleri
de dikkate alınarak, giderilmesi güç ve olanaksız durumların ortaya çıkmaması
yönünden: -Dava tarihinden itibaren yapılacak seçimlere
katılmaktan alıkonulması, ayrıca dava tarihinde parti üye veya yöneticisi
olanların bir başka siyasi parti listesinden veya bağımsız olarak dava
süresince seçimlere katılmasının önlenmesi, - Ödenecek hazine yardımlarının banka hesabında
blokesi, - Üye kayıtlarının durdurulması önlemlerinin uygulanması hukuksal gereklilik
olduğundan, dava süresince devam etmek koşuluyla, ivedilikle bu önlemlere
hükmedilmesinin istenmesi zorunluluğu da doğmuştur. Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 9 ncu ve 2820 sayılı
Siyasi Partiler Yasası’nın 95 nci maddeleri uyarınca söz ve eylemleriyle
Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasına neden olan Aydın Budak,
Abdulkadir Fırat, Abdullah İsnaç, Abdurrahim Bilen, Ahmet Aka, Ahmet Ay,
Ahmet Aydın, Ahmet Cengiz, Ahmet Narım, Ahmet Özbay, Ahmet Türk, Ahmet
Yalçıntaş, Akif Hamitoğlu, Alaattin Ege, Alaattin Enül, Ali Aslan, Ali Bozan,
Ali Gün, Ali Sever, Arif Yayla, Aslan Kızıl, Ayfer Ekin, Ayhan Karabulut,
Aynur Coşkun, Aysel Tuğluk, Ayşe Arslan, Azize Yağız, Bahar Yeşilyurt, Bayram
Bozan, Bedirhan Aklan, Bedri Arslan, Bedir Fırat, Behçet Tunç, Beşir Bekle,
Burak Avcı, Burhan Yürek, Büro Görmez, Cafer Selçuk, Cemal Coşgun, Cemal
Kuhak, Cemalettin Padir, Çiçek Arıç, Çimen Işık, Deniz Yeşilyurt, Dicle
Manap, Doğan Erbaş, Emin Uslu, Emral Dağdelen, Erdoğan Karaca, Ethem Şahin, Eyüphan
Aksu, Ezgi Dursun, Fatma Kurtulan, Faysal Yaçan, Fehime Ete, Ferdi Sönmez,
Ferhan Türk, Ferit Datlı, Fettah Dadaş, Fevzi Kara, Fuat Arslan, Funda Apak,
Gülhanım Doğan, Gürü Toprak, Hacer Taşarsu, Hacı Özbay, Hacı Üzen, Halil
Adıgüzel, Halil İmrek, Halis Yurtsever, Halit Kahraman, Halit Taşçı, Hatice
Adıbelli, Hazal Aras, Hediye Tekin, Hilmi Aydoğdu, Hilmi Karaoğlan, Hüseyin
Bektaşoğlu, Hüseyin Çalışçı, Hüseyin Kalkan, Hüseyin Şahin, Hüseyin Yılmaz,
Hüsnü Koyuncu, İbrahim Binici, İbrahim Erkul, İbrahim Halil Parıldar, İbrahim
Sunkur, İhsan Güler, İlhan Öymen, İsmet Aras, İzzet Belge, Kemal Aktaş, Kemal
Çağlan, Kenan Demir, Kudret Ecer, Leyla Zana, Lezgin Bingöl, Lezgin Örnek,
Lütfi Dağ, Mahmut Alınak, Mahmut Aydıncı, Mahmut Güngör, Mahmut Kayar, Medeni
Kırıcı, Mehmet Ali Öcalan, Mehmet Ali Yaman, Mehmet Ayas, Mehmet Bayraktar,
Mehmet Cevat İnce, Mehmet Emin Acar, Mehmet Emin Yanardağ, Mehmet Emin
Yıldız, Mehmet Faik Taşkın, Mehmet Hatip Dicle, Mehmet İnsan, Mehmet Kodaman,
Mehmet Latif Alp, Mehmet Muhti Aslan, Mehmet Sait Şaşmaz, Mehmet Salih Duran,
Mehmet Salih Koca, Mehmet Salim Sağlam, Mehmet Sefa Güngör, Mehmet Şakar,
Mehmet Şirin Karademir, Mehmet Şirin Tetik, Mehmet Tilki, Mehmet Topçu,
Mehmet Tusun, Mehmet Veysi Dilekçi, Mehmet Yaşik, Mehmet Zeki Doğru, Meliha
Varışlı, Menderes Öner, Merak Kurum, Metin Tekçe, Mikail Varhan, Muhlis
Altun, Murat Avcı, Murat Daş, Murat Öztürk, Musa Farisoğulları, Mustafa
Atmaca, Mustafa Eraslan, Mustafa Tuç, Müslüm Kılıç, Nayif Coşkun, Nazahat
Kaya, Nazime Ceren Salmanoğlu, Necdet Atalay, Nedim Taş, Nimet Özalp, Nizamettin
Öztürk, Nuray Kılıç, Nurettin Demirtaş, Nusrat Akın, Onur Geldi, Orhan
Miroğlu, Orhan Tunç, Osman Akkoyun, Osman Baydemir, Osman İbek, Osman
Özçelik, Osman Taşdemir, Ömer Aşgakara, Ömer Yılmaz, Özgür Söylemez, Pakize
Ukşul, Pelgüzar Kaygısız, Pınar Uzun, Ramazan Özmen, Resul Atay, Sabahat
Tuncel, Sabri Çelebi, Sabriye Burumtekin, Salih Karaaslan, Saniye Turhan,
Sara Aktaş, Sebahattin Işık, Sebahattin Suvağcı, Sedat Yurttaş, Selahattin
Demirtaş, Selim Engin, Selim Sadak, Selma Irmak, Selma Söker, Serhat Ölmez,
Sevahir Bayındır, Seydi Ahmet Öcalan, Seyithan Kırar, Sırrı Keleş, Sıtkı
Adsız, Sibel Öz, Sihem Akyüz, Sima Dorak, Sinan Uğur, Sultan Uğraş, Suna
Akkuş, Süleyman Kılıç, Şaban Yılmaz, Şakir Acar, Şükrü Binici, Tamer Temel,
Taylan Gürel, Tuncer Bakırhan, Türkan Yüksel, Uğur Saraç, Vakkas Dalkılıç,
Veli Aramaz, Yakup Aslan, Yıldız Aktaş, Yıldız Bahçeci, Yusuf Kaya, Yusuf
Tokdemir, Yüksel İğdeli, Zahide Besin, Zeki Aslan, Zeynep Doğan, Zeynep
Karaman, Ziver Gümüş, Ziya Akdemir haklarında
yasaklılık kararı verilmesi de gerekmektedir. VIII- SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Davanın ivedilikle görüşülerek; 1- Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
aykırı eylemlerin odağı haline gelen ve bu şekilde; - Anayasa’nın 68 nci maddesinin 4 ncü fıkrasına, - 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 78, 80, 81,
82 ve 90 ncı maddelerine aykırı eylemlerde bulunduğu açıkça anlaşılan
Demokratik Toplum Partisi (DTP)’nin Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 6 ncı fıkrası ile 2820
sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101/1-b ve 103 ncü maddeleri gereğince
temelli kapatılmasına, 2- Partinin kapatılmasına beyan ve faaliyetleri ile
neden olan Aydın Budak, Abdulkadir Fırat, Abdullah İsnaç, Abdurrahim Bilen,
Ahmet Aka, Ahmet Ay, Ahmet Aydın, Ahmet Cengiz, Ahmet Narım, Ahmet Özbay,
Ahmet Türk, Ahmet Yalçıntaş, Akif Hamitoğlu, Alaattin Ege, Alaattin Enül, Ali
Aslan, Ali Bozan, Ali Gün, Ali Sever, Arif Yayla, Aslan Kızıl, Ayfer Ekin,
Ayhan Karabulut, Aynur Coşkun, Aysel Tuğluk, Ayşe Arslan, Azize Yağız, Bahar
Yeşilyurt, Bayram Bozan, Bedirhan Aklan, Bedri Arslan, Bedir Fırat, Behçet
Tunç, Beşir Bekle, Burak Avcı, Burhan Yürek, Büro Görmez, Cafer Selçuk, Cemal
Coşgun, Cemal Kuhak, Cemalettin Padir, Çiçek Arıç, Çimen Işık, Deniz
Yeşilyurt, Dicle Manap, Doğan Erbaş, Emin Uslu, Emral Dağdelen, Erdoğan
Karaca, Ethem Şahin, Eyüphan Aksu, Ezgi Dursun, Fatma Kurtulan, Faysal Yaçan,
Fehime Ete, Ferdi Sönmez, Ferhan Türk, Ferit Datlı, Fettah Dadaş, Fevzi Kara,
Fuat Arslan, Funda Apak, Gülhanım Doğan, Gürü Toprak, Hacer Taşarsu, Hacı
Özbay, Hacı Üzen, Halil Adıgüzel, Halil İmrek, Halis Yurtsever, Halit
Kahraman, Halit Taşçı, Hatice Adıbelli, Hazal Aras, Hediye Tekin, Hilmi
Aydoğdu, Hilmi Karaoğlan, Hüseyin Bektaşoğlu, Hüseyin Çalışçı, Hüseyin
Kalkan, Hüseyin Şahin, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Koyuncu, İbrahim Binici, İbrahim
Erkul, İbrahim Halil Parıldar, İbrahim Sunkur, İhsan Güler, İlhan Öymen,
İsmet Aras, İzzet Belge, Kemal Aktaş, Kemal Çağlan, Kenan Demir, Kudret Ecer,
Leyla Zana, Lezgin Bingöl, Lezgin Örnek, Lütfi Dağ, Mahmut Alınak, Mahmut
Aydıncı, Mahmut Güngör, Mahmut Kayar, Medeni Kırıcı, Mehmet Ali Öcalan,
Mehmet Ali Yaman, Mehmet Ayas, Mehmet Bayraktar, Mehmet Cevat İnce, Mehmet
Emin Acar, Mehmet Emin Yanardağ, Mehmet Emin Yıldız, Mehmet Faik Taşkın,
Mehmet Hatip Dicle, Mehmet İnsan, Mehmet Kodaman, Mehmet Latif Alp, Mehmet
Muhti Aslan, Mehmet Sait Şaşmaz, Mehmet Salih Duran, Mehmet Salih Koca,
Mehmet Salim Sağlam, Mehmet Sefa Güngör, Mehmet Şakar, Mehmet Şirin
Karademir, Mehmet Şirin Tetik, Mehmet Tilki, Mehmet Topçu, Mehmet Tusun,
Mehmet Veysi Dilekçi, Mehmet Yaşik, Mehmet Zeki Doğru, Meliha Varışlı,
Menderes Öner, Merak Kurum, Metin Tekçe, Mikail Varhan, Muhlis Altun, Murat
Avcı, Murat Daş, Murat Öztürk, Musa Farisoğulları, Mustafa Atmaca, Mustafa
Eraslan, Mustafa Tuç, Müslüm Kılıç, Nayif Coşkun, Nazahat Kaya, Nazime Ceren
Salmanoğlu, Necdet Atalay, Nedim Taş, Nimet Özalp, Nizamettin Öztürk, Nuray
Kılıç, Nurettin Demirtaş, Nusrat Akın, Onur Geldi, Orhan Miroğlu, Orhan Tunç,
Osman Akkoyun, Osman Baydemir, Osman İbek, Osman Özçelik, Osman Taşdemir,
Ömer Aşgakara, Ömer Yılmaz, Özgür Söylemez, Pakize Ukşul, Pelgüzar Kaygısız,
Pınar Uzun, Ramazan Özmen, Resul Atay, Sabahat Tuncel, Sabri Çelebi, Sabriye
Burumtekin, Salih Karaaslan, Saniye Turhan, Sara Aktaş, Sebahattin Işık,
Sebahattin Suvağcı, Sedat Yurttaş, Selahattin Demirtaş, Selim Engin, Selim
Sadak, Selma Irmak, Selma Söker, Serhat Ölmez, Sevehir Bayındır, Seydi Ahmet
Öcalan, Seyithan Kırar, Sırrı Keleş, Sıtkı Adsız, Sibel Öz, Sihem Akyüz, Sima
Dorak, Sinan Uğur, Sultan Uğraş, Suna Akkuş, Süleyman Kılıç, Şaban Yılmaz,
Şakir Acar, Şükrü Binici, Tamer Temel, Taylan Gürel, Tuncer Bakırhan, Türkan
Yüksel, Uğur Saraç, Vakkas Dalkılıç, Veli Aramaz, Yakup Aslan, Yıldız Aktaş,
Yıldız Bahçeci, Yusuf Kaya, Yusuf Tokdemir, Yüksel İğdeli, Zahide Besin, Zeki
Aslan, Zeynep Doğan, Zeynep Karaman, Ziver Gümüş ve Ziya Akdemir’in
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin 9 ncu fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası’nın 95 nci maddesi uyarınca temelli kapatılmaya ilişkin kararın Resmi
Gazete’de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi partinin
kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına, 3- Demokratik Toplum Partisi’nin dava süresince
yapılacak seçimlere katılamayacağına, 4- Dava tarihinde parti bünyesinde üye, yönetici,
BELEDİYE başkanı ve milletvekili olarak görev alanların bir başka siyasi
parti listesinden veya bağımsız olarak dava süresince seçimlere
katılamayacağına, 5- Davalı partiye ödenebilecek hazine yardımlarının
banka hesabında blokesine, 6- Davalı partinin üye kayıtlarının durdurulmasına, karar verilmesi kamu adına arz ve talep olunur.” II- DAVALI PARTİ’NİN
ÖNSAVUNMASI
Davalı Parti’nin 12.2.2008 günlü ön savunması
şöyledir: “İDDİANAMEYE KARŞI ÖN SAVUNMAMIZ A – DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİNİN TÜZÜĞÜNDEKİ TANIMI
VE AMACI DTP’nin kuruluş süreci incelendiğinde mevcut siyasi
partilerden farklı olarak, “tabandan kurulan” tek parti olduğu
görülecektir. İlçelerde ve illerde binlerce üyenin “önseçimle” seçtiği beş
yüz kurucu delege ile Ankara/Kocattepe’de bir salonda medya önünde aleni ve
şeffaf bir şekilde programını, tüzüğünü, adını ve amblemini tartışarak ve
oylayarak kabul etmiştir. Sayın savcı kuruluş kongresinde ki görsel ve yazılı
kayıtları incelemeden ve araştırmadan dava açmıştır..Demokrasinin vazgeçilmez
unsurları olan siyasi partilerin içinde en demokratik ve katılımcı kuruluş
süreci yaşayan partinin DTP olduğu,elliyi aşkın BELEDİYE başkanı ve mecliste
grubu bulunan bir parti olarak “Kürt sorunun” çözümünde bir şanstır.Açılan
kapatma davası sonucu,destek veren milyonlarca seçmenin özgür iradesi, adil
temsil yok sayılmıştır. Elli yılı aşkın süredir Avrupa’da sadece dört siyasi
parti “soğuk savaş” döneminde kapatıldı. Bunlarda Nazi, Faşist ve Komünist
partilerdi.12 eylül askeri darbesi sonucu Atatürk’ün kurduğu CHP dahil tüm
siyasi partiler kapatılıp, yöneticileri içeri alınıp mallarına el konulduktan
sonra 12 eylül askeri darbesi sonrası MGK tarafından hazırlanan Anayasa ve
siyasi partiler yasası bugün topluma dar gelmekte ve değiştirilmesi için
yüzde yüze yakın bir mutabakat bulunmaktadır. AB müzakere sürecinde olan ülkemizde başta anayasa
olmak üzere birçok reformlar yapılmış ve iddianamenin dayanağı siyasi
partiler yasasının birçok hükmü uygulanamaz hale gelmiştir. Ne yazık ki
İktidar ve ana muhalefet partisi bugüne kadar uyum yasaları konusunda
uzlaşmamış sadece % 10 seçim barajını muhafaza etmek ve bağımsız adayların
seçilmesini engellemek için oy pusulasında uzlaşmışlardır. Adil temsilin
önünde ki bu ayıbı gidermek, Türkiye’yi siyasi partiler mezarlığı olmaktan
kurtarmak gerekiyor. Anayasaya aykırı ve uygulanamaz durumda olan siyasi
partiler yasasının değiştirilmesi, toplumun demokratik kanallarının açılması
zorunludur. 1- Demokratik Toplum Partisi’nin Tanımı: Demokratik Toplum Partisi, demokratik uygarlık çağı
değerleri olan özgürlükçü, eşitlikçi, adaletçi, barışçı, çoğulcu, katılımcı,
çok kültürlü toplumu zenginlik olarak gören ve yenileşmeyi savunan; insan ve
toplum odaklı diyalog ve uzlaşıya dayalı, otoriter-merkezi-hiyerarşik siyaset
yapma tarzı yerine; demokratik-yerel-yatay işleyişi benimseyen, demokratik iç
işleyişi kararlılıkla savunan, barışçıl demokratik siyaseti esas alan,
evrensel değerlere sahip çıkan, her türlü ayrımcılığı ve ırkçılığı ret eden,
insanlığın özgürleşmesini cinsler arası eşitlikte gören, bu temelde özgür,
demokratik-ekolojik toplumu hedefleyen demokratik özgürlükçü eşitlikçi sol
bir kitle partisidir. 2- Demokratik Toplum Partisi’nin Amacı a) Demokratik Toplum Partisi; Türkiye’nin hukuki,
siyasi, idari, sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer bütün alanlarda kapsamlı
demokratik reformlarla yeniden yapılandırılmasını ve bu sürecin etkin ve
kalıcı kılınabilmesi için toplumsal barışın sağlanmasını acil bir ihtiyaç
olarak tespit eder. Bunun için, halkın demokratik iradesine dayalı, etnisite,
sınıf, cins ayrımı yapmadan, başta emeğiyle geçinen tüm toplumsal kesimler
olmak üzere, kadın, gençlik ve farklı inanç gruplarının ortak mücadele örgütü
olarak, kuruluşu ve işleyişiyle özgürlükçü demokratik siyasal mücadelesini
kurumlaştırarak yürütür. b) AB sürecini salt bir devletler topluluğu değil,
aynı zamanda bir halklar topluluğu olarak da gören DTP, bu süreci
kararlılıkla savunur. Türkiye’nin AB sürecinin gerektirdiği reform ve
düzenlemelerin hayata geçirilmesinin takipçisi olmak ve bu sürecin toplumun
en geniş çıkarlarına hizmet etmesi için başlamış bulunan müzakere sürecine
aktif katılımı öngörecek girişimlerde bulunur. c) Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkler, Kürtler ve diğer
etnik gruplar tarafından kurulduğunu ve kardeşliğin temelinin tarihin
derinliklerinde yattığını beyan eder; halkların geleceğini ve Kürt sorunun
çözümünü ortak vatanda özgür birliktelikte ve Demokratik Cumhuriyette görür. d) Demokratik bir mücadeleyle evrensel hukuk
kurallarına uygun yeni bir anayasa çerçevesinde, barışçıl, özgürlükçü,
adaletçi, eşitlikçi, değişimci, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi,
ihtiyaçlara dayalı yaygın örgütlü sivil toplumu, demokratik siyasi, herkesin
kendi kimlik özelliklerini geliştirebileceği toplumsal bir yapıyı savunur. e) Devleti, kutsal ve halkın üzerinde gören anlayış
yerine, devleti halkın hizmetine sokacak düzenlemeler yaparak
otoriter-bürokratik devletin giderek küçülmesini öngörür. Yasak ve tabuları
temel alan anlayışların terk edilmesi; bireysel, kolektif, siyasal, ekonomik,
sosyal ve kültürel temel hak ve özgürlüklerin etkin biçimde kullanılmasını
sağlayacak siyasal ve toplumsal bir yapılanmanın oluşturulması; herkese
ayrımsız, anadilinde eğitim ve öğretim hakkının sağlanması, basın, düşün,
kültür-sanat ve diğer alanlarda özgürlükçü ve demokratik anlayışın yerleşmesi
için mücadele eder. f) Cins ayrımcılığı ve kadına yönelik her türlü
şiddeti ret eder, toplumun özgürleşmesinin kadının özgürleşmesine bağlı
olduğundan hareketle, yaşamın tüm alanlarında cinsler arası eşitliğin
yaratılabilmesi için; hukuki, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel
tedbirlerin alınmasını sağlar. g) Cinsiyet özgürlüğünü sağlamanın demokratik toplum
hedefine ulaşmada belirleyici bir etken olduğundan hareketle, cinsiyet
özgürlüğü önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması için başta
kadınların öz iradesine dayalı olarak gelişecek kadın örgütlülüğünü
yaratarak, kararlılıkla mücadele eder. h) Gençliği, özgür ve demokratik geleceği yaratmanın
temel dinamiği olarak görür. Gençliğin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik
yaşamda kendini ve toplumu geliştirmesinin önündeki her türlü engelin
kaldırılması ve gençliğin öz örgütlülüğünü yaratarak siyasetin
gençleştirilmesi için mücadele eder. i) Ulusal ve küresel ekonominin dengeli uyumu
temelinde kamu ve özel mülkiyetin birlikte ele alındığı, rantçılığa karşı
üretken sermayeye yer veren, sosyal adaleti her alanda gerçekleştiren,
yoksulluğa ve açlığa karşı adil paylaşımı ve üreticiliği ön gören bir
felsefeyle hareket eder. j) İnsanlığın geleceğinin doğa ve çevre ile uyumlu
demokratik bir toplumdan geçtiğini savunur; doğa üzerinde sistemli bir
şekilde sürdürülen tahribatı sona erdirecek ekolojik-demokratik bir toplumun
yaratılması için mücadele eder. k) Her türlü inancın kendisini özgürce ifade
edebileceği, devletin tüm inançlara eşit mesafede duracağı, bilimsel
düşünceyi esas alan, özgürlükçü, demokratik laiklik anlayışın esas alınması
için mücadele eder. l) Türkiye’nin katı merkeziyetçi ve tekçi
yapılanmasına karşı yerinden yönetimi ve yerel demokrasinin geliştirilmesini
savunur. Yerel demokrasinin bir an önce hayata geçirilebilmesi için,
Türkiye’nin mevcut idari işleyişinde gerekli acil reformları gerçekleştirmeye
yönelik kapsamlı çalışmalar yürütür, bu amaç doğrultusunda bilimsel araştırma
ve tartışmalar geliştirir. m) Demokratik Toplum Partisi, yaşamın her alanında
kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasını savunur. Kadın-erkek eşitliğinin siyasal
alanda uygulanabilmesi için her türlü önlemi alır. Kadın-erkek eşitliğini en
üst düzeyde sağlamak üzere “eşbaşkanlık” sistemini savunur ve bunun
kurumsallaşması için mücadele yürütür. B - DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ, AB’YE TAM ÜYE OLMUŞ
BİR TÜRKİYE’Yİ HEDEFLEMEKTEDİR Dünyadaki değişim ve dönüşümler, insanlığın
paylaştığı ortak değerler noktasında bireyleri ve sistemleri demokratikleşmeye
zorluyor. Demokratikleşmenin önemli bir boyutu da, siyasetin
demokratikleşmesidir. Bu da ancak farklı toplumsal taleplerin belirli bir
zeminde karşılanması, tartışılması, uzlaşması ve karar süreçlerine
ulaşmasıdır. Türkiye’nin dış politikada söz sahibi olabilmesi,
ancak iç ve dış kamuoyunun desteği ile yapacağı cesur reformları, ayrıca
ekonomik istikrar ve demokratikleşmeyi başarmasına bağlıdır. Radikal bir
hukuk reformuyla bunlar mümkündür. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, Kopenhag
Kriterlerinde ifadesini bulan, sürece ve pratik içinde daha somutlaşacak olan
ilke ve kuralların benimsenmesini gerektirir. DTP, Türkiye’nin çağcıl bir dünya ülkesi olması için,
iç ve dış diplomasi girişimleriyle her platformda büyük gayretler
göstermiştir. Türkiye’nin AB’ye tam üye olması için ülkede kamuoyu
oluşmasında, ülke dışında tüm diplomasi olanaklarıyla en büyük çabayı
gösteren partidir. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri, her alandaki
büyüme ve çağdaşlaşma stratejisini AB’ye katılmada görmüştür. DTP’nin program
ve siyasetinin önemli bir ayağı da bu stratejinin gerçekleştirmesini
hızlandırmaktır. DTP, Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü içinde, barışı,
toplumsal uzlaşmayı ve demokratikleşmeyi savunur. Bunu partinin tüm resmi
başvurulu eylem ve etkinlikleriyle, her kademedeki tüm yöneticilerinin söylem
ve mesajlarıyla kanıtlanmıştır. Demokrasilerde elbette, muhalif görüşler ve bu
görüşlerin siyasi partileri olacaktır. Var olan sisteme, statükoya alternatif
politikalar oluşturmak; sistemin iktidarını, söylem ve eylemleriyle
eleştirmek, demokrasinin vazgeçilmezliğidir. Bu duruş ve bakış açısı ile meşru eylemleri hukuken
ve siyaseten parti kapatma gerekçeleri olamaz. C- DAVA İDDİANAMESİNİN HUKUKSAL MANTIĞI I - Uluslararası Hukuk Açısından a) Yargıtay Sayın Cumhuriyet Başsavcısı’nın
iddianamede yer verdiği “AİHS’in 11’nci maddesindeki düzenleme
gözetildiğinde, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi projesi
bulunan ve/veya siyasi amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı amaçlayan
siyasi parti için kapatma yaptırımı öngörülmesi AİHS’e aykırı değildir” (Emek
Partisi/Türkiye kararı) kararı, doğru olmakla birlikte, Sayın Başsavcının
gözden kaçırdığı bir nokta vardır. O da, kararda da belirtildiği gibi, siyasi
amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı amaçlayan siyasi parti kapatılır
diyor. Ancak Demokratik Toplum Partisi, ne şiddeti bir amaç, ne de bir araç
olarak görür. Kaldı ki, hiçbir eylem ve söyleminde bırakın şiddetti ya da
şiddete çağrı yapmayı, şiddete karşı olduğunu her fırsatta belirtmektedir. AİHS’in 11’nci maddesi uyarınca bir siyasi partinin
kapatılması “ırkçılığı, terörü, yabancı düşmanlığını, şiddeti, şiddet çağrıyı
teşvik ediyor veya hoşgörüsüzlüğe dayanıyorsa”, bu durumlarda AİHS’in 11’nci
maddesinin bir ve ikinci fıkrasındaki düzenlemelerden hareketle, siyasi
partinin kapatılması gündeme gelebilecektir. İddianamede şiddet kavramı, çok
geniş bir şekilde ele alınarak, siyasi bir bakış açısıyla DTP’nin şiddeti
savunduğu öne sürülmüştür. Ancak hukuk düzeninde açık söylem ve eylemler
geçerlidir. b) Yine AİHM’in bazı kararlarında “Kapatma yaptırımı
boyutundaki müdahale, takip edilen meşru amaçla orantılı, uygun ve yeterli
olmalı, sosyal bir ihtiyaca cevap vermelidir, yani demokratik bir toplumda
gerekli olmalıdır” denilmiştir. TBKP/Türkiye, Sosyalist Parti/Türkiye,
ÖZDEP/Türkiye, HEP/Türkiye, RP/Türkiye kararları gerçeği karşısında, Demokratik
Toplum Partisi’nin kapatılması hangi ihtiyaçtan doğmuştur? Demokratik bir
ortamda Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması gerekli midir? Sayın
savcının, geçmişte ülkede yaşanan ve halen de devam eden şiddet olaylarının
Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasında değerlendirilmesi gerektiğini
savunuyor. Bunu da zorlayıcı sosyal gereksinim olarak ifade ediyor. Hukuk
gerçeğinden uzak, sadece siyasi saiklerle ifade edilen bu iddialar,
Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması için kanıt olarak gösteriliyor.
Oysa, Türkiye’de yaklaşık 30 yıldır süregelen şiddet olaylarının kaynağı Demokratik
Toplum Partisi olamayacağı gibi, bunun önlenmesi için Demokratik Toplum
Partisi, her fırsatta barışçıl ve demokratik söylemlerini ifade etmiştir. c) İddianamede de yer alan AİHM’in Sosyalist Parti ve
TBKP kararında; “Kapatma yönünden tüzük ve programdaki aykırılık tek başına
yeterli olmayıp, eylem de olmalıdır. Siyasi partinin, Türkiye toplumu ve
devleti için gerçek bir tehlike oluşturduğuna ilişkin somut kanıtlar ortaya
konulmalıdır. Eylemler aşırı uç ve terörist grupları teşvik etmeye yönelik
olmalıdır” denilmektedir. Burada da görüldüğü gibi, tüzük ve programın
aykırılık teşkil etmesi tek başına yeterli görülmemiş, ayrıca DTP’nin Program
ve Tüzüğü yasal süreçler ve onaydan da geçmiştir. Demokratik Toplum
Partisi’nin tüzük ve programında hiçbir aykırılık söz konusu değildir. Ancak
bu eylemlerin de Türkiye devleti için gerçek bir tehlike oluşturduğuna
ilişkin somut kanıtların olması gerektiğine atıf yapılmıştır. Demokratik
Toplum Partisi’nin Türkiye devletini tehlikeye atacak hiçbir somut eylemi
olmamıştır. AİHM’in ÖZDEP kararı, program ve tüzük konusunda en
önemli içtihattır.Strasbourg yargısal denetimi değerlendirmelerinde: 38. Mevcut davada, ilk olarak Anayasa Mahkemesinin 14
Temmuz 1993 tarihli ÖZDEP’i kapama kararında belirtilen gerekçeler,
Anayasa ve siyasi partilerin kuruluşuna ilişkin kanunun 78(a) ve (81) (a) ve
(b) bölümlerinin ihlal edilmesi suretiyle, Devletin bölünmez bütünlüğüne ve
ulusun birliğine zarar verme olarak gösterilmiştir. Anayasa Mahkemesinin
kanaatına göre program, Türkiye’de kendine özgü bir kültürü ve dili olan ayrı
bir Kürt halkının mevcut olduğu varsayımına dayanmıştır. Programda Kürtler,
demokratik hakları tamamen gözardı edilen ezilen insanlar olarak sunulmuştur.
ÖZDEP, Kürtler için kendi kaderini tayin etme hakkını istemiş “bağımsızlık
savaşı” haklarını desteklemiştir. Görüşü terör örgütü ile aynıdır ve kendi
içinde bir isyana teşvik etmektedir. Bu da kapatılmayı haklı kılmıştır (bkz.
yukarıdaki 14. paragraf). Ayrıca, Anayasa Mahkemesi, programında Hükümet’in
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (dini işlerin dini kurumların kendi kontrolü
altında olması gerektiği gerekçesi ile) kaldırılmasını savunarak, ÖZDEP’in
laiklik ilkesini yıkmaya çalıştığını düşünmüştür. Bu nedenle Anayasa
Mahkemesi, siyasi partilerin kurulmasına ilişkin Kanunun 89. bölümünün ihlal
edildiğini kabul etmiştir. 39. Bu etkenlerin ışığı altında Mahkeme söz konusu
alıntıların içeriğini dikkate almalı ve ÖZDEP’in kapatılması için
haklı sebep teşkil edip etmediğini tespit etmelidir. Birinci hususa ilişkin olarak, Mahkeme araştırmasını
yaparken birinci görevinin kendi görüşlerini ilgili ulusal yetkililerin
görüşlerinin yerine koymak değil, anılan yetkililerin insiyatifleri
doğrultusunda verdikleri kararların 11. Madde kapsamında incelenmesi olduğunu
yinelemektedir. Bunu yaparken de, Mahkeme özellikle ulusal yetkililerin
kararlarını ilgili olayların kabul edilebilir şekilde değerlendirmelere
dayandırdığından emin olmalıdır (bkz., yukarıda anılan Sosyalist Parti ve
Diğerleri kararı, s. 1256, Madde 44). 40. ÖZDEP’in programının incelenmesi üzerine,
Mahkeme şiddet kullanımı, bir isyan veya diğer şekillerde demokratik
ilkelerin reddedilmesine yönelik herhangi bir çağrı tespit edememiştir. Bu,
Mahkeme’nin kanaatına göre dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur (bkz.,
8 Temmuz 1999 tarihli Okçuoğlu – Türkiye Kararı, Raporlar 1999, s. …, madde
48). Bunun aksine, program içinde önerilen siyasi projenin uygulanmasında
demokratik kurallara uyulması gerektiği vurgulanmıştır. Diğer hususların yanı
sıra, ÖZDEP’in “genel seçim hakkına sahip şahıslar tarafından seçilen
temsilcilerden oluşan bir demokratik meclisin oluşturulmasını teklif etmekte”
ve “Kürt sorununa Nihai Helsinki Senedi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi uluslararası sözleşmelere harfiyen
riayet eden barışçı ve demokratik bir çözümü savunduğunu” belirtmektedir
(bkz. yukarıdaki 8. paragraf). Ancak Hükümet, “ÖZDEP’in “ÖZDEP
halkların bağımsızlık ve özgürlük için verdiği haklı ve meşru mücadelede
halkları desteklemektedir. Bu mücadelede halkların yanındadır.” ifadesi ile
silahlı mücadeleyi açıkça desteklediği” kanaatındadır” Mahkemenin anılan ifadenin ÖZDEP’in belli
siyasi taleplerde bulunduğunu düşünmesine rağmen, anılan ifadede halkı şiddet
kullanmaya, demokrasi kurallarını çiğnemeye teşvik edecek herhangi bir husus
tespit edememiştir. Bu açıdan ilgili bölüm, Avrupa Konseyi’nin üye
devletlerinde siyasi açıdan etkin olan diğer kurumların programlarında
bulunan bölümlerden ayırt eden herhangi bir husus içermemektedir. 41. Anayasa Mahkemesi ayrıca ÖZDEP’i programında
“Kürtler ve Türkler” olmak üzere iki ulusun belirtilmesi ve Türk ulusunun
birliği ve Türk Devletinin toprak bütünlüğüne zarar verecek şekilde
azınlıkların mevcudiyetine ve bunların kendi kaderini tayin etme haklarına
gönderme yapma konusunda da eleştirmiştir. Mahkeme, söz konusu metinler birlikte ele
alındıklarında, temelde – demokratik kurallar çerçevesinde – “Türk ve Kürt
halklarını kapsayan bir sosyal düzen” kurmak olan bir siyasi projeyi
amaçladığını belirtmektedir. Programın başka yerlerinde “Özgürlük ve
Demokrasi Partisi ülkenin kuruluşuna katılmış olan Kürt ve Türk halklarının
gönüllü birliği için kampanya başlatmaktadır” ibaresi kullanılmıştır. ÖZDEP’in
programında ayrıca “ulusal ve dini azınlıkların” kendi kaderini tayin etme
hakkına gönderme yaptığı doğrudur; ancak bağlam içinde ele alındığında, bu
kelimeler insanları Türkiye’den ayrılmaya teşvik amacına değil, teklif edilen
siyasi projenin Kürtlerin özgür irade ile, demokratik şekilde ifade edilen
izni ile desteklenmesinin gerektiğinin vurgulanmasına yöneliktir. Mahkeme, anılan siyasi projenin Türkiye Devleti’nin
mevcut ilkeleri ve yapıları ile uyumlu olmamasının demokratik kuralları ihlal
etmediği görüşündedir. Demokrasi açısından herhangi bir zarara sebebiyet vermemesi
kaydıyla, bir Devletin mevcut düzenleme şeklini sorgulayanlar da dahil olmak
üzere, çeşitli projelerin önerilmesi ve görüşülmesi demokrasinin temel
unsurlarındandır (bkz. yukarıda anılan Sosyalist Parti ve Diğerleri kararı,
s. 1257, Madde 47). Aynı husus, ÖZDEP’in Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
kaldırılmasına ilişkin teklifleri için de geçerlidir. 42. Söz konusu bölümlerin halkça benimsenenden daha
farklı bir siyasi tasarım içermediğini söylemek imkansızdır. Ancak, aksine işaret
eden başka bir somut eylem olmadığında, “ÖZDEP’in programının
gerçekliğine ilişkin şüphe duyulması için herhangi bir neden mevcut değildir.
Bu nedenle, ÖZDEP sadece ifade özgürlüğünü kullanması nedeniyle
cezalandırılmıştır. 43. Mahkeme yukarıda anılan hususların ışığı altında, ÖZDEP’in
kapatılmasının demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığının bir başka
deyişle, bir “zorunlu sosyal gereksinimi” karşılayıp karşılamadığı veya
“amaçlanan meşru hedef ile orantılı” olup olmadığını tespit etmek durumundadır
(bkz. yukarıda anılan Sosyalist Parti ve Diğerleri kararı, s. 1258, Madde
49). 44. Demokrasinin düzgün şekilde işlemesine ilişkin
siyasi partilerin önemli rolü açısından (bkz. yukarıda anılan Türkiye
Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri kararı, s. 17, madde 25), siyasi
partiler söz konusu olduğunda, 11. Madde kapsamında belirtilen istisnalara
harfiyen uyulması gerekmektedir; anılan partilerin dernek kurma özgürlüğüne
ilişkin sınırlamaları sadece inandırıcı ve zorunlu nedenler haklı kılacaktır.
11. Maddenin 2. fıkrası anlamında bir gerekliliğin mevcut olup olmadığının
tespitinde Akit Devletler, sadece sınırlı bir takdir marjına sahip olup, bu
da bağımsız mahkemeler tarafından verilenler de dahil olmak üzere, tabi
olduğu kanun ve kararları kapsayan Avrupa denetimi ile paralel gitmektedir
(a.g.e. s. 22, Madde 46). Ayrıca, Mahkeme daha önceden demokrasinin başlıca
özelliklerinden birinin, yıldırıcı olanlar da dahil olmak üzere, bir ülkenin
sorunlarının şiddete başvurulmaksızın diyalog içinde çözümlenmesi için fırsat
sağladığına karar vermiştir. Demokrasi ifade özgürlüğü ile gelişmektedir. Bu
açıdan, Devlet nüfusunun bir kısmının durumunun alenen görüşülmesini istemesi
ve demokratik kurallara uygun olarak ilgili herkesi hoşnut edecek çözümleri
bulmak üzere ulusun siyasi hayatına katılmak istemesi nedeniyle bir siyasi
grubun engellenmesi için herhangi bir meşru sebep bulunmamaktadır (bkz.
yukarıda anılan Sosyalist Parti ve Diğerleri kararı, s. 1256, 45. madde). 45. Mahkeme, mevcut davada söz konusu müdahalenin radikal
olduğuna işaret etmektedir: ÖZDEP derhal yürürlüğe girmek üzere
temelli kapatılmış, aktifleri tasfiye edilerek kanunen Hazineye devredilmiş
ve yöneticileri benzeri siyasi faaliyetlerden men edilmiştir. Anılan sıkı
önlemler ancak en ciddi davalarda uygulanabilecek türdendir. 46. Mahkeme ÖZDEP’in programındaki ilgili
bölümlerin, eleştiri ve talepleri dile getirmek suretiyle, bu açıdan
demokrasi ilkeleri ve kurallarına uygunluğun sorgulanmasını gerektirmediğine
ilişkin görüşünü daha önce bildirmiştir. Mahkeme, başta terörizm ile ilgili mücadele olmak
üzere, huzurunda bulunan davaların tarihçesini dikkate almaktadır (bkz.
yukarıda belirtilen Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri Kararı, s.
27, Madde 59). Bu bağlamda Hükümet, ÖZDEP’in Türkiye’de terörizmden
kaynaklanan sorumlulukta pay sahibi olduğunu belirtmiştir (bkz. yukarıdaki
35. paragraf). Ancak Hükümet, ÖZDEP’in herhangi bir önemli faaliyet
yapmak için çok kısıtlı bir zaman içinde anılan durumun nasıl oluştuğunu
açıklamakta başarısız olmuştur. Parti 19 Ekim 1992 tarihinde kurulmuş ve
kapatılması için birinci başvuru 29 Ocak 1993 tarihinde yapılmış ve ilk
olarak 30 Nisan 1993 tarihinde kurucu üyelerinin kararı ile kapatılmış ve
sonrasında 14 Temmuz 1993 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılmıştır. Olası herhangi bir tehlike olsa olsa ÖZDEP’in
programından kaynaklanacak olup, burada da Hükümet, demokrasi ve barışçıl
çözümlere olan bağlılıklarına rağmen ÖZDEP’in programındaki söz konusu
bölümlerin Türkiye’deki terörizmi körüklediğini ikna edici şekilde açıklayamamıştır.
ÖZDEP ile ilgili AİHM kararı uyarınca Anayasa
mahkemesine “Yeniden Yargılama” başvurusu kabul edilmiş,inceleme sonucun da
tekrar red kararı verilmiş olduğundan,AİHS nin 46 ncı maddesi
uyarınca,yeniden başvuru konusu olup ayrıca Bakanlar komitesinin denetimi
istenecektir. d- HEP hakkında açılan dava da anayasa Mahkemesi
parti kongre ve toplantılarında atılan sloganların, yapılan konuşmaların,üye
ve bir kısım yöneticinin söylemini “odak” suçlamasında yeterli görmemiş,sadece
SPK 101 nci madde uyarınca yetkili kurulların yaptığı açıklamalar sonucu
kapatılmıştı.AİHM bu davada da ihlal kararı buldu.Ayrıca siyaseten
yasaklananlar AİHM e açtıkları davaları kazandılar Türkiye AİHS nin 10 ncu
maddesi uyarınca mahkum oldu.Bu dava da ÖZDEP gibi tekrar Strasbourg denetim
sürecini yaşayacaktır. D- KÜRT SORUNU TÜRKİYE’NİN ÇÖZÜM BEKLEYEN EN
ÖNEMLİ SORUNUDUR. SİYASET VE HUKUK BUNU ÇÖZMEK ZORUNDADIR. Tüm siyasi partiler bu
konuda çözüm projesi geliştirmek zorundadır. Demokratik Toplum Partisi DTP,
Kürt sorunun demokratik-barışçıl temelde çözümünü programında açıklamıştır.
Parti, Kürt sorunun çözümünde, Türk ve Kürtler’in tarihsel olarak birlik ve
kardeşlik ilişkilerini temel alan güncel bir yaklaşımın çözüm yolunu
açacağına inanmaktadır. Türkiye’nin
demokratikleşmesi Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde belirleyici rol
oynayacaktır.20.yy’da Ortadoğu’da oluşturulan siyasi sistemin bir çok sorunu
beraberinde getirdiği, bölgenin en eski topluluklarından olan Kürtlerin bu
sistemde ifadesini bulamaması, Türkiye başta olmak üzere Iran, Irak;
Suriye’de gelişen oligarşik, otoriter, totaliter ve monarşik yönetimler
sonucu, Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir. DTP inkarcı ve ayrılıkçı
yaklaşımların sorunları çözemeyeceğini, aksine çözümü daha da zorlaştıracağına
inanmaktadır. Devletin soruna bakış açısı ve yaklaşımı, kökten
değiştirilmedikçe, çözüme uygun politika ve uygulamalar geliştirilmedikçe,
sorunu daha da ağırlaştıran askeri çözüm yaklaşımı terk edilmedikçe, barışın
güvenin, istikrarın ve huzurun tesisi mümkün değildir Son yirmi yılda yaşanan
acılardan herkesin ders çıkarması gerekmektedir. Gelişen etnik milliyetçilik
ve çatışma ortamı alarm vermektedir. Orta Doğu’da taşlar yerinden oynamakta,
dengeler değişmekte, gelişmeler ülkemizi yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’de Kürtler,
Türklerden sonra ikinci büyük halktır. Sayıları yirmi milyonu aşkın
yurttaşımız bulunmaktadır. Kürt halkı, Türk halkından tarih, dil, kültür,
gelenek, coğrafi bölge gibi etkenler itibariyle farklı bir topluluk, yani bağımsız
bir halk olduğu konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Kürt halkı bugün
nüfus yoğunluğu olarak Doğu ve Güneydoğu bölgesinde, yarısından fazlası da
metropol kentler başta olmak üzere Batı ve diğer bölgelerde yaşamaktadır.
Ulusal kurtuluş savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde, Lozan
görüşmelerinde Atatürk’ün bir çok söyleminde ve Meclisin tutanaklarında,
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu asli öğesi olarak Türk ve Kürt halkı
gösterilmektedir. Bu nedenle Kürtlerin Türk kardeşleri ile eşit yaşamayı
isteme hakları vardır. Dil, bölge, kültür, din, gelenek ve tarihsel köken
gibi objektif kriterler devreye girince, kültürel ve tarihi özelliklere sahip
insan topluluklarının kendilerini bir halk olarak algıladıkları takdirde,
tereddütsüz, bağımsız bir halk olarak tanınmaktadırlar.Kürt halkının
varlığı,tarihsel,sosyolojik gerçeklik bugüne kadar devlet tarafından yok
sayılmıştır.Son zamanlarda “Kürt realitesini tanıyoruz” gibi Başbakanlar
düzeyinde yapılan resmi açıklamaların içeriği doldurulmamıştır. Lozan anlaşmasında “gayrı Müslim azınlıklar” dışında
kalan, başta Kürt halkı olmak üzere diğer Müslüman gruplarında 39 ncu madde
uyarınca dil ve kültür haklarının kullanılması önünde hiçbir engel
bulunmamaktadır. Kaldı ki Türkiye’nin tarafı olduğu uluslar arası sözleşmeler
ve AB aday üyelik süreci kriterleri de bu hakların kullanılmasını ön görmektedir.
Ancak, kuruluş felsefesinin inkarı giderek, inkar, asimilasyon, baskı
politikaları sonucu, sorun bugüne kadar çözümsüz kalmıştır. Yanlış
politikalar sonucu gelinen noktada devlet ile Kürt yurttaşı arasında barışa,
sarsılan güven bunalımını aşmaya, ekonomik, sosyal ve siyasal adımlar
atılmaya ihtiyaç vardır. Kurtuluş savaşı Kürtlerin,
Türklerin ve diğer etnik kökenlerinden toplulukların ortak direnişiyle başarıya
ulaşmıştır. Amasya protokolun da “Vatan Kürt ve Türklerin oluşturduğu
topraklardır” denilmektedir.*1921 Anayasası da yerel kültürlere özerklik
tanıyan karakteriyle, Türk ulus yerine “Türkiye ulusu” şeklinde ki kapsayıcı
anlayışı,1924 Anayasasında terk edilmiş,”Türkiye ahalisi” tabiri
kullanılmıştır. Çok kültürlü toplumlarda
farklılıkların bir arada özgür ve eşit yaşaması yönünde anlayış ve
davranışlar geliştirilmediği takdirde, ülkemizde son yıllarda olduğu gibi acı
olaylar yaşanmaktadır. Bugün dahi çözülmesi acil sorunların başında Kürt
sorunu gelmektedir. 1999 yılında AB aday üyelik
süreci ile başlayan reformlar sonucu bazı adımlar atılmasına rağmen yeterli
olmadığı, müzakere sürecinde kalıcı bir barış ve güven ortamının sağlanması
yönünde ki niyetler Ortadoğu ve Irak’ta yaşanan gelişmeler sonucu, çözümü
daha da ivedi kılmıştır. Türkiye’de çok kültürlü bir toplum yaşamaktadır.
Nüfusun büyük çoğunluğunu Türk ve Kürt halkını oluştururken, Çerkez, Gürcü,
Laz, Arap, Gürcü, Arnavut vs. birçok değişik etnik grubu da barındırmaktadır.
Müslüman olmayan azınlıklarda Lozan’da statü tanınan Ermeni, Yahudi, Rum
azınlığın dışında, Süryaniler, Keldaniler ve Yezidiler gibi azınlıklarda
bulunmaktadır. Büyük çoğunluğu Sünni Müslüman olmasına rağmen, milyonlarca
Alevi yurttaşımızın yaşadığı ülkemizde tarihten gelen zengin kültürel
farklılıkları barındırmaktadır. Kürt sorunu askere havale
edilerek, asayiş ve kriminal bir sorun olarak, baskı yöntemleriyle
çözülemediği görülmüştür. Bugüne kadar uygulanan politikaların devamı sorunu
derinleştirir ve bir iç savaşa doğru sürekler. Terörü önleme bahanesiyle Kürt
halkının istek ve özlemlerinin bölücülük gerekçesiyle bastırılması, bir
halkın bütün olarak potansiyel düşman olarak görülmesi, ırkçı saldırgan
milliyetçiliğin linç girişimlerine onay verilmesi, kışkırtılmış kitlelerin
kontrol edilmemesi, hukukun uygulanmaması, bizi adım adım seçilmiş bir
travmaya doğru götürmektedir. Kürt sorunu bir demokrasi
ve İnsan hakları sorunudur. Tarihsel ve sosyolojik anlamda köken olarak etnik
anlamda bir kimlik arayışı, anlatımı, kültür sorunu, yönetim sorunu, hak
arama sorunu olarak ortaya çıkması nedeniyle demokrasi ve insan hakları
sorunu olarak, hukuksal anlamda eşit ve özgür yurttaş olma isteği hak
arayışı, barış, bütünlük ve gelişme, kalkınma boyutları olan devasa çözümü de
kısa ve orta vadelere yayılabilecek bir sorundur. a- Sözleşmeler açısından
haklar İnsanlık tarihi yaşanan
acıların külleri üzerinde ikinci dünya savaşı sonrası insan hakları konusunda
önemli gelişmeler sağlamıştır.1990 lı yıllardan sonra uluslar arası insan
hakları hukukunun bir parçası olarak “azınlık hakları” gelişmiştir. Birleşmiş Milletler İnsan
hakları komisyonu “etnik,dinsel ve dilsel azınlıklara mensup kişilerin
haklarına ilişkin “azınlık” tanımının “objektif “ ölçütleri içinde yer alan
“..çoğunluktan farklı,etnik,dilsel,dinsel özelliklere sahip olma unsuru”
azınlık haklarına ilişkin uluslar arası belgelerin hak öznesinin
tanımlanmasında kullanılan diğer bir unsur “subjektif” ölçüt olarak “ortak
kimlik” ve korunması üzerinde yoğunlaşmıştır. Azınlıkların korunması,
devletlerin yetki alanını aşan, insan haklarının uluslar arası korumasının
ayrılmaz bir parçası olarak kabul görmektedir.Azınlıkların kimlik haklarının
temel hak ve özgürlüklerin koruma alanı içine yerleştirilmesi,kültürel ve
siyasal çoğunluğun taşıyıcısı insan hakları ve demokrasi anlayışı içinde
ifade edilmesi ve korunmasını sağlayacak çözüm yöntemleri geliştirmeyi
zorunlu kılıyor. Türkiye BM in 1966 tarihli ikiz
sözleşmelerini imzaladı ve onayladı. Bunların ortak birinci
maddesi,”halkların self determinasyon hakkından “bahsediyor. Bunun ölçütleri
olarak, sayı, yoğunluk, tarihsel süreklilik, motivasyon ölçütlerine
bakılıyor. Önceki bölümlerde Kürt halkının bu ölçütleri taşımasının bir
bölünme sendorumuna yol açacağı kaygısıyla bazı çekinceler konuldu. Dış
etkenler, uluslar arası konjöktör, iç etkenler birlikte değerlendirildiğinde
acil önlemler alınması gerektiği açıktır. “İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi” 2 nci maddesi “ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da
düşünce, ulusal ya da toplumsal köken ...nedeniyle insanlar arasında fark
gözetilmeyeceğini..” amirdir. “Uluslar Arası
Ekonomik,Sosyal haklar Sözleşmesi” “öğrenim-eğitim hakkını, kültürel
hayata katılma, bilimsel gelişmelerden yararlanma, haklarının güvenceye
alınması gerektiğini..” belirtmektedir. “Uluslar arası Medeni ve
Siyasi haklar sözleşmesi” “..her türlü düşünceyi ifade etme hakkı,
halkların kendi kaderini tayin hakkı,etnik,dilsel ve dinsel azınlıkların
bulunduğu ülkelerde kendini geliştirme hakkının yadsınamayacağını..”
belirtmektedir. Çerçeve Sözleşmesi yanı
sıra BM in ve Avrupa Konseyi ile AGİT in birçok karar ve bildirgesinde
azınlık hakları korunması ve yaşatılması önemli bir yer tutmaktadır.”Ulusal
yada etnik,dinsel ve dilsel azınlıklara mensup kişilerin hakları konusunda BM
Teşkilatının bildirgesinde;...kendi kültürünü yaşama hakkı, kendi dinini
öğretme ve uygulama hakkı,kendi dilini kullanma hakkı, kültürel, dinsel,
sosyal, ekonomik ve kamu yaşantısına etkin biçimde katılma hakkı...” birçok
hakka değinmektedir. Azınlık hakları kimlik ve
kültürel Haklar artık ulusların iç sorunu olmaktan çıkmış, uluslararası
denetim mekanizmasına tabi temel hakların başında gelmektedir. Avrupa İnsan
hakları sözleşmesinin 14 ncü maddesi her türlü ayırımcılığı yasaklarken AB
müzakere sürecinde özellikle azınlık ve kültürel haklar konusu önemli bir yer
tutmaktadır. “Kültür ve Kalkınma Dünya Komisyonu Raporu”
son yılların önemli çalışmalarından olup, Dünya Kültür Komisyonu İLC’nin ilk
raporunu 1998 yılında BM sunması yanında; Kültür Hakları konusunda bir
Ombdusman Bürosu kurulması önerilmekte, bu büroya baskı altında ki kişiler
yada grupların başvurabilecekleri belirtilmektedir. Avrupa Konseyi
Parlementerler Meclisi kabul ettiği raporda “..Kürtlerin dünyanın devletsiz
en büyük ulusu olduğu” yazılıdır. Kürtlerin kültürel haklarına kavuşması,Kürt
ailelerin mevcut dil öğrenim olanakların hakkında bilgilendirilmesi ve Kürt
kültür derneklerinin resmen tanınması ve desteklenmesi ..” isteniyor.başta
Türkiye olmak üzere “devletlerin Kürt kültürünün korunması konusunda atması
gereken adımlar” sıralanıyor. Buna göre Türkiye Avrupa Azınlık ve Bölgesel
Diller Şartını imzalayıp yürürlüğe koyması, Kürtçe öğrenim görebilme olanağı
yaratılması, Üniversitelerde Kürtçe dil edebiyat dersleri verilmesi, Kürt
ailelerin mevcut dil öğrenim olanakları hakkında bilgilendirilmesi,
Türkiye’de Kürt kültürünün tanıtımını sağlayacak merkezlerin kurulması, Kürt
Kültür derneklerinin resmen tanınması ve desteklenmesi..dile getiriliyor. Uluslar arası hukuk
belgelerinde azınlıkların iki tanımının olduğu görülüyor. Biri sosyolojik
diğeri hukuki tanımıdır. Türkiye’nin de tarafı olduğu uluslar arası
belgelerde etnisite, dil, din veya bu grupların farklılıklarını koruma ve
geliştirme hakkı tanınmaktadır. Sözleşmelerin bir kısmı tanıdığı hak ve
özgürlüklerin öznesi olarak “halkları” göstermiştir. Azınlık ise doğal ve
tarihsel bir bulgu olarak kabul edildiğinden, sözleşmede tanımlanmasına ve
ilgili devlet tarafından tanınmasına gerek olmadığı kabul edilmiştir. Çağdaş uluslar arası
belgelerin bir kısmı, bir devletin dil, din, kültür ya da etnik öğe açısından
farklılaşan gruplara tanıyacağı hakları “topluluk” düzeyinde tanımıştır.
Sosyolojik azınlığa asgari düzeyde bazı hakların tanınması demokratik bir
ülke için kabul edilebilir en düşük standarttır. Etnik, dilsel, dinsel veya
kültürel farklılıkların inkar edilmesi, bu farklılıkların korunması ve
geliştirilmesine yönelik hakların (asgari düzeyde de olsa)tanınmaması,
uluslar arası hukukun ölçütleri bakımından “asimilasyonist” bir politikanın
izlenmesi anlamına gelir. UNESCO’NUN Kültürel haklar
konusunda ki sözleşme, karar ve tasarıları, eğitimde ayrımcılığa
karşı UNESCO sözleşmesi, kültürel haklar konusunda uluslar arası standartları
oluşturma çalışmaları sonucu: *Kültürel hayata katılma
hakkı*Bilimsel gelişmeye katılma hakkı*Bilgi edinme hakkı *Herhangi bir sanat ya da
edebiyat yapıtının maddi yada manevi ürünün korunması hakkı*Kimlik hakkı,
kültürel kimlik hakkı*Silahlı çatışmalarda dünya ve kültür ve doğa mirasının
kullanılması hakkı, önemli bir yer tutmaktadır. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ışığında Kültürel haklar: “Kimlik hakkı, İsim hakkı, Kişinin
istediği dili kullanma hakkı, Kişinin istediği dili öğrenme hakkı, Kurum
tesis etme hakkı, Kültürel etkinlik hakkı, Bir kültürel topluluk üyesi olarak
tanınma hakkı, kamu makamları ile ilişkilerde kendi dilini kullanma hakkı,
Fikri mülkiyet hakkı, Bilgiye ulaşma hakkı, Kültürel mirastan yararlanma
hakkı, Yetişkinlerin eğitim hakkı, Yüksek nitelikli öğrenim görme hakkı düzenlenmiştir.
Ayrıca Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri sözleşmesi, Ulusal Azınlıkların
Korunması Hakkında Çerçeve Sözleşmesi, gibi önemli sözleşmelerin AB üyelik
sürecinde Kopenhag kriterleri de esas alınarak yaşama geçirilmesi
gerekmektedir. b- Dünya örneklerinde
sorunun çözümü Farklı kültür ve halkların
olduğu ülke örneklerinden yola çıkarak Türkiye’de sorunun kendisine özgü
çözümü konusunda sağlıklı bir sonuca ulaşmak mümkündür. 1- UNESCO nun MOST (Sosyal
Değişimlerin Yönetimi) programı çerçevesinde yapılan araştırmalar sonucu şu kategoriler
ortaya çıkmıştır. a-Tek dil konuşulan ülkeler, eğitim dahil tek dil
politikası uygulanmaktadır. b-Bazı ülkeler tek ulusal dil ve o dilde eğitim
politikası izlemekle birlikte bölgesel dilleri ve göçmenlerin dillerini
hesaba katarak farklı dillere sınırlı öğrenim ve uygulama olanakları
tanımaktadırlar (Fransa, İtalya, Bulgaristan gibi) c-Çoğunluğun dilinin
egemen olduğu, bazı yerlerde geçici olarak başkaca resmi dillerin kabul
edildiği ülkeler.(ABD) d-Çok dilli ülkelerde farklılık teşvik edilmemekte,
ülkenin çok dilli niteliği kabul edilmektedir. (Belçika, İsviçre gibi)
e-Kanada örneği ülkeler, iki resmi dil kabul edilmiş. f-Farklı kültürleri
tatmin eden çok kültürlülüğü kabul ederken, aynı zamanda merkezi idarenin
egemenliğine vurgu yapan, kamu yönetiminde devletin tek iletişim dili
kullandığı ülkeler (Sovyetler, Yugoslavya) 2- Çok kültürlü ülkelerde
farklı kültürleri tanıyan, tanımayan ülkeler olduğu gerçeği ışığında şu
kategoriler ortaya çıkmaktadır. a-Dil yönünden bağdaşık ülkeler, Asimilasyon
ve entegrasyan uygulayan Brezilya, Çin, Endonezya, b-Azınlık diline ulusal
üstü belgeler ışığında kullanılma hakkı tanıyan ülkeler, Avusturya, İtalya,
Türkiye (Lozan anlaşması ile sadece Ermeni, Rum ve Yahudilere tanınan haklar,
39 ncu madee haklarında Kürtler yararlandırılmamıştır), Yunanistan,
c-ülkesinde resmi ve başka dillere hukuki statü tanıyan İngiltere, Fransa,
d-bölgesel özerklik tanıyan Fransa, İtalya, İspanya, e-Bölge dil ayrımı
uygulayan Belçika, İsviçre, f-Birden fazla resmi dil uygulayan Yeni Zellanda,
İsrail, Kanada, g-Toplumsal yaşamda çok dillik uygulayan ABD, h-Sömürge dili
yerine kendi dilini uygulayan Sudan, Cezayir, dillerin kullanımına karışmayan
Avustralya gibi değişik uygulamalar bulunmaktadır. 1- Üniter devlet yapısı
içinde dil ve kültür özerkliği uygulayan ülkeler: Fransa’da Oksitanca,
Bretonca, Baskça, Flamanca, Korsikaca, İtalya’da Sardca, Almanca, Fransızca,
Solvanca, Avusturya’da; Slovanca, Hırvatça, Çekçe, Macarca, Sorabca, ABD de;
İspanyolca, Finlandiya’da; İsveççe Yunanistan da Türkçe uygulamada
kullanılmaktadır. 2- Çok kültürlülük içinde
Toprağa bağlı Özerklik, Eyalet Sistemi uygulayan ülkeler: İspanya (Katalan,
Galiçya, Bask, Arogan, Belçika (Flamanca, Fransızca, Volanca, Almanca) İsrail
(Arapça, İbranice) Kanada (Fransızca, İngilizce) Birden fazla resmi dili olan
ülke sayısı 30 kadardır. Çin, Rusya, Hindistan, Filipinler, Pakistan bu
ülkelerden bazılarıdır. 3- Çok kültürlülük sorununu
bağımsızlıkla çözen ülkeler; Çekoslavakya (Çek ve Slovakya) 4- Çok Kültürlülük sorunu
çözmek için asimilasyonu uygulayan ülkeler, Türkiye, Cezayir, Tunus, Suriye. Çok kültürlülük sorununu
aşması, Türkiye’nin iç barışı sağlaması, barış, güven huzur ortamını tesis
etmesi ile AB müzakere sürecinin sağlıklı işleyeceği bir gerçektir.
21.Yüzyılda etnik yapılar tehdit olarak değil, zenginlik aracı olarak
görülmekte, demokrasilerde birliğin harcı olarak değerlendirilmektedir. c- Bölgesel özerklik
tanıyan ülkeler Çok kültürlü toplumlarda
sosyal barışı ve bölge kültürlerinin gelişmesini sağlamanın bir başka yöntemi
bölgesel özerklik tanımaktır. Fransa, İspanya, İtalya gibi tek resmi dil
kullanan ülkeler ile birden fazla resmi dil kullanan İsviçre, Belçika,
Hindistan, Finlandiye gibi ülkeler bölgesel özerklik politikası uygulayarak
soruna çözüm bulmuşlardır. Bölgesel özerklik politikalarının temel amacı
ülkenin bir bölgesinde azınlık dillerini korumaktır. Üniter devlet yapısı içinde
Fransa Korsika örneği,”yarı özerklik” modeli olarak gösterilmektedir. Coğrafi
yapı, Korsika dili, Korsika bölgesinin örgütlenmesinde özellikle coğrafyası
ve tarihinden kaynaklanan özellikleri dikkate alınarak 1982 yılında statüsü
bir yasa ile açıklığa kavuşmuştur. Yasa ile tanınan özerklik statüsüne
İspanya örneği gösterilmektedir. Ülkenin resmi dili İspanyolca ya da
Kastilyandır. Katalan, Bask, Galiçya, Aragon dilleri ayrıca eyaletlerde resmi
dil olarak kullanılmaktadır. Belçika örneği toprak ayrımı yapılması ve farklı
dilleri konuşan toplumlara tam özerklik tanımıştır. İsrail iki resmi dili
Arapça ve İbranice’yi konuşmaktadır. Finlandiya azınlık dilinin kullanılması
için belirli bir nüfus oranını yeterli görmektedir. Ülkenin resmi dili Fince
ve İsveççe olmasına rağmen, Laponca çoğunluk olduğu yerlerde
kullanılmaktadır. Kanada iki dilli statüsünün uygulanması için yeterli
sayının bulunmasına gerek duyan bir sistem uygulamakta ve çoğunluk oluşturan
kültürün bağımsızlığa yönelmesi söz konusudur. ABD de resmi dil İngilizce
olmasına rağmen Havai adalarında iki resmi dil kullanılmaktadır. Bugün dünyada konuşulan dil
sayısı 6000 devlet sayısı 197 dir. Buda birçok ülkenin çok kültürlü olduğunu
gösteriyor. Azınlık ve insan hakları sorunları bu nedenle ülkelerin iç sorunu
olmaktan çıkmıştır. Her türden otonomi
uygulamaları kendi içinde belirli ölçüde ademi merkeziyetçiliği barındırmakta
ve bu nedenle de sıkı bir merkeziyetçilik şeklinde örgütlenmiş olan Fransa
(Korsika örneği) veya Türkiye gibi devletler ve hükümetlerce reddedilmekte ya
da en azından aşırı derecede kuşkulu karşılanmaktadır. Otonominin her biçimin
sonuçta devletin dağılması ve ayrılmaya yol açacağı şeklinde bir korku
mevcuttur. Uluslar arası anlaşmalar ya da devlet içi sözleşmelerle sonuca
bağlanmış, başarı kazanmış otonomi örnekleri içinde Aland adaları, Güney
Tirol, Grönland, Feröer adaları gösterilmektedir. Otonomi sıkça demokrasi ile
ilişkilendirilmekte ve tanınması demokrasinin bir faktörü olarak ortaya
çıkmaktadır. Fonksiyonel ya da işlevsel otonomi için Almanya’nın kuzeyinde ki
Schleswig-Holstein eyaleti gösterilmektedir. Danimarka kökenli azınlığın “iç
egemenlik hakkı” olduğundan söz edilmektedir. Teritoryal(bölgesel/yerel)
otonomi, devlet sınırları içinde belirli bölgelerin özel statüye sahip olması
demektir. Yerel yönetimler güçlendirilerek seçilmiş halk meclisleri kurulması
önerilir. Yerel otonomi sadece belirli bölgede yerleşmiş ve tarihsel olarak
gelişmiş bir aidiyet bilincine sahip halklar için bir örgütlenme modelidir.
Bu tip otonomiler ağırlıklı olarak Avrupa’da görülmektedir. Özerk yürütme
idaresi ve seçilmiş halk temsilciliklerinin dışında başka ortak özellikleri
bulunmamaktadır. Kültürel otonomi, bir
halkın kültürel sorunlarının, yani yaşamının bir kısmını özerk olarak
yönetmesi anlaşılıyor. Bu sınırlı özerklik modeli, bir azınlık için her
şeyden önce kendi birliği ve kimliğini korumak için eğitim ve kültür alanlarında
devletten bağımsız kurumlara sahip olmak önemli olduğu haller içindir. Ancak
kültürlerin ayırt edici öğelerine çok kültürlülük ile azınlığın kültürü
arasında sınır çekme ve azınlığın izalasyonu ve yabancılaşması tehlikesi,
ayrılıkçı eğilimlere de yol açabilir. Diğer taraftansa kültürel kimliğin bir
boyutu olarak, sınırın öbür tarafında bulunup bu halka mensup olan insanlarla
engellenmeden ilişkiler kurma olanağı da söz konusu olmalıdır. Kültürel
kimlik sınırın varlığı nedeniyle engellenmemeli, tam tersine halklar ve
devletlerarasında sınırları aşan bir köprü rolü de oynayabilir. “İndigen Halkların Haklarına İlişkin
Deklerasyon”, self determinasyon hakkının kullanılmasının spesifik bir biçimi
olarak kültür, din, eğitim, iletişim, medya, sağlık, barınma, istihdam,
sosyal refah, ekonomik faaliyetler toprak ve kaynakların idaresi, çevre ve
mensup olmayanların girmesi gibi iç ve yerel işleriyle ilgili olan sorunlarda
özerklik veya öz yönetim hakkı ve buna bağlı olarak bu otonom işleri finanse
etmek için yollar ve araçlara baş vurma hakkına sahiptir. Çok kültürlülük gereği adımlar atmak, sorunu çözmek
üniter devlet yapısıyla çelişmemektedir. Siyasi/İdari mekanizmalarla/modellerle,
kültürel haklar konusu iki apayrı alandır. TRT de Kürtçe yayının başlaması,
Kürtçe Kurslar, radyo/Tv konusunda atılan adımlar AB reform çabaları
göstermiş ki ülkeyi bölünmeye götürecek bir korku yaşamanın gereği yoktur. II - Ulusal Hukuk Açısından a) Sayın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, ilginç iddia
ve söylemlerde bulunmuştur. Adeta kanun koyucu yerine geçip hukuk yaratmaya
çalışmıştır. Sayın Başsavcının iddianamede yer alan şu söylemlerini dikkatle
inceleyecek olursak: “Siyasi parti
kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku anlamında ceza davası olmaması,
kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku kapsamında suç olma zorunluluğunu
gerektirmemektedir… “ “Bir siyasi
partinin kapatılmasını gerektiren eylemlerin, ceza hukuku kapsamında mutlaka
suç olarak düzenlenmesi ve bu konudaki davalarda mahkûmiyetle sonuçlanması
gerekmemektedir. Ancak eylem aynı zamanda ceza hukuku kapsamında suç olarak
düzenlenmiş ise, bu konuda ceza mahkemesindeki davaların sonuçlanmasını
beklemeye gerek bulunmamaktadır. Kapatma davasına konu edilen eylemlerin
işlendiği tarihlerin bir önemi yoktur. Eylemlerin üzerinden ne kadar süre
geçse de, zamana yayılan bu eylemlere odaklaşma boyutunda bir bütünü
oluşturmaları yönünden iddianamede dayanılması olasıdır.” Yukarıda da belirtildiği gibi, bu söylemleriyle Sayın
Başsavcı siyasi saiklerle hukuk yaratmaya çalışmıştır. Ceza hukuku açısından
suç sayılamayan bir fiili ya da filleri, parti kapatma açısından delil olarak
göstermeye çalışmıştır. Bu mantık, tüm çağcıl hukuk kriterlerini altüst
etmektedir. Bu olsa olsa, antidemokratik siyasi bir norm yaratmadır. Ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğüne yapılacak en
büyük engel olur. Kaldı ki, siyasi partiler düşünce ve somut politikalarını
kitlelere rahat bir şekilde ulaştırmak zorundadır. Yasal çerçeveler içinde
yapılan söylem ve eylemler de bir nevi engellenmek istenmektedir. Bunu kabul
etmemiz mümkün değildir. Hukuksal mantığın tahlilini ve değerlendirmesini de
Yüce Mahkeme’nin demokratik hukuk kriterleri açısından ele alacağına olan inancımızı
ifade etmek istiyoruz. b) Bununla da yetinmiyor Sayın Başsavcı, bir suçun
işlenmesini partinin kapatılması için yeterli görmektedir. Suçun ya da
eylemin yargı sürecini beklemeye gerek olmadığını savunmaktadır. Bu
saptamanın hukuka aykırı olduğunu, bırakın hukukçuları, konuya duyarlı tüm
vatandaşlar da bilmektedir. Sayın Başsavcının bunu hangi mantıkla talep
ettiğini gerçekten anlamakta zorluk çekiyoruz. İddianamenin bütününde de anlaşıldığı gibi,
Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması için, alelacele hazırlanmış “delil
ikame” kolaylığı seçilerek ve içinde her türlü hukuk dışı söylem ve
taleplerin yer aldığı bir iddianameyle karşı karşıyayız. D - PARTİ KAPATMAYI ÖNGÖREN YASAL MEVZUAT 1- Anayasada yapılan son değişiklikler ve bu
doğrultuda Siyasi Partiler Yasası’ndaki uyum düzenlemeleri aynı yasa
maddelerine dayanarak kapatma isteyen Sayın Savcının görüşlerini
doğrulamıyor. Bu bağlamda; a) Anayasa’nın 68/4 maddesi, bir siyasi partinin 68/4
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak,
onun bu nitelikteki fiillerin yoğun işlendiği bir odak haline geldiğinin
Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. Halkın Emek partisi (HEP) in kapatılması istemi ile
açılan davada “odak olma” iddiası yerinde görülmemiş ve red edilmiştir.
HAK-PAR hakkında açılan davada,”federasyon istemi “dahi kapatılma için
yeterli görülmemiş ve dava red edilmiştir. b) Anayasa’nın 69/6. maddesi; Bir siyasi parti, bu nitelikteki fiiller işlendiği ve
bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya
yönetim organları veya TBMM’deki grup genel kurulu veya grup yönetim
kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya
anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde söz konusu fiillerin
odağı haline gelmiş olur. c) Ayrıca Anayasa 69/7. maddeye göre de; Anayasa
Mahkemesi’nin temelli kapatma yerine, koşulların oluşması halinde dava konusu
fiillerin ağırlığına göre, ilgili siyasi partinin devlet yardımından kısmen
veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verilebileceğini öngörmektedir.
Siyasi Partiler Yasası’nın 101 ve 103. maddeleri de aynı düzenlemeleri
içermektedir. 2- Madde metinlerinde açıkça ifade edildiği gibi “………
fiiller….. zımnen veya açıkça kararlılık içinde işlendiği taktirde, söz
konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır”. (69/6) Anayasa Mahkemesi’nin 68/4 böyle bir mahkeme
kararıyla kesinleşen kanıtlarla tespitini yapıp kararını verir. Bunun dışında, varsayımlarla, muhtemel oluşacak, ama
oluşmamış kanıtlarla hiçbir mahkeme, şahısları ve tüzel kişileri
cezalandıramaz. Buna rağmen verilecek her karar siyasidir. E - DAVA SİYASİDİR 1) Yargıtay Sayın Cumhuriyet Başsavcısının,
iddianamenin birçok yerinde Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması
gerektiğini hukuk dışı talepleriyle ifade ederek, davanın siyasi bir
anlayışla açıldığını ispatlamıştır. 2) Kapatma isteminin dayandırıldığı kanıtların
başında, Demokratik Toplum Partisi kurulmadan önce Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla
yaptığı haftalık olağan görüşmeleri yer alıyor. Bilindiği üzere Abdullah
Öcalan’ın da her siyasi tutuklu ve hükümlü gibi avukatlarıyla görüşme hakkı
vardır. Bu hak, yasal bir çerçevede gerçekleştiği gibi, devletin yetkili
organları tarafından da bilinmekte ve takip edilmektedir. Bu görüşmelerde,
avukatları ile kendisi arasında geçen diyalog ve görüşmeler sonrasında
avukatların yapmış oldukları açıklamalar ya da söylemler Demokratik Toplum
Partisi’nin bilgisi dışındadır. Hukuken herhangi bir nedensellik bağı da
oluşturmamaktadır. İddianamede tüm bu görüşme notlarının kaynağı da
belirtilmemektedir. Sayın Başsavcının kaynak olarak gösterdiği internet
siteleri, maddi hukuk anlamında ne kadar güvenilir kaynaklar ya da kanıtlar
olabilir? İnternet sitesi açmak ve bu sitelerde istenilen her konuda yazı ya
da haber yapılabileceği herkes tarafından bilindiği bir gerçektir. Bu
internet sitelerinin dışında başka bir kaynak gösterilmemiştir. Bilindiği gibi “İmralı Kapalı Cezaevi” kişiye özel
bir cezaevi olup, iç yönetmeliği de “kişiye özel” tek kişilik bir
yönetmeliktir. Çok sıkı korunan,avukat ve aile görüşmelerinde içeri kaleme
dahi sokulmayan koşullarda yapılan görüşmeler; çıkarılan bir yasa ile hakim
gözetiminde yapılmaktadır. Yapılan tüm görüşmeler kayıt altında olup, sayın
savcı bu resmi kayıtları istememiş ve bunların hiçbirine iddialarını
dayandırmamıştır. Kaldı ki, bu görüşmeler iddianamede yer aldığı gibi
olsa dahi, yasa dışı herhangi bir söylem yoktur. İddianamede yer alan
görüşmelerde şiddet ve şiddete çağrı yoktur. Aksine ülkenin birliği içinde
Demokratik Cumhuriyet yapılanmalarına ve silahtan arındırılmış barışçıl
söylemlere ısrarla vurgular yapıldığı görülmektedir. 3) Ayrıca görüşme notlarında; ABD, AB, Ortadoğu,
Türkiye ve Kürtlerle ilgili ve değişik konularda tahlil, görüş ve öneriler
var. Başsavcı sadece DTP’ye ilişkin kısımları cımbızlamış. Hukuken bağ kurmak
zorlamasını seçmiştir. 4) Görüşmeler cezaevi idaresinin bilgisi ve denetimi
altında yapılmakta ve görüşme notlarının bir fotokopisi de cezaevi idaresince
alınmaktadır. Görüşme yasaldır. Alınan notlar suç oluşturmamaktadır. Suç
oluşturması durumunda cezaevi idaresinin müdahalesi söz konusu olacaktı.
Dolayısıyla bu notların yayınlanması da suç oluşturmaz diye düşünüyoruz. 5) İddianamede, ulusal çapta yayın yapan bazı
gazetelerin iddia üzerinde yaptığı bazı haberlerin de kaynak olarak
gösterildiği görülmektedir. Oysaki bu haberlerde yer alan iddialar hukuki
anlamda kanıt teşkil etmemekle birlikte, bunun tespiti de yetkili organlar
tarafından yapılmamıştır. Bu haberlerden bir tanesi de HADEP Eski Genel Başkan
Yardımcılarından Hikmet Fidan’ın öldürülmesi olayı ile ilgilidir. İddianamede
Fidan’ın öldürülmesinin gerekçesi şöyle açıklanıyor: “… Hikmet Fidan’da bu aşamada Demokratik Toplum Hareketi
adı altında (Öcalan’ın talimatları gereği!) faaliyete başlayan partililerin
çalışmalara katılması yolundaki davetine olumsuz yanıt vermiştir. DTP’ye ret
yanıtı veren ve bu arada PKK’nın muhalifi PWD ile ilişkisi ortaya çıkan
Hikmet Fidan 06.07.2005 tarihinde Diyarbakır’da tuzağa düşürülerek bilinmeyen
bir PKK mensubu terörist tarafından ensesine ateş edilmek suretiyle
öldürülmüş, tuzağa düşürenler yargılanarak mahkûm edilmişlerdir. Bundan sonra
olaya DTP’nin yaklaşımı başlı başına ele alınması gereken mahiyettedir. Zira
hiçbir DTP (DEHAP)’lı olayı kınayamamış, hatta cenazenin kaldırılması için
Diyarbakır Büyükşehir BELEDİYEsinden ambulans talebi dahi ‘deposu delik’
gerekçesi ile karşılanmamıştır” şeklinde uzun bir açıklamaya yer vermektedir. Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Sayın Başsavcı
bazı gazeteciler tarafından ortaya atılan bu senaryoları fazlasıyla ciddiye
almıştır. Bu iddiaların herhangi somut bir kanıtı olmadığı gibi, Demokratik
Toplum Partisi ile bağdaştırılmasını da anlamış değiliz. Bilindiği gibi,
cinayetin kimler tarafından organize edildiği henüz yargı mercilerince de
tespit edilmemiştir. Demokratik Toplum Partisi, şiddete karşı olduğunu her
fırsatta dile getirmiş, bütün sorunların barış ve diyalogla çözüleceğine
işaret etmiştir. Sayın Başsavcı bu konuda sağlıklı bir araştırma
yapmış olsaydı, DTP nin kurucu başkanı ile birlikte birçok kurucusunun taziye
ziyaretinde bulunduğunu, cenaze törenine katıldığını ve böylesi şiddet
eylemlerine karşı tavır aldığını öğrenmiş olacaktı. 6) Sayın Başsavcının Demokratik Toplum Partisi’nin
kapatılması için gösterdiği ilginç kanıtlarından bir tanesi de Yazar Adalet
Ağaoğlu’nun İnsan Hakları Derneği’nden istifa etmesidir. Sayın Ağaoğlu, bir
aydın olarak kendi kararıyla ve çeşitli gerekçeleriyle İHD’den istifa
etmiştir. Sayın Başsavcının karıştırdığını düşündüğümüz metin, Demokratik
Toplum Partisi’nin kapatılması için hazırlanmış iddianamedir. İHD ise, insan hakları alanında faaliyet yürüten bir
sivil toplum örgütüdür. Demokratik Toplum Partisi ile resmi hiçbir bağı
yoktur. Ancak Sayın Başsavcının aynı paragrafta yer alan “Bulunması gereken
konumla ilgisiz bir konuma sürüklendiği anlaşılan İHD’nin davalı DTP (ve
terör örgütü PKK) ile hemen her platformda ortak görüş bildirmesinin …”
şeklindeki ifadesi, olayın siyasi bir bakış açısı ile değerlendirildiğinin
tipik kanıtıdır. İnsan hakları kuruluşlarını ve demokratik kitle
örgütlerini DTP yandaşı dolayısıyla yasa dışı gösterme gayreti bir
zorlamadır. Ayrıca haksız ve hukuk dışıdır. Sayın Adalet Ağaoğlu yaptığı açıklama ile bu iddiayı
da boşa çıkarmıştır. Kapatılma gerekçesi olarak beyanlarının alınmasına
karşı tepkisi basında yer aldı.Kaldı ki Ağaoğlu’nun bir dernek ile ilgili
beyanlarının bir siyasi partinin kapatılması gerekçesi yapılması ,hukuki
illiyetin bulunmaması nedeniylede zorlama bir gerekçedir. 7) Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması için
kanıt olarak gösterilen ve iddianamede “Demokratik Toplum Partisi’nin
Kuruluşundan Sonraki Eylemler” başlığı altında yer alan 141 eylemin büyük bir
çoğunluğunun yargılaması devam ederken, birçoğu da hala hazırlık soruşturması
evresindedir. Kanıt olarak gösterilen bu eylemlerden sadece 3 tanesi Yargıtay
tarafından da onanarak kesinleşmiştir. Gerçek veya tüzel kişiler doğmadan suç
işleyemezler, bu hukukende biyolojik olarak da mümkün değildir. Bu üç davadan
biri de DTP kurulmadan önceki bir zaman diliminin hadisesidir. Kanıt olarak
gösterilen diğer eylemlerden 30’u hala soruşturma aşamasında iken, 91
tanesinin yargılaması devam etmektedir. 14 tanesi birinci derece mahkeme
tarafından karar verilmiş ancak henüz kesinleşmemiştir. Bu eylemlerden bir
tanesi beraatla sonuçlanmış, bir tanesi de soruşturma dışı tutulmuştur. 8) İddianamede kanıt olarak gösterilen eylemlerden
bazıları da oldukça ilginçtir. Şöyle ki; Eylemlerden, iddianamenin 89.
sayfasında yer alan, PKK tarafından kaçırılan 8 askerin kaçırılması olayında
Demokratik Toplum Partisi üyesi Milletvekillerinin bu askerlerin geri
getirilmesinde üstlendikleri insancıl rol gereğince, haklarında açılan
soruşturma da yer almıştır. Oysaki bütün kamuoyunun da bildiği gibi, Demokratik
Toplum Partisi sadece insan hayatına verdiği değer itibariyle, üstüne düşen
görevi yerine getirmiştir. Bu konuda sadece insani reflekslerle hareket
etmişlerdir. Tek amaçları bu sekiz askerin yaşamlarına bir zarar gelmeden
evlerine dönebilmelerinin yolunu açmaktı. Nihayetinde Kuzey Irak Yerel
yönetimi ile ABD yetkililerinin girişimleri sonucu, aralarında DTP
milletvekillerinin de hazır bulunduğu bir heyete askerler teslim edilmiş. ABD
yetkilileri askerleri Türkiye’ye getirmiştir. Ne yazık ki soruşturmaya
uğrayan, tutuklanan ve haksız saldırılara muhatap olan 8 askerin ilk
duruşmada serbest bırakılması ile kamu vicdanı bir nebze olsun rahatlamışsa
da, bu olayda imali ve kusuru bulunanlar hakkında herhangi bir soruşturma
açılmazken, yaşam hakkını savunan DTP’ nin bu nedenle kapatılmasını istemek
acı bir tezat olarak ortaya çıkmaktadır. 9) Yine iddianamenin 82. sayfasında yer alan ve
Diyarbakır Kayapınar BELEDİYEsi tarafından yaptırılan havuzun Kürdistan
haritasına benzediği gerekçesiyle Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
açılan dava da kanıt olarak gösterilmiştir. Ancak dava geçtiğimiz günlerde
BERAATLA sonuçlanmıştır. Diyarbakır 6.Ağır Ceza mahkemesinin 27.11.2007 tarih
2007/277Esas kararı ektedir. 10) İddianamede yer alan ve kanıt olarak gösterilen
ilginç eylemleri özetle aktarmaya devam ediyoruz. 76. sayfada yer alan Kars
İl Başkanı Mahmut Alınak tarafından Başbakan’a Kürtçe Mektup gönderilmesi
Siyasi Partiler Yasası’na aykırı bulunduğu gerekçesiyle hakkında açılan ve
halen devam eden dava da kanıt olarak gösterilmiştir. Oysaki demokratik bir
hukuk devletinde kişiler, içeriğinde şiddet veya şiddete çağrı ve hukuka
aykırı olmadıkça, istedikleri dilden taleplerini ilgili yerlere
gönderebilmelidir. Çağımızda herkesin kendi anadiliyle konuşma, okuma ve
yazma hakkı olmalıdır. 11) İddianamenin 72. sayfasında yer alan ve 86.
sıradaki eylem olarak gösterilen dava konusu eylem, DTP’nin kuruluşundan önce
işlenmiştir.Tüzel veya gerçek kişilerin daha doğmadan sorumlu tutulması
mümkün değildir. Bu eylem bile kapatılmaya kanıt olarak gösterilmiştir. 12) İddianamenin 88. sayfasında ve 130. sırada
gösterilen dava da hukuk adına kabul edilemez. Şu an DTP Milletvekilleri olan
Aysel Tuğluk ve Ayla Akat Ata, Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yaptıkları
sırada, “Öcalan’ın talimatlarını gerekli gördükleri yerlere iletmeleri”
nedeniyle haklarında açılan dava da kanıt olarak gösterilmiştir. Ancak her
ikisi de avukat olup, kendi görevlerini icra etmişlerdir. Görevlerini de yasal
çerçeve içerisinde yapmışlardır. Bu ilişkiyi talimat olarak değerlendirmek,
Avukatlık Yasasına aykırıdır. Avukatlar, kendi özgür iradeleriyle DTP’ye
katılmışlardır. Anayasada ya da diğer yasal mevzuatta avukatların siyaset
yapması önünde hiçbir engel yoktur. Dolayısıyla onlar da istediği partiye
girip siyasi faaliyetlerde bulunabilirler. 13) İddianamenin 77. sayfasında yer alan ve
Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması için öne sürülen kanıtlardan bir
tanesi de Hakkâri’de düzenlenen bir sempozyumdur. Hakkari BELEDİYEsi ve DTP
Hakkari İl yönetimi tarafından “Kürt Dili Eğitim Hareketi” adı altında
organize edilen bu sempozyum sırf konusu ve taşıdığı başlığı gereği,
ilgililer hakkında ceza davası açılmıştır. Ceza davası halen devam ederken,
Sayın Başsavcı bunu da vahim görmüştür. Oysaki bütün BELEDİYEler ve siyasi parti teşkilatları
bu tür sosyal ve eğitici panel, seminer ve sempozyumlar düzenlemektedir. Bu
etkinlik, Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması için kanıt olarak
gösterilmesi, demokratik bir hukuk devleti ile bağdaşmamaktadır. 14) İddianamede yer alan “PKK’lı teröristlerin yol
kesip, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan milletvekilliği seçimleri için DTP
destekli seçime giren seçimden sonra DTP’ye katılan bağımsız adaylara oy
verilmesi için propaganda yapması durumun ne derece vahim olduğunun
kanıtıdır” şeklindeki ifade, gerçek dışı olmakla beraber, bunu kanıtlayan herhangi
bir veri de sunulmamıştır. Sayın Başsavcı kanıt göstermek adına her tür hukuk
dışı, sadece söylentilere dayalı eylem ve fiilleri sıralamıştır. Kaldı ki
böylesi bir propaganda gerçek olsa bile,DTP’yi suçlama nedeni olamaz. 15) İddianamede adı geçen Aydın Doğan ve Hasan
Çakkalkurt hakkında 23.05.2007 tarihinde İstanbul 11.ağır Ceza mahkemesi
2006/384 esas sayılı beraet kararı ekte sunulmuştur. Davanın açıldığı
16.11.2007 öncesi beraet kararı bulunmasına rağmen kapatılma gerekçesi
yapılmıştır. 16) İddianamede adı geçen Medeni Kırıcı ile Büro
Görmez hakkında 12.12.2007 tarihinde Kocaeli 3.asliye Ceza mahkemesinin
verdiği beraet kararı ektedir. 17) Ali Sever hakkında Van 4.Ağır ceza Mahkemesinde
açılan dava 03.10.2007 tarih 2007/19 esas sayılı kararla beraetle sonuçlanmış
olup karar ektedir. 18) Sayın Başsavcının “Parti mensuplarının eylemleri propaganda
boyutlarını aşarak şiddet eylemlerinde görev almaya, terör örgütü
bildirilerini halka dağıtmaya, talimatlara uymayanları tehdide, adliye
binalarına bomba koymaya, terör örgütüne eleman kazandırıp, kırsala
göndermeye, teröristlerin talimatlarını alıp, gereğini yapmaya, partililerin
örgüt kamplarına gidip, toplantılara katılmasına, buralarda eğitim aldıktan
sonra ülkeye dönüp faaliyette bulunmaya, hatta gösterdikleri liyakat
gözetilerek milletvekili olmaya, terör örgütünün ihtiyaçlarını karşılamak için
halktan para toplamaya dönüşmüştür. Davalı partinin eylemlerinin demokratik
hukuk düzeninde olması gereken hiçbir unsuru taşımadığı gibi, olmaması
gereken tüm unsurları taşıdığı tartışmaya yer vermeyecek bir gerçeklik olarak
önümüzdedir” şeklindeki siyasi değerlendirmesi, hukuken ispatlanmamış şahsi
ve kasti düşünce ürünü olup, gerçek dışıdır. Yukarıda anlatılan söylemlerin
hiçbiri iddianamede yer alan ve kanıt olarak gösterilen eylemlerin içeriğinde
yoktur. Kaldı ki bu eylemler ve söylemler neticesinde açılan davaların
hiçbiri daha kesinleşmiş değildir. Kaldı ki DTP milletvekillerinin seçilme
kriterleri tamamen sayın savcının “sübjektif yaklaşımı ve düşüncesi” olup,
halkın özgür iradesine, adil temsile ve TBMM nin de manevi şahsiyetine daha
saygılı olması beklenirdi. 19) İddianame de yer alan 141 eylem, (konuşma,
açıklama ve slogan olarak) açılan soruşturmalara dayanılarak kapatılma
gerekçesi yapılmıştır. Parti Meclisi,Merkez Yürütme Kurulu,Parti Meclis
Grubu olarak SPK da 101 ve 103 ncü madde anlamında tek bir açıklamaya
dayanılmamıştır. Parti tüzel kişiliğini bağlamayan, bireysel açıklamalar
nedeni ile “odak” olma iddiasının unsurları gerçekleşmemiştir. Irkçılık, savaş kışkırtıcılığı, insanlığa karşı
suçlar ve ayırımcılık, toplumu şiddet kullanmaya çağrı ve tahrik 21.yüzyılda
en önemli suçlar olup,DTP ve Kürt halkına yönelene saldırıları teşvik eden
diğer partiler hakkında sayın savcının hiçbir işlem yapmaması çifte standardı
uygulaması kabul edilemez. Ekte sunduğumuz sadece 22 temmuz seçimleri sonrası
DTP ye yönelen saldırılar, örgütlü ve planlı olmasına rağmen sayın savcılar
harekete geçmemiştir. DTP binalarını kurşunlayanlar kahraman muamelesi görmüş
ve hemen salıverilmiştir. Hukukun işlemediği yerde adalet olmaz,adaletin
olmadığı yerde herkes suçlu duruma düşebilir. Yargıtay Başsavcılığı son on
yılda yapılan reformları ve anayasa değişikliklerini dikkate almamıştır.
Anayasalar ve yasalar da eğişim geçirir, hukuk yargı demokrasinin gelişmesi
önünde tutucu-muhafazakar bir engel olmamalıdır. Aksine demokrasi ve
özgürlükleri genişleten çağa uyduran, toplumu dönüştüren gerçek fonksiyonunu,
rolünü oynamalıdır. Toplumu dönüştüren iki güç vardır. Biri siyaset
diğeri hukuktur. Ancak hukuk Şemdinli davasında, savcısına sahip çıkmayarak,
Danıştay saldırısında çetelerin üzerine gidemeyerek iyi sınav vermiyor.
Yargının askerileştirilmesi ve suç çetelerinin aleni cinayetlerine rağmen
“görevsizlik “kararları ile Askeri yargı da tahliye edilmeleri kamu vicdanını
sızlatmaktadır SPK 78 nci maddesinde yazılı anayasanın 2 ve 3 ncü
maddesini ihlal eden herhangi bir eylem söz konusu değildir. 81 inci madde
anayasanın 68 ve 69 uncu maddelerine aykırı olup, RTÜK tarafından Kürtçe
yayın yapıldığı ve eğitim önünde ki bazı engellerin kaldırılması istemi
tamamen demokratik bir taleptir. SPK 101 nci madde uyarınca Yargıtay başsavcılığı
denetiminden geçen ve onay alan tüzük ve programda yasalara aykırılık
bulunmamaktadır. SPK 103/2 nci maddeye göre parti yetkili organlarının
suç teşkil eden bir eylemi söz konusu olmadığı gibi, bu konuda da çifte
standart uygulanmaktadır. Ergenekon gibi çetelerin kurduğu silahlı olan ve
yasadışı eylemleri bulunan cinayet işleyen siyasi partiler hakkında
soruşturma açılmazken, TCK nun 215 nci maddesinde üst müeyyidesi altı ay
hapis olan suçların “sayın” dediği için açılan soruşturmaların kapatılma
gerekçesi olarak gösterilmesi demokratik siyasete “orantısız” bir müdahale
olup, demokratik siyasal yaşama yasakçı bir müdahaledir. 20) Parti programında yer alan ana dilde eğitim, Kürt
sorunun barışçıl çözümün istenmesinin, Kürt varlığı ve kimliğinin
tanınmasının istenmesinin, demokratik yönetim için sivil toplum örgütlerinin
güçlendirilmesi, demokratik toplum için yeni bir anaysa istenmesinin
kapatılma gerekçesi olarak gösterilmesi dehşet vericidir. Yargı demokratikleşmenin önünde engel değil,
demokratik hak ve özgürlüklerin korunması için vardır. AİHM, ÖZDEP kararı bu
nedenle tekrar tekrar okunmalıdır. Parti programında Kürt sorunun çözümü
projesinin kapatılma gerekçesi teşkil etmediği, siyasi partilerin bunun için
var olduğu yazılıdır. Yasal ve demokratik yollardan siyasi partilerin projelerini
halka anlatması ve oy alması ile seçilerek var olurlar. Bugün mecliste bir
grubu bulunan ve milyonlarca seçmenin sevgisini kazanmış bir partinin bu
şekilde suçlanması kapatılmasının istenmesi evrensel hukuk ile bağdaşmadığı
gibi, anayasa ve ulusal yasalarımızı da aykırıdır. F - DAVA KONUSU EYLEMLERİN İÇERİĞİ Devam eden veya sonuçlarını kesin bilmediğimiz,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamede altını çizdiği ve suç olarak
nitelendirdiği, olay tutanaklarındaki alıntılar bile, suç kastı olmadığı
gibi, bir bütün olarak da söylem ve eylemlerin suç oluşturmayacağı açıktır. 1) Dosya kapsamından görüleceği gibi, suç işlediği
iddia edilen eylemcilerin tümünde ortak olarak savunulan istemler barışçıl ve
insanidir. 2) Düşünce özgürlüğü, ülkenin demokratikleşmesi
toplumsal uzlaşma, bölgede ve ülkede barış teması işlenmektedir. 3) Eylemler, siyasal bir hakkın kullanılması
çerçevesinde olup, görüş ve düşünceler ifade edilmekte, hiç birinde ŞİDDETE
çağrı bulunmamaktadır. Kaldı ki iddianameye konu tek bir şiddet eylemi de
bulunmamaktadır. 4) Eylemcilerin bir kısmında bu doğrultudaki bildiri,
senelik takvim, afiş ve benzeri dokümanlar ele geçirilmiş ve bunlar suç
unsuru sayılmıştır. 5) Yine eylemlerin tümünde ülkenin birliğinden ve
halkların kardeşliğinden söz edilmiştir. 6) Şiddeti ve çatışmayı çağrıştıracak provokasyonlara
dikkat çekilerek, herkesi karşı duruşa davet vardır. 7) Çifte hukuka karşı, hukuki eşitlik savunulmakta,
cezaevlerindeki anti-demokratik, insan haklarına aykırı yaşam biçimine,
tecride, izolasyona karşı, çağcıl adalet talep edilmektedir. 8) Tüm tutuklu ve hükümlülerin aileleri ve
avukatlarıyla yasaların öngördüğü şekilde görüştürülmeleri ve sağlıklı bir
yaşam hakkının sağlanması talep edilmektedir. Hukukun eşitlik ilkesi
gereğince, Abdullah Öcalan’ın da bu haklardan yararlanması gerektiğini yasal
bir istem olarak belirtmektedirler. 9) Sayın başsavcının en çarpıcı değerlendirmelerinden
bir tanesi de, -yukarıda da bahsettiğimiz gibi- siyasi yasaklar için
şöyledir: “Anayasa’nın 68/4 maddesinde sayılan hususlara aykırı eylemlerin
mevcudiyeti yeterlidir. Bu eylemlerin suç teşkil etmesi ve bu eylemlere
ilişkin ceza davasının mahkûmiyetle sonuçlanmaması gerekmez” diyor. Türkiye
cumhuriyeti bir hukuk devletidir, “aşiret devleti” olmadığı gibi, “kolektif
suçlama” mantığı da çağın gerisinde kaldı. Bu hukuk mantığını kabul etmek mümkün değildir. Bir
eylem suç teşkil etmiyorsa, ceza davasında mahkûmiyet değil de beraatla veya
sonuçları itibariyle benzer bir karar veya uygulamayla sonuçlanıyorsa, bunun
anayasaya aykırılığı da söz konusu olamaz. Bu nedenle böylesi basit bir mantık, suç oluşturamaz
ve bir siyasi partinin kapatılmasına neden olamaz. 10) Devletin her kademesinde bulunan yetkililere
seslenerek, düşünceler ifade edilmiştir, çözüm önerileriyle birlikte meşru
taleplerde bulunulmaktadır. 11) Ayrıca sıralanan eylemlerin bir kısmı, Parti
Tüzel Kişiliği’nin bilgisi ve iradesi dışında oluşmuş şahsi eylemlerdir.
Partinin düzenlediği etkinliklerde; Parti yöneticilerinin irade ve bilgisi
dışında, uyarılara rağmen on binlerce insanın katıldığı bir miting veya
eylemde birkaç kişinin, yasa dışı slogan atması ve provakatif çıkışlar o
partinin kapatılmasına hiçbir şekilde neden olarak gösterilemez. Bu tür
toplantılarda,toplantıyı düzenleyicileri gerekli uyarıları yapmıştır. 12) Sayın Başsavcı, tüm bu eylemlerin ve kendi
görüşlerinin hangi yasanın hangi maddelerine dayandırdığı ve hangi olayın
kesin mahkeme kararıyla kanıtlandığını göstermeden, Anayasa ve Siyasi
Partiler Yasası’nın birkaç maddesini iddianameye aktararak, Demokratik Toplum
Partisi’nin temelli kapatma talebinde bulunmaktadır. 13) Daha önce kapatılan bazı siyasi partiler Demokratik
Toplum Partisi’nin kapatılması için de örnek gösterilmektedir. Bunlar örnek olamayacakları gibi, bir iki istisna
dışında, yapılan başvurular sonucunda AİHM, adil yargılama yapılmadığı
gerekçesiyle, İHLAL ve YARGILANMANIN YENİLENMESİ kararları vererek,
Türkiye’yi büyük miktarda tazminat ödemeye mahkûm etmiştir. G - İDDİANAMEDE YER ALAN BAZI DEĞERLENDİRMELER 1) Yargıtay Cumhuriyet Sayın Başsavcısı, DTP
Tüzüğünün 3. maddesinin (c) bendinde yer alan “Türkiye Cumhuriyetinin
Türkler, Kürtler ve diğer etnik aidiyetler tarafından kurulduğunu ve
kardeşliğin temelinin tarihin derinliklerinde yattığını beyan eder; halkların
geleceğini ve Kürt sorununun çözümünü ortak vatanda özgür birliktelikte ve
Demokratik Cumhuriyette görür” ifadesi ile (e) bendinde yer alan “Herkese
ayrımsız, anadilinde eğitim ve öğretim hakkının sağlanması” şeklindeki
ifadeyi anayasaya aykırılık teşkil ettiğini iddia ederek, Demokratik Toplum
Partisi’nin “devletin tekliği” ilkesini ihlal ettiğini öne sürmüştür. Oysaki
Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkler, Kürtler ve diğer etnik aidiyetler tarafından
kurulduğunu Türkiye’deki tüm toplumlar kabul etmektedir. Bunun böyle olduğu
herkes tarafından bilinmektedir. Ayrıca Türkiye’de yaşayan bütün halklar için
bir gurur kaynağıdır. Bu söylemin anayasa aykırılık teşkil edeceği
düşünülemez. Anadilde eğitim ve öğretim hakkını talep etmek,
demokratik bir devlette suç olmasa gerek. Anadilde eğitim ve öğretim hakkını
istemek, insanın en doğal hakkıdır. Unutulmaması gereken bir nokta da,
Demokratik Toplum Partisi, bir siyasi partidir. Her siyasi parti gibi,
DTP’nin bir tüzük ve programı vardır. Bu tüzük ve programını kamuoyuna
açıklar ve buna göre de politikalar izler. Demokrasinin işleyebilmesi için,
tıpkı gerçek kişiler gibi, siyasi partiler de ifade özgürlüğüne sahip olması
gerekir. 2) Demokratik Toplum Partisi’nin programından
kesitler alarak iddianamede kanıt olarak gösteren Sayın Başsavcının, yaptığı
alıntıların hiçbirinde hukuka aykırı bir söylem yoktur. Aksine bunların zaten
Anayasa’da yer alması gereken toplumsal içerikli taleplerdir. Zaten
hazırlanan Anayasa Taslağı’nda da bu taleplerin büyük bir çoğunluğunun yer
alacağı bilinen bir gerçekliktir. Kaldı ki siyasi partilerin program ve
tüzüklerini inceleyen başsavcılık yasalara aykırılık durumunda, ilgili
partiyi ihtar etmesi, buna uyulmadığı takdirde Anayasa mahkemesinde ilgi
partiye ihtar edilmesi davası açması gerekirdi. Sayın savcı DTP ile ilgili
incelemelerinde program ile ilgili bir aykırılık görmemiştir. Sadece tüzük
ile, ilgili olarak “eş başkanlık” sistemine ve bazı üyelerin üye olma
yasağına dikkat çekmiştir. DTP bu yasal düzenlemeleri zamanında yapmıştır.
Buna rağmen kapatılma gerekçesi yapılması, zorlama hukuka aykırı gerekçe
arayışının sonucudur. 3) İddianamede yer alan şu değerlendirme, Sayın
Başsavcının siyasi saiklerle hareket ettiğini ispatlamaktadır. “Çok daha açık
söylemek gerekirse terör örgütünü kınama veya eylemlerinin yanlışlığını,
çocuk yaşlı kadın ayrımı gözetmeden insanları terörist yöntemlerle
katletmenin bir insanlık suçu olduğunu söyleyememe demokratik hukuk
devletinin hiçbir ilkesi ile açıklanamaz. Bu durum ancak kişilerin aslında
demokrasi ile ilgilerinin olmayıp, örgüt tarafından verilen görevi yerine
getirmek için demokrasiyi zorlamak ve toplumda kin ve düşmanlık duyguları oluşturmak
üzere siyasi parti bünyesinde toplanması biçiminde izah edilebilir. Teröre
terör diyemeyen bir mantık ya teröristtir ya da kendisini görevlendiren
örgütten ölesiye korkandır! Bu davranışlara ilişkin güncel değerlendirmeler
nasıl olursa olsun, sonraki on yıllar hatta yüzyıllarda dahi bu davranışları
sergileyenler ve çeşitli çıkarları uğruna görünüşte kınadıkları terörü el
altından destekleyen odaklar toplumsal yargılara konu olacaktır. Zira terör
insanın insan olma niteliklerine aykırı bir davranış biçimidir.” “Davalı
partinin hedeflerine ulaşmada bölücü terör örgütü yolu ile şiddet unsurunu
kullanma ve savunmada kararlı olduğu görülmekte, bu durumda toplumun huzur ve
güvenliği için temelli kapatılma istemi ile dava açılması sosyal, SİYASAL ve
hukuksal yönlerden bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır” şeklindeki
tespit ve söyleminden de anlaşılacağı üzere, Sayın Başsavcının davayı siyasi
gerekçelerle açtığının somut itirafıdır. Hiç kimsenin her hangi bir konuda kanaat ve
düşüncelerini açıklamaya zorlanamayacağı temel insan haklarından olup ulusal
yasalarımızda da yer almaktadır. Düşüncelerinden dolayı insanların suçlanması
demokrasiye aykırı iken, sayın savcı “açıklanmayan düşünce” nedeni ile bir
siyasi partiyi kapatma talebinde bulunması hukuki temeli olmayan “sübjektif”
bir yaklaşımdır. 4) Ulusal üstü hukuk açısından bakıldığında, terör,
terörist eylem denilen şey aslında bir şiddet türüdür. Terörist olmayan
şiddet türleri de vardır. Devletler hukuku alanına girmeyen, bir ülkenin
sınırları içinde vuku bulan şiddet türleri de vardır. Bunun iki istisnası
vardır. Evrensel beyannamenin 3.maddesinde belirtilen isyan hakkı son çare
olarak sadece istibdat rejimlerinde ve Tiranilerde kullanılır. 11 Eylül saldırılarının ardından küreselleşen terör
nedeniyle, terörün yeni bir tanımına ihtiyaç duyulurken diğer yandan
soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarıyla ilgili (ABD ve Türkiye
taraf değil) UCM nin yargı yetkisi başladı. Ortak tehdit haline gelen, küreselleşen teröre karşı
ne yapılabilir? Terör, terörist, terör eylemi nedir? Her ülkenin kendi siyasi
çıkarları doğrultusunda tanımladığı ve benimsediği tanımlar BM ve bölgesel
belgelerde de net bir tanıma sahip değil. Bunun sonucu olarak devletlerin
mücadele, yöntem ve müeyyidesi de farklılaşmaktadır. Örneğin silahlı mücadele
yürüten bir grubu kimi “terörist” kimi de “özgürlük savaşçısı” ilan ediyor.
Bu iki farklı tanım iki farklı uygulamayı getiriyor, birincisinde terörist
tanımlaması olduğu için, yasaklama, engelleme, cezalandırma olacak, ikincisi
özgürlük savaşçısı olduğu için destek, teşvik görecek. Milletlerarası alanda terörizmin evrensel ve
bağlayıcı bir tarifinin bulunmaması, uygulama tedbirlerinin yetersizliği,
terörizme karışan devletleri milletlerarası kamu oyu önünde denetleyecek ve
mahkum edecek bir sistem değişikliğini dayatmaktadır. BM Genel Kurulu Devletler Hukuku Deklarasyonunda
(2625 sayılı) hangi şartlarda self determination hakkına, kendi kaderini
tayin hakkına başvurabileceği hakkındadır. Tanımlarsak: “..bir ülkenin
hükümeti toplumun tümünü temsil etmiyorsa, ülkenin yönetimi demokratik
değilse, sömürgeciliğe karşı savaşlarda terörizme başvururlarsa buna göz
yumulacağı sonucu çıkarılmakta tek istisnası masum insanların öldürülmemesidir…” Terörist eylem, uygulama ve yöntem kınanmakla
birlikte, terörizmin tanımı daha çok masumların öldürülmesi olarak Kabul
edilmektedir. Böylesi bir tanımda hem örgütler hem de devletler terörist
tanımlamasına muhatap olmaktadır. BM belgelerinde terörist eylemin ne olduğu yönünde
somut bir belge yoktur. 1948 tarihli BM Evrensel İnsan hakları Bildirgesinin
(m.30) “Kişisel ve siyasi haklar sözleşmesinin (m.5/1)”….özgürlükleri yok
etme özgürlüğü tanınamayacağı kurala bağlanmış, bu kuralın kapsamına
devletler, kişi toplulukları ve bireylerde alınmıştır. “…bir ülkede
silahlı çatışma,”terör” olarak algılanacağı yerde “uluslararası” veya “iç
nitelikli silahlı çatışma olarak da” tanımlanabilmektedir. İnsancıl hukuk
konusunda Cenevre Protokolları böylesi durumlarda asgari insancıl kuralları
öngörmektedir.” Devlet terörü üzerinde de durmakta yarar
bulunmaktadır. Bazı devletlerin teröre destek vermesi söz konusu olduğu gibi,
bazı muhalif grupların bastırılmasında anti demokratik yapılı devletlerin
yasa dışı şiddete başvurduğu görülmektedir. Çok partili demokratik bir
yönetime dayanan, basın özgürlüğüne yer veren, hukuk devleti koşullarına uyan
bir devlette “devlet terörü” bulunması olanaksızdır. BM Genel Kurulu 35 üyeden oluşan bir “..Uluslararası
Terörizm Komitesi..”kurarak 1979 yılında 34/145 sayılı kararı ile: “..masum insanların öldürülmesinin
veya hayatlarını tehlikeye atılmasının veya temel hakların çiğnenmesinin
Kabul edilemeyeceği bu uygulamanın sömürgeci ve ırkçı yabancı yönetimleri
tarafından halkların bağımsızlığını engellemek için yapılabileceği saptanmıştır. 1985/-No.40/61-1987/-no.159 sayılı kararda:”….ırkçı,
antidemokratik ve totaliter devletlerin hukuka aykırı olarak bulundukları
(işgal ettikleri ve sömürge olarak kullandıkları) yerlerdeki halkları
umutsuzluğa iterek onları teröre başvurma zorunda bıraktıkları biçiminde
özetlenebilir. Dolayısıyla genel kurul bu türden olayların önüne geçilmesi
için devletleri demokratik olmaya çağırmaktadır. BM Genel Kurulu 18 kasım1994 tarihli kararı ile : “..birçok sözleşmeye göndermede
bulunduktan sonra; BM taraf devletler,terörün her biçimiyle reddedilmesi
gerektiğini kabul etmiş,nerede olursa ve kim tarafından yapılırsa
yapılsın,suç olduğu ve haklı görülmeyeceği belirtilmiştir. Terör nedir? Sözlüklerde, insanı yoğun ve ani olarak
saran korku, yoğun korku hissi, korku anı yada korku nedeni, ürkütücü şiddet
olarak geçmektedir. Terörizm nedir? terör yönteminin kullanılması, bu
yolla elde edilen korku ve teslimiyet, terörist yöntemle yönetmek veya
yönetime karşı çıkmak. Terörist nedir? Terörist yöntemleri kullanan veya benimseyen
kimse . Bu kullanılan tanımların sadece yasa dışı örgütleri
değil, aslında devletlerin ve bireylerin terörist yönteme başvurabileceğini
gösteriyor. Teröristin objektif ve uluslar arası hukuk alanında kabul görmüş
genel bir tanımında mutabakat sağlamanın kolay olmayacağı ortadadır. Terörizmin doğru ve objektif bir tanımı için ulus
devletleri arasında geçerli olan, genel kabul gören uluslar arası hukuk
kuralları ve ilkelere bakmak gerekiyor. Cenevre ve Hague anlaşmalarında
belirtildiği gibi, bu kurallar savaş sırasında nelerin yapılabileceğini,
nelerin yapılamayacağını belirtmektedir. Örneğin sivil halkın hedeflenmesi
kabul edilmemekte ve kesinlikle yasaktır. Bu anlaşmalar savaş sırasında
askeri hedeflere yapılan saldırılar ile sivil hedeflere yapılan saldırılar
arasında bir ayrım yapar. Kasıtlı olarak sivil hedeflere saldıran askerleri
“savaş suçlusu” kabul eder. Benzer
eylemler barış döneminde yapılırsa “insanlığa karşı suç” işlemiş sayılırlar.(Örnek Miloschovitç’in
yargılanması) BM Ekim 2001 de “Uluslar arası terörizmi Ortadan
Kaldırmak için Önlemler” konusunda genel kurul sonrası yaptığı açıklamada: “…Uluslar
arası toplumun karşı karşıya olduğu öncelikli görev, uluslar arası terörizmi
engelleyecek ve ortadan kaldıracak etkili bir hukuki çerçeveyi temin
etmektir..” Terörizm konusunda bugüne kadar 12 tane uluslararası
sözleşme bulunuyor. Ancak BM in zayıf yönleri bulunmakta 21 kasım 2001
tarihinde Hukuk Komisyonu, kim tarafından işlenirse işlensin terörizmin metot
ve yöntemlerini kınayan bir karar aldı. Kararın sonunda ise üye ülkelerin
terörizmin tanımı konusunda bir karara varamayacakları eklenmişti. 1996 da canlandırılan uluslar arası terörizm
komitesinin amaçları arasında uluslar arası terörizme karşı hukuki bir
çerçeve oluşturacak bir sözleşme hazırlamak, BM himayesinde terörizmin her
türüne karşı aktiviteler koymaktı. “Terörizmin
Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkında Avrupa Sözleşmesine” bölgesel düzeyde
Türkiye’nin taraf olduğu bir sözleşmedir. Uçak, gemi kaçırma, milletlerarası alanda
korunan kişilere saldırı, rehin alma vs. konular da suçların önlenmesi ve
cezalandırılması yanı sıra 5.Maddeye göre: “..kendisinden iade istenen devlet,iadeyi
isteyen devletin bir kimseyi ırkı,dini,dili veya siyasi inancı sebebiyle yargılanması
amacıyla yaptığına inanırsa..”iade etmek mecburiyetinde değildir,
denilmektedir.” AB ülkelerinin BM belgeleri ve bölgesel sözleşme
dışında özgün bir terör tanımı bulunmamaktadır. 11 Eylül sonrası büyük ölçüde
BM Güvenlik Konseyinin aldığı 1373 sayılı terörle mücadele kararı
doğrultusunda, bazen de ABD ye yakın hareket etse de üyeleri arasında bu
konuda fikir birliği bulunmamaktadır. 15 Kasım 2003 tarihinde Kuledibi ve Şişli’de iki
Sinegoğa düzenlenen ve El Kaide yanlılarının üstlendiği terör eyleminde 23
yurttaşımız yaşamını yitirir ve üç yüzü aşkın kişinin yaralandığı dehşet
anları dünya gündemine düşerken Adalet Bakanı Cemil Çiçek terörün tanımı
yapılmalı açıklamasında bulunuyordu. BM’ in “Savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar bakımından
kanuni sınırlamaların uygulanmayacağına dair sözleşme “ ile BM Genel
Kurulunun 26 Kasım 1968 tarihli ve 2391 sayılı kararları uyarınca
;”Nurnberg Mahkemesinin tanınmış uluslar arası hukuk prensiplerini teyit eden
11 Aralık 1946 tarihli ve 95 sayılı kararı ve 2184 ve 2202 sayılı kararları
ışığında; BM Ekonomik ve Sosyal Konseyin, savaş suçlularının ve insanlığa
karşı suç işleyenlerin cezalandırılmasına dair 28 Temmuz 1965 tarihli ve 1074
D sayılı ve 5 Ağustos 1966 tarihli ve 1158 sayılı kararları ışığında; “..insanlığa
karşı suçların kovuşturulması ve cezalandırılması ile ilgili daha önceki
bildiri,belge veya sözleşmelerden hiç birinin zamanaşımı konusunda bir hüküm
getirmediğini kaydederek...insanlığa karşı suçların uluslararası hukukta en
ağır suçlar arasında yer aldıkları dikkate alındığında;sözleşmede belirtilen
suçların işlenmesine ister başında bulunarak isterse refakat ederek katılan
veya başkalarının bu suçları işlemeğe doğrudan teşvik edenler hakkında her
türlü tedbirin alınacağını belirtmektedir...” İnsanlığa karşı suçlar nerede işlenmiş olursa olsun,
soruşturmaya tabidir. Bu nedenle bu tür suçları işlemiş olanların
işlediklerine dair hakkında delil bulunanların izlenmesi, gözaltına
alınması,yargılanması ve suçlu bulundukları takdirde cezalandırılması için
bir soruşturmanın açılması,sözleşme tarafı devletlerle işbirliğine gidilmesi
ulusal ve uluslar arası tedbirlerin alınması sözleşmeye taraf her devletin
görevidir. BM Genel Kurulunun 3 Aralık 1973 tarihli ve 3704
sayılı kararı uyarınca, insanlığa karşı suç işleyenlerin bulunmalarına,
gözaltına alınmalarına, iadelerine ve cezalandırılmalarına dair prensiplerin
uygulanması gerekmektedir. Şüphesiz bu konuda siyasi tavır ve kararlar
bulunsa da hukuk devletlerinde bu hususun hukukun temel konusu olduğu gerçeği
göz ardı edilmemelidir. 20 Aralık 1945 tarihli ve 10 sayılı karar ışığında
Denetim Konseyi Yasası uyarınca: İnsanlığa karşı suçlar: “...Gaddarlıklar ve
suçlar, sivil halka karşı işlenen katliamı, imhayı, köleleştirmeği, sınır
dışı etmeyi, hapsetmeyi, işkence yapmayı, tecavüz etmeyi veya diğer insanlık
dışı muameleyi veya işlendikleri ülkenin iç hukukunu ihlal etsin etmesin
siyasal, ırksal veya dinsel sebeplerle zulmetmeği içerir...ancak bunlarla
sınırlı değildir..”şeklinde tanımlamıştır. Ulusal üstü belgelerde terör tanımında henüz bir
uzlaşma sağlanmazken, tanım ve kavram tartışması devam ederken, sayın
savcının bu hukuksal gerçekliği yok sayarak DTP’ yi böylesi konularda beyanda
bulunmadığı için suçlaması, kapatma gerekçesi olarak göstermesi siyasi bir
yaklaşımda bulunulması yasalara aykırıdır. 5) Türkiye Cumhuriyetinin 85.yılında insan hakları
hukuk ve demokrasi de nereye geldik, neler yapıldı, nelerin yapılması
tasarlanıyor neler yapılmalı? Yaşadıklarımıza kısaca bir göz atarsak, Cumhuriyetin
en uzun süresinin Örfi İdareler, sıkıyönetimler ve on yılda bir yapılan
askeri darbeler sonrası “olağanüstü mahkemelerde” adil olmayan yargılamalar
ve kötü cezaevi koşulları ile geçtiğini görürüz. İstiklal mahkemelerinden,
Sıkıyönetim Askeri mahkemelerine ve günümüzde DGM’lere kadar adil olmayan
yargılamalarda verilen idam hükümlerinin yüzlerce infazı geride kaldı. İdam
cezası kaldırıldı ve Türkiye 6 Nolu protokolu da imzaladı. Çok partili rejime 1940 lardan sonra ulaşabildik ve
hala demokratik bir toplum olma yönünde birçok engeli aşabilmiş değiliz. 12 eylülden sonra fişlenenlerin sayısı iki milyona
yaklaşıyor ve hala bu fişler nedeniyle potansiyel suçlu olarak görülüyorlar.
1980 den bu yana da beş yüz bini aşkın kişinin fişlendiği dikkate alınacak
olursa 70 milyon nüfusumuzun 40 milyonun yasaklı, sakıncalı durumunun sürdüğü
ve devlet tarafından dışlandığı görülecektir. Bir pasaport, ehliyet, ruhsat
almak istediğinizde karşınıza hep bu fişler çıkar. Yasaların değişmesi,
kaldırılması da etkili olamıyor ve işe alınmalarda özellikle devletin hassas
görevlerinde fişlilerin çocukları ve torunları da sakıncalı muamelesi
görüyor. Binlerce yıllık tarih ve kültür birikimi nedeniyle
zengin mozaiğin unsurları da hala ayırımcı mevzuat ve uygulamalara muhatap
oluyor. Sayıları milyonlarla olan ve Cumhuriyeti birlikte kuran Kürt
yurttaşlarının ana dilde yayın ve eğitimi, özgürce isimlerin alınması
sorunları hala aşılmış değil. İşkence ve kötü muamele tüm iyileştirici
çabalara rağmen hala önlenemiyor. Türkiye’nin 85 yıllık Cumhuriyet tarihinde,75 yılda
yapılamayanların son on yılda AB aday üyelik süreci ile birlikte yapılması
atılan adımlar, yapılan reformlar çok önemlidir. Sayın savcı yapılan
reformları yok sayan bir anlayışla dava açmıştır. 6) AİHM’in yirmi yıllık bilançosu irdelendiğinde
parti kapatma başvuruları önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’nin “bireysel başvuru” hakkını kabul ettiği
1987 yılından bu yana tam yirmi yıl geçti. Türkiye’nin fotoğrafı artık
siyah-beyaz değil,renkli ve net çekilmiş durumda.AİHM nin verdiği ihlal
kararları ile Sözleşme karşısında Hükümetin yapması gerekenleri belirliyor.
Avrupa Konseyi bugün 47 üyeye ulaşmış durumda, Cudi dağlarından, Sibirya
bozkırlarına, kutuplardan Cebeli Tarık’a kadar yüz milyonlarca bireyin
devletlere karşı bir taraftan haklarını korurken, diğer yandan devletlerin
insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti olma yolunda etkili “yargısal
denetim”, kararlardan sonra etkili “siyasal denetim” mekanizmasına dönüşüyor.
Bugün Türkiye’nin AB aday üyelik sürecinde önüne çıkan “ev ödevi” böylesi bir
sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Türkiye 12 Eylül askeri darbesi sonrası uzun yıllar
“askıya alınan” Türkiye AB aday üyelik sürecini canlandırmak için, 1987
yılında Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna bireysel başvuru hakkını kabul etmişti.
Avrupa Konseyi üyesi olan devletlerin devletlere karşı başvurularında böylesi
bir kabul aranmazken, bireylerin başvurusunda bu konuda “devlet bildirimi”
aranıyordu. 11 Nolu Protokolün yürürlüğe girdiği 1998 yılından sonra, Avrupa
Konseyine üye olan her devlet “otomatik “olarak yargı tarafı olmaktadır. Türkiye’nin 20 yıl sonra AİHM bilançosunu bir çok
noktadan irdelemekte yarar vardır. Bunun için kaç başvurunun yapıldığı,
kaçının sonuçlandığı, kaçının devam ettiği, ne kadar tazminat verildiği gibi
geçmişte yapılan klasik istatistiki bilgiler önemli olmakla beraber tek
başına yeterli değildir. Türkiye 20 yıldır ilk üç sıra içinde yer alan en çok
davanın açıldığı ve aleyhe bittiği ülkedir. Parti kapatma davalarında en fazla aleyhine başvuru
yapılan Türkiye’dir. Başvuruları gruplandırdığımızda; 1-Yaşam hakkı ihlalleri
2-İşkence, kötü muamele 3-Kişi güvenliği ve özgürlüğü 4-Adil yargılanma hakkı
(DGM’ler) 5-Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü(parti kapatmalar) 6-Mülkiyet
hakkı ihlalleri (kamulaştırma ve köy yakma) 7) Demokrasinin gelişmesi için bazı adımların
atılması gerekiyor. Demokrasilerin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partiler
ile sivil toplum örgütlerinin ( meslek odaları, sendikalar, barolar, dernekler
vs.) bugünkü yasal düzenlemelerle demokratik bir mücadele yürütmesi
olanaksızdır. Başta Anayasa olmak üzere, Siyasi partiler yasası, Seçim
yasaları, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen yasalarda hızlı ve
köklü değişikliklerin yapılması gerekmektedir. Bir bakıma 12 Eylül
depolitizasyon yasalarının artık miadı dolmuştur. 8) Demokratik ve özgür seçimler Avrupa Birliğinin
temel değeridir. Avrupa Konseyi üyesi ülkeler, Avrupa İnsan hakları ve
Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesine Ek:1 Nolu Protokolun 3 ncü maddesi: “…Yüksek Sözleşmeci taraflar, yasama
organın seçilmesinde halkın görüşünün özgürce dile getirilmesini güvenceye
bağlayacak koşullar altında makul aralıklarla ve gizli oyla özgür seçimler
yapmayı üstlenir” AGİT İnsani boyut denetim mekanizmaları içinde
demokratik seçimlerin yapılıp yapılmadığının gözlemciler tarafından
denetlenmesini öngörmektedir. AB aday üyelik sürecinde” Kopenhag” siyasi
kriterlerine göre demokratik seçimler için mevzuat değişikliğine gidilmesi
gerekiyor. 9) Seçim ve siyasi partiler yasası değişmek zorunda.
Kişilerin düşünceleri nedeniyle siyasetten yasaklanması, tüzel kişi olan
partilerin ise kapatılarak siyaset sahnesinden silinmesi demokrasinin
gelişmesinin önünde ki en büyük engeldir. Elbette ki özgürlükler sınırsız
değildir, yaptırımları olmalıdır. Şiddete başvurmadıkça, kışkırtıcı
olmadıkça, ülkenin güvenliğine yönelik ciddi bir tehlike arz etmedikçe,
kapatılmamalıdır. Türkiye bir siyasi partiler mezarlığına dönüşmekle
kalmamış, Avrupa Konseyi içinde rekoru elinde tuttuğu gibi Guinnes Rekorlar
kitabına girecek kadar parti kapatan bir ülkedir. Kapatılan partiler ile ilgili AİHM’ nin verdiği ihlal
kararlarının gerekleri yerine getirilmiyor. Kapatılan partilerin büyük
çoğunluğu “bölücülük” çok azıda “laiklik” karşıtı ve irticacı olmakla
suçlanmış ve yapılan bazı konuşmalar nedeniyle partiler Anayasa mahkemesi
tarafından kapatılmıştır. HEP-DEP-ÖZDEP in kapatılması sonucu AİHM üçü
hakkında örgütlenme özgürlüğünün yani sözleşmenin 11.nci maddesinin ihlaline
karar vermiştir. ÖZDEP parti programı nedeniyle faaliyete başlamadan
kapatılmıştı. AİHM parti programının bir proje olduğu ve hassas sorunların
çözüm modelini ortaya koyduğunu, şiddeti teşvik etmediği gibi bölücülükte
yapılmadığını bu nedenle örgütlenme özgürlüğünün ihlaline karar vermiştir. HEP davasında başvurucular genel sekreter ve genel
başkan yardımcısıydı. Kurultay ve toplantı konuşmaları ile basın açıklamaları
nedeniyle parti kapatılmıştı. AİHM bu pratik faaliyetleri partilerin asli
görevi olarak Kabul edip düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün demokrasinin
temeli olduğuna karar vermiştir. Türkiye’de 12 Eylülde yedi yüz bin kişi
soruşturmalardan geçirildi,1 923 000 kişi fişlendi.1984 yılından bu yana
yaşanan çatışmalar sonucu yüz bini aşkın kişi soruşturmaya uğradı. Yakın
zamanda bir milyonun üstünde yurttaşı fişlenen ülkemizde, her birinin ailesi
de hesaba katılırsa yaklaşık nüfusunun yarısı devleti tarafından hasım,
potansiyel suçlu ve izlenecek konumda olan bir ülkede demokrasinin gelişmesi
mümkün değildir. Devlet önce yurttaşı ile barışmanın yolunu birtakım mevzuat
değişiklikleri ile gidermek ve hepsini eşit yurttaş yapmak zorundadır. Seçmen iradesinin Meclise yansıması önündeki engeller
kaldırılmalıdır. Örneğin % 10 seçim barajı, demokrasinin önündeki en büyük
engellerden birisidir. Nisbi temsil sistemi ile seçmen iradesinin Meclise
yansıması sağlanmalıdır. 3403 ve 3757 sayılı yasalarla birlikte yeni bir
milletvekili yasasının çıkarılması zorunludur. 2-2820 sayılı siyasi partiler yasası artık Anayasa
hükümlerine de aykırı olmakla hemen değiştirilmelidir. Siyasi partilere siyaset yapma yasağı koyan
78,81,82,84,86,87,88,89, ncu maddeler düşünce özgürlüğü çerçevesinde AİHS nin
10 maddesi ve AİHM kararları doğrultusunda yeniden düzenlenmeli, tüzük ve
programa ilişkin kısıtlamalar ve parti kapatma hükümleri tamamen
kaldırılmalıdır. Seçim barajının % 10 dan aşağı çekilmesi, seçim
ittifakları, önseçim gibi konularda sivil toplum örgütlerinin de görüşü
alınarak çözümlenmelidir. Özgür seçimler demokratik toplumların ayakta durması,
seçmen iradesinin özgürce parlamentoya yansıması ve siyasi krizlerin çözümü
için zorunludur. H - TALEP EDİLEN YAPTIRIMLAR HAKKINDA 1) Anayasa Mahkemesi 1993 tarihinde verdiği bir
kararında ve devamında “Yürürlüğü durdurma” talebini uygun bulduğunda kabul
etmiştir. Anayasada ve diğer yasalarda Anayasa Mahkemesi’ne böyle bir yetki
verilmemiş olmasına karşın, Anayasa Mahkemesi bazı durumlarda telafisi zor ya
da mümkün olmayan sonuçların çıkmaması için yürürlüğü durdurma kararını
vermiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, yürürlüğü durdurma talebi ancak iptal
davalarında mümkündür. İptal edilmesi istenen kanunun, davanın sonuçlanıncaya
kadar, askıda tutulması anlamına gelir ki, bazı durumlarda gerçekten
gerekebilir. Ancak bu talep siyasi parti kapatma davalarından mümkün
değildir. Böyle bir gereksinim de ortaya çıkmamaktadır. 2) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının talep ettiği
önlemler çevresinde yer alan “Bu çerçevede dava süresince Anayasa Mahkemesi,
davalı partinin faaliyetlerinin durdurulması, SPY ve parti tüzüğünde
gösterilen belirli veya bütün organlarının faaliyetlerinin durdurulması, dava
süresince seçimlere katılamaması ayrıca dava tarihinde parti üyesi olanların
bir başka siyasi parti listesinden veya bağımsız olarak da dava süresince
seçimlere katılmasının önlenmesi, ödenecek hazine yardımlarının banka
hesabında blokesi, üye kayıtlarının durdurulması gibi önlemlere
hükmedebilecektir” şeklindeki ifadeleri hukuk sınırlarını aşan,
anti-demokratik taleplerdir. Bu taleplerin yasal hiçbir gerekçesi olmadığı gibi,
Anayasa Mahkemesi hiçbir parti kapatma davasında böyle bir karar vermemiştir.
Sayın Başsavcı, taleplerini sıralarken, yasalar ve hukuk perspektifinden
uzaklaşmıştır. Kaldı ki, böyle bir talebin “telafisi zor ya da
mümkün olmayan sonuçların ortaya çıkmasının engellenmesi”ne dayandırılması da
gerçek dışıdır. Siyasi Partiler bir “kanun” gibi ya da “yasal bir mevzuat”
gibi düşünülemez. Siyasi partiler, örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde
demokrasi ve yasal sınırlar dâhilinde faaliyetlerini sürdürmek zorundadır.
Bir siyasi partinin en büyük faaliyeti de seçimlere katılmaktır. Son seçimlerde ülke genelinde iki milyona yakın oy
olan Demokratik Toplum Partisi’nin seçimlere katılmasının engellenmesi,
üyelerinin bağımsız dahi seçimlerde aday olamaması, bu partiye oy veren
milyonlarca seçmenin iradesine kilit vurmaktır. Aksine seçimlere katılmasının yasaklanması, telafisi
zor ve mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır hukuk açısından. Davanın
sonucunda, davanın ret edildiğini varsayarsak, bu süre içerisinde yapılan
seçimlere DTP’nin katılamamasının telafisi nasıl yapılacaktır? Zaten sayın
Yüce Mahkemenizin de Başsavcının bu taleplerini oybirliği ile RED etmesi,
görüşlerimizi kanıtlamaya yeterli düşüncesindeyiz. 3) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının dava iddianamesini
alelacele ve siyasi reflekslerle hazırladığının başka bir kanıtı ise,
haklarında siyaset yasağı getirilmesini talep ettiği Fevzi Kara, Ekim 2007
tarihinde vefat etmiştir. Yine Halil İmrek, DTP üyesi olmayıp, kendisi Emek
Partisi (EMEP) üyesi olup, aynı zamanda Adana İl Sekreteri görevini yapmaktadır.
İmrek hakkında da siyaset yasağı getirilmesi talebi iddianamede yer
almaktadır. 4) Ayrıca hiçbir hukuki sorumluluk derecesine, olayda
sorumluğunun olup olmayacağı durumuna bakılmaksızın rast gele, oldukça keyfi,
hiçbir hukuki dayanak göstermeden 221 kişinin 5 yıllık siyaset yasağı
kapsamına alınması talebi de, davanın haksız hukuk mantığını, çıplak bir
şekilde sergilemektedir. Dava parti tüzel kişiliğine karşı açılmışsada,Anayasa
Mahkemesi yargılama usulünde CMK hükümleri uygulandığı için,haklarında
yasaklama talebi bulunan 221 kişinin “müdahil” olarak savunma sürecine
katılmaları,savunma haklarını kullanmalarına olanak tanınması adil yargılama
hakkı ve AİHS nin 6 ncı maddesinin gereğidir. 5) İddianame hukuk dışı zorlama sentezidir. Hukukun
üstünlüğü, bağımsızlığı, eşitliği ve evrenselliği adına Türkiye’ye en büyük
haksızlıktır. DTP’ye hazine yardımının kesilmesini isteyen sayın
savcı, mecliste grubu bulunmasına rağmen anti demokratik bir şekilde ve
eşitliğe aykırı olarak hazine yardımı yapılmadığını ve bağımsız olara meclise
girme ihtimali ile bunun kesildiğini bilmesi gerekirdi. Vermeden almak, ancak allaha mahsus olabilir.
Devletler ve onların kamu düzenini sağlamakla yükümlü savcılar ancak devletin
verdiğini geri isteyebilir. Bu nedenle konusu olmayan bir talep söz
konusudur. İ- SİYASAL HAKLAR VE PARTİ KAPATMALARI I- Siyasal Haklar a) Serbestçe siyasal faaliyette bulunma hakkı, demokratik
siyasal sistemlerin temelini oluşturur. Bu, kişilerin farklı görüşler
çerçevesinde siyasal kararları etkileme konusunda özgür olmalarını
gerektirir. Demokratik devlet düzeni siyasal katılma kanallarını kişilere
açık tutmak zorundadır. Başka bir deyişle demokratik bir sistemde halkın
rolü, yalnızca belli aralarla yapılan seçimlerde yöneticileri seçmekten
ibaret değildir. Çoğulcu demokrasi anlayışı, halkın siyasete etkin bir
biçimde katılmasını gerektirir. b) Siyasal haklar, insan haklarının en önemlisi ve
ondan ayrılmaz parçasıdır. “Birinci Kuşak Hakları” arasında yer alan “Katılma
hakları” yani siyasi haklar, insan haklarının en önemli ayaklarından birini
oluşturmaktadır. Siyasal haklar; siyasal iktidarın kullanılmasına ve yönetsel
işlevlerin yerine getirilmesine katılmayı sağlayan haklar olarak algılamak
gerekir. Bu demokratik rejimlerin vazgeçilmezliğidir. Çünkü siyasal hakları da içeren temel hak ve
özgürlükler, ulusal hakların sınırlarını aşmış, bir insanlık sorunu haline
gelmiş, toplumların olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Siyasal hakların
tüm vatandaşlara tanınması gerçeği karşısında; yurttaşlık hakkı siyasal
hakların başlangıcı ve özü sayılmaktadır. c) Düşünmek, düşünceyi ifade etmek, onu örgütlemek ve
iktidara taşımak insanın doğasıdır. Bunun önemi ve önceliği ise; bu
özgürlüğün başka birçok özgürlüğün kaynağını veya temelini oluşturmasından
ileri gelmektedir. Demokratik olmayan rejimlerde siyasal haklar, yalnız
ayrıcalıklı olan kişiler ve toplumsal gruplar tarafından kullanılır. Bu da yurttaşlık
bilinci ve haklarıyla çelişen bir durumdur. Oysaki siyasi temsil herkes için gereklidir. Çünkü oy
hakkına sahip tüm yurttaşların iradesi; seçtikleri temsilciler aracılığıyla
yasaların ve hükümet politikalarının oluşturulmasına katılım sağlar. Bu süreç
ve yöntemler, siyasi hakların temelidir. Seçme ve seçilme, halk oylamasına
katılma, siyasi parti kurma, ve siyasi partiye üye olma, kamu hizmetinde
çalışma, yönetime katılma, dilekçe hakkı gibi başlıca önemli siyasal
haklardır. Bu hakları gereği gibi kullanmak ise, kamuoyunu
oluşturmaya yönelik diğer hakların eksiksiz kullanmasına bağlıdır. Düşünce
açıklama ve yayma, haberleşme, seyahat, basın ve yayın, dernek kurma, gösteri
ve toplantı düzenleme haklarının; demokratik ölçülerde kullanıldığı oranda siyasal
hak kullanımı da yaşam bulur. d) Düşünceyi açıklama özgürlüğü, gerçek kişiler için
olduğu kadar, tüzel kişiler yönünden de temel bir haktır. Dernekler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri,
insan hakları kuruluşları ve siyasal partiler, organları aracılığıyla
düşüncelerini ifade ederler. Gerçek bir demokrasi için; siyasi partilerin var
olması, vatandaşların seçme ve seçilme hakkına sahip olmaları tek başına
yeterli değildir. Aynı zamanda bilgi edinme, düşüncelerini açıklama ve yayma,
her tür araçlarla demokratik meşru siyasal etkinlik yapma ve herkesin
kendisini her alanda anadili ile ifade edebilme hakkı da özgür olmalıdır. e) Ama bilindiği gibi; toplumun çoğulcu, etnik,
dilsel, dinsel, mezhepsel ve kültürel dokusu 1982 Anayasası’nın ruhu ve özü
ile uyuşmamaktadır. Bu nedenle başta 1982 Anayasası olmak üzere, Anayasa
kadar önemli Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu’ndan başlayarak köklü bir hukuk
reformuna gereksinim vardır. Ne yazık ki, baskılar ve kapatmalarla birlikte
2820 Sayıl Siyasi Partiler Yasası, demokrasinin katılımcı boyutundan yoksun,
oligarşik bir yapı karakterini taşır. Halk yönetimden koparılmış, lider
hâkimiyetine sokulmuştur. Gerçek demokrasiye olanak tanınmadığı için, halk
hiçbir kararda söz sahibi değildir. f)1982 Anayasası’nın 67. maddesinde vatandaşların
kanunda gösterilen şartlara uygun olma koşuluyla bağımsız olarak veya bir
siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma hakkına sahip olduğunu
belirtmektedir. Ne var ki, 1982 Anayasası, 1961 Anayasasına oranla
daha az “katılımcı” bir demokrasi modelini benimsemiştir. Bu model, örgütlü
devlet organları eliyle yürütülmesi yoluyla ülke düzeyinde belli ölçüde bir
depolitizasyonu amaçlamakta ve bu amaç anayasanın pek çok hükmüne “siyaset
yasakları” biçiminde yansımıştır. 1995 Anayasa değişiklikleri ile bu yasakların
Anayasa’dan büyük ölçüde çıkarılmasına koşut olarak, Siyasi Partiler
Yasası’nda yer alan pek çok anti-demokratik düzenleme ayıklanmış olmasına
rağmen, bu çabalar yetersiz kalmıştır. Bütün bu değişikliklere karşın, 12 Eylül
döneminde yapılmış olan bu yasanın “ruhunun” dönüştürülebildiğini ve “tek tip
parti” yaratma eğiliminin aşılabildiğini söylemeye de olanak yoktur. II- Parti Kapatmaları a) Gerek seçimlerde, gerekse bunun dışında halkın
siyasete katılması ve devlet yönetimini etkilemesinin tek olmasa bile başlıca
aracının siyasi partiler olduğunda kuşku yoktur. Çağdaş demokrasilerde
seçmenlerin serbest tercihine sunulan farklı program ve politikalar siyasal
partiler tarafından oluşturulur. Seçmenler de günümüzde oylarını adayların
kişiliklerinden çok temsil ettikleri siyasal partilere bakarak
kullanmaktadırlar. O halde çağımızda siyasal partilere dayanmayan bir
demokratik sistem düşünülemeyeceğine göre, bu örgütlerle ilgili
anayasal/yasal düzenlemeler de büyük önem kazanmaktadır. b) Siyasal partiler, toplumdaki değişik düşüncelere
açıklık kazandırıp bu görüşleri belli bir potaya dökerek siyasal yaşamda bir
istikrar unsuru oluştururlar. Benzer görüşleri bir araya getirip toplumdaki
çeşitli grupların çıkarlarını uzlaştırma, siyasal iktidarı kullanacak
kadroları oluşturma ve eğitme, bireyleri siyasal katılmaya yöneltme ve var
olan siyasal değerlerin pekiştirilmesi ve yenilenmesi işlevlerini de yerine
getiren partiler siyasal yaşamın en önemli öğesini oluştururlar. c) Genel anlamda siyaset; bireylerin yönetim
sistemleri hakkında kanı ve düşünceleridir. Siyasi partiler de; siyasetin
yapıldığı toplumsal örgütlenmelerin en gelişkinidir. Bu düşüncelerin özgürce ifade edilmesi, örgütlenmesi
ve siyasal anlamda ülke iktidarını hedeflemesi, çoğulculuğun gereğidir. Bu
hakkı, bireysel ve kolektif kullanma, insan doğasının vazgeçilmezliğidir. İnsan hakları ile birlikte tüzel kişilik olan siyasi
partilerin de hakları vardır. Yasalar bunları da korumalıdır. d) Anayasa, “siyasi partiler demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” (m.68/2) diyerek, ister iktidarda ister
muhalefette olsunlar, siyasi partileri ve çok partili siyasal yaşamı güvence
altına almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesinden
çıkan özet anlayışa göre de “Siyasi partiler; demokrasinin tam olarak
işlemesi için temel örgütlenme biçimlerinde en önemlisidir.” Bu anlamda, örgütlenme özgürlüğünün yalnız bir siyasi
partiyi kurma hakkıyla sınırlandırmamalı. Aynı zamanda kuruluşundan sonra da
siyasal etkinliklerini her tür maddi ve manevi baskılardan uzak, özgürce
yürütülmesini güvence altına almak gerekir. Ve sözleşmeci devletler, bu hak ve özgürlükleri
herkes için güvence altına almakla yükümlüdürler. Zira ifade özgürlüğü, özellikle siyasi partiler ve
onların aktif üyeleri için önem kazanmaktadır. Eğer bir muhalefet üyesi veya
sözcüsünün ifade özgürlüğüne müdahale ve baskı varsa, olay daha da vahimdir. e) Bu nedenle, şiddet içermedikçe, sadece muhalif
düşüncelerden ve var olan sistemi sorgulamaktan ötürü siyasi partiler
kapatılmamalıdır. Parti kapatma demokrasinin, insanlık onurunun ayıbı
ve bunu kapatan rejimlerin en büyük handikabıdır. Bu ülkede yaşayan 70 milyon insanımızın bunu hak
etmediğini düşünüyoruz. Türkiye’de yaşanan demokrasi sancısından kaynaklı;
siyasi-kültürel ve ekonomik krizin en önemli nedenlerinden biri de parti
kapatmalarıdır. 1971-73 ara rejiminde sağda Milli Nizam Partisi,
solda Türkiye İşçi Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması, bu
sürecin hız almasıdır. Daha sonra 12 Eylül rejimi ile tüm partiler
feshedilmiştir. Bu rejimin acımasızlığından ders çıkarılmadığı için;
gelinen noktada, Türkiye parti kapatma mezarlığına dönüşmüştür. f)Olayın vahameti üzerine, uluslar arası sözleşmeler
ve hukuk normları hiçe sayıldığından, AİHM olaya el atmış ve bu alanda da
şimdiye kadar çokça davada Türkiye’yi mahkûm etmiş ve mahkumiyetler devam
etmektedir. Türkiye’den; siyasi partilerin kapatılması
konusundan, AİHM’e gönderilen ilk dava, TBKP davasıdır. AİHM, Türkiye’nin bu kapatma davasının demokratik bir
toplumun gerekleriyle bağdaşmadığına ve sözleşmenin 11. maddesinin ihlal
edildiğine oy birliği ile karar vermiştir. AİHM, TBKP davası kararından sonra da Anayasa
Mahkemesi’nce kapatılan 4 siyasi parti ile ilgili kararlarında, sözleşmenin
11. maddesinin ihlal edildiği görüşüne vararak, davaları sonuçlandırmıştır,
bunlardan biri de ÖZDEP’tir. Ayrıca HEP ve DEP davaları da Türkiye aleyhine İHLAL
kararlarıyla sonuçlanmıştır. Aynı davalarda birden fazla kararlara da
tazminata hükmedilmiştir. Yine DEP davasıyla ilgili yargılanmanın yenilenmesi
kararı verilmiştir. g) AİHS’deki hakların sınırlanması sorunu AİHM ile
taraf devletlerarasındaki ilişkilerin odak noktasıdır. AİHM ile
devletlerarasında çelişkili bir ilişkiler yumağı vardır. Sözleşmenin yapısı
devletler ile AİHM arasındaki iş bölümüne dayanır. Sözleşmedeki hak ve özgürlüklerin korunmasını
sağlamak, öncelikle devletlerin sorumluluğudur. Bu sorumluluğun yerine
getirilmesinde aksaklık varsa AİHM devreye girer. AİHM ile sözleşmeci devletlerarasındaki ilişkilerin
belirgin bir başka özelliği ise gerginliktir. AİHM’de yargılanan her zaman
devlettir. Devlet hem insan haklarının koruyucusu ve uygulayıcısı, hem de
davalıdır. h) Ülkemizin hiçbir konuda davalı veya mahkûm
olmasını değil, demokratikleşmesini istiyoruz. Bu ayıplardan kurtulmasını
istiyoruz. Kurtuluşun tek yolu, demokratikleşme, toplumsal barış ve başta
Anayasa olmak üzere köklü bir hukuk reformudur. Demokles’in kılıcı gibi tepede sallanan parti kapatma
davaları, siyasi hakları kullanmada ve siyasi etkinliklerde, özellikle
seçimlerde büyük bir engel, eşitsizlik ve psikolojik tahribattır. Buna Siyasi Partiler Yasası’ndaki diğer
olumsuzluklar, Seçim Yasası’ndaki yüzde 10’luk anti-demokratik seçim barajı,
adil, haklı ve hukuki kıstası olmayan ve sadece bazı partilere yapılan
milyonlarca YTL’lik hazine yardımı da eklenince, hukuksuzluğun tablosu ülkeyi
bu olumsuz ortama taşımıştır. i) 2820 sayılı siyasi partiler yasasının 78, 80, 81,
101 ve 103 ncü maddelere ekte sunduğumuz belgelerden de anlaşılacağı üzere,
anayasa değişiklikleri karşısında, uyum yasaları çıkarılmadığı için
anayasanın 68 ve 69 ncu maddelerine aykırıdır. SPK nun 81 nci maddesinde yer
alan yasaklar bu maddelerde yer almamaktadır. Parti program ve tüzüğünde de
böylesi bir düzenleme yer almamaktadır. Anayasanın 2 ve 5 nci maddelerine
aykırı olan bu maddeler aynı zamanda 10 ncı maddesinde eşitlik ve 13 ncü
madde de yazılı temel hak ve hürriyetlere de aykırıdır.66 ncı madde de yazılı
anayasal vatandaşlık hükümlerine de aykırı olan bu düzenlemeler; Anayasanın 10 ncu maddesi eşitliği düzenlemiş olup,
son olarak TBMM de 411 oyla yapılan değişiklik ile bu kapsam
genişletilmiştir. Aynı şekilde 42 nci madde değişikliği ile de yasaklar kalkmış
olup, mevcut SPK hükümleri bu yönü ile de anayasaya aykırıdır. AİHS nin 90 ncı madde uyarınca uygulanması nedeniyle
6/1, 8, 9, 10 ve 11 nci maddeleri ile AİHM in parti kapatma davalarında ki
içtihatları ile de ters düşmekte hakları sınırlamakta ve yasaklamaktadır. III- DOKUNULMAZLIKLAR DTP Genel başkanı Ahmet Türk ve diğer
milletvekillerinin konuşmaları nedeniyle siyasetten yasaklanmaları ve
dokunulmazlıklarının kaldırılması istendiğinden, geçmişte yaşanan ve ülkemizi
ciddi sıkıntılara sokan DEP milletvekillerinin yargılanma sürecine tekrar
bakmakta yarar bulunmaktadır. Türkiye dokunulanların dokunulmayanların ülkesi
olmaktan çıkarılmalıdır. Susurluk çetesi ve dokunulmayan sanıkları karşısında
suskun kalanları elbette tarih yargılayacaktır. Ancak ne zaman mecliste Kürt
yurttaşların temsiliyeti söz konusu olursa hemen düğmeye basılmaktadır.
Geçmişte yaşananlardan ne yazık ki ders çıkarılmamaktadır. Ankara DGM Başsavcılığı, DEP milletvekillerinin,
TBMM’de yemin töreninden başlayarak, Meclis konuşmaları, basın açıklamaları,
muhtelif röportajları, AGİK ile Birleşmiş Milletlere yapılan başvuruları
soruşturma konusu yaparak, dokunulmazlıklarının kaldırılması istemi ile
fezlekelerini TBMM Başkanlığı’na göndermişti. Meclis’te DEP milletvekilleri dışında tam 153 dokunulmazlık
dosyası vardı, karşılıksız çek, ihaleye fesat karıştırma, dolandırıcılık gibi
adi ve yüz kızartıcı suçları kapsıyordu. Sırada DYP, ANAP, RP, MHP, SHP ve
diğer parti milletvekillerine ait dosyalar bulunurken; komisyonlar jet
hızıyla çalıştı. 01.03.1994 tarihinde ANAP ve DYP Grup Başkanları,
Meclise aynı mahiyette iki ayrı önerge vererek, DEP milletvekillerinin
dokunulmazlık dosyalarının görüşülmesinin öne alınmasını istemişlerdi.
01.03.1994 günlü oturumda DYP’nin önergesi kabul edilerek, DEP milletvekilleri
ile RP’den Hasan Mezarcı’nın dokunulmazlıklarının 02.03.1994 tarihinde
görüşülmesi kararlaştırılıyordu. TBMM’de henüz dokunulmazlıklar görüşülmeden Ankara
DGM Başsavcısı Nusret Demiral Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yazılı bir
emir göndererek, dokunulmazlığı kalkacak olan milletvekillerinin gözaltına
alınmasını istemişti. Meclis binası içerden ve dışardan sivil ve resmi
güvenlik kuvvetlerince adeta ablukaya alınmış, kuş uçurtulmuyordu. 02.03.1994 günü Hatip Dicle ile Orhan Doğan’ın
dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karar verilmişti. Henüz Meclis kararı,
Resmi Gazete’de yayımlanmamış, Anayasa’nın 85’inci maddesine göre,
milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne iptal istemleri yapılmamıştı. Ortada
kesinleşmiş bir Meclis kararı bulunmamasına rağmen, Meclis kapısında her iki
milletvekili sivil polisler tarafından yaka paça çirkin bir şekilde cebir
kullanılarak, hemen gözaltına alınmışlardı. Bu çirkin görüntüler
televizyonlarda yayınlandığında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “gözaltı şık
olmamıştır” diyerek, tepkisini dile getirirken, hukukçular, sivil toplum
örgütleri, bazı milletvekilleri buna tepki gösteriyorlardı. Bu tepkilerin en
ateşli tartışmaları Meclis’te yapıldı. Öyle ki, hakkında henüz dokunulmazlık
görüşmesi yapılmayan Hasan Mezarcı, İstanbul’da apar topar gözaltına
alınıyordu. 03.03.1995 günü Ahmet Türk, Mahmut Alınak, Leyla Zana
ile Selim Sadak’ın yasama dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karar
verildiğinde aynı şekilde çirkin bir davranışa maruz kalmamak için Meclis’te gecelemeyi
göze almışlardı. Meclis Başkan vekili Vefa Tanır’ın arabulucu girişimleri ile
dört milletvekili Ankara DGM Başsavcılığı’na giderken, yine verilen sözler
tutulmayıp, hakim karşısına çıkarılmak yerine Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne
gözaltına gönderiliyorlardı. Arkasından Nusret Demiral onbeş günlük gözaltı
emri veriyordu. Meclis’te çirkin ve hukuk dışı gözaltının en başta
gelen sorumlusu Nusret Demiral’dı. Meclis tutanakları ve önceden verdiği
yazılı emir ile bu belgelenmişti. Bu nedenle hakkında soruşturma açılması
için Adalet Bakanlığı’na yapılan şikayet üzerine soruşturma izni verilmesine
rağmen, müfettişler “işlem yapılmasına gerek görülmemiştir...” yazılarıyla,
dosyayı kapatıyorlardı. Her zamanki gibi, Nusret Demiral’dan hesap
sorulamıyordu. Anayasa’nın 84’üncü maddesi uyarınca,
dokunulmazlıklar konusunda parti gruplarında tartışma açılmaması, karar
alınmaması gerekirken, başta Çiller olmak üzere, tüm sağ partiler bu konuda
görüşme öncesi karar alarak, reylerini belli etmişlerdi. Tamamen siyasi saiklerle,
“PKK’yı Meclisten atacağız” nutuk ve demeçleriyle 27 Mart 1994 tarihinde
yapılacak yerel genel seçimler öncesi oylarını artırma hesapları içine
girdiler. Meclis görüşmeleri esnasında sadece SHP’nin bir kısım milletvekili
ret oyu kullanırken, sert tartışmalar içinde hızlı bir şekilde DEP
milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılıyordu. Aynı şekilde suçlanan ve
SHP de kalan eski HEP kökenli bazı milletvekilleri ise arkadaşlarından
ayrılarak, dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna bırakılıyor, bunlardan bir
kısmı bakanlık oluyordu. DEP milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının
kaldırılması, arkasından gözaltına alınmaları ve tutuklanmalar içerde ve
dışarda geniş yankılar uyandırdı. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi sert
tepki gösterirken, bugüne kadar insan hakları ihlallerinde baş sırada
gösterilen bir haksızlık olarak tezahür etti. Savunma avukatları, Anayasanın 85’nci maddesi
uyarınca bir haftalık süre içinde, tam 19 iptal davasını klasörler eşliğinde
anayasa Mahkemesi’ne vererek dava açıyordu. Anayasa Mahkemesi 15 günlük süre içinde 21.03.1994
tarihinde, incelemelerini tamamlayarak kararını açıklıyordu. 19 davadan
yalnızca Selim Sadak’a ait başvuru kabul edilmiş, dokunulmazlığı iade
edilmiş, diğer milletvekillerininki ise reddedilmişti. Anayasa Mahkemesi
DEP’in kapatılması kararını 13 gün gibi rekor sayılacak kısa bir sürede
yazıp, Resmi Gazete’de yayımlayarak, milletvekillerinin üyeliklerinin düşmesi
sağlanırken, dokunulmazlıklara ilişkin kararlar 10 ay gibi uzun bir süre
geçtikten sonra yazılabilmiştir. TBMM görüşmeleri, meclis tutanakları, açılan davalar
ve verilen kararlarla dokunulmazlık kararları daha uzun süre hukuk ve
demokrasi tarihimizin tartışılır konuları olmaya devam edeceklerdir. Anayasa Mahkemesi’nin kararları nihai ve kesin kararlardan
olduğu için, iç hukuk yolları kapanmıştı. Bu kararlara karşı Avrupa İnsan
Hakları Komisyonu’na gitmek gerekiyordu. DEP milletvekilleri adına yapılan başvurular AİHK’da
25 Mayıs 1995 tarihinde kabul edildi. DEP ile ilgili Avrupa İnsan Hakları
Komisyonu’na yapılan başvuru da 2 Eylül 1996 tarihinde kabul edildi. Dokunulmazlıkların kaldırılması tartışmalarına,
DEP’in 13.6.1996 tarihinde kapatılması sonucu 13 milletvekilinin dava
açıldığı tarihte DEP üyesi olması nedeniyle üyeliklerinin düşürülmesi tartışmaları
eklendi. DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya’nın Bonn ve Erbil konuşmaları nedeniyle
kapatılmış, milletvekilleri bir başkasının eyleminden sorumlu tutulmuş ve
cezaların şahsiliği prensibine aykırı olarak, başkalarının fiillerinden
dolayı cezalandırılmışlardı. Bu tartışmalar sonucu, 23.7.1995 tarihinde 4121
sayılı yasa ile Anayasanın 84. maddesi değiştirildi, yeni getirilen hükme
göre parti kapatma davalarında, kendi eylemi ile partinin kapanmasına neden
olan milletvekillerinin üyelikleri düşecekti. Anayasa’daki bu değişiklik üzerine, DEP
milletvekillerinin üyeliklerini iade gerektiği yönündeki başvurular ise
Anayasa Mahkemesi’nin 12.9.1995 tarih 1995/4 (değişik işler) sayılı kararı
ile Anayasa değişikliklerinin geriye yürümeyeceği gerekçesi ile reddedilmişti. TBMM’nin 1961 yılından bu yana olan geçmiş sürecine
bakıldığında, yasama dokunulmazlıklarının hep siyasi düşüncelerle gündeme
geldiği, hırsızlık, zimmet, sahtekarlık, kaçakçılık ve yüz kızartıcı suçlar
için dokunulmazlıkların kaldırılmadığı görülmektedir. Milletvekillerinin
yasama dokunulmazlıkları ile ilgili Anayasa ve yasaların değiştirilmesi
zarureti ortadadır. DEP milletvekilleri AİHM de açtıkları davalar sonucu
“uzun gözaltı AİHS 5/3”, “adil yargılanma AİHS 6/1- SONUÇ: 1- İddianamede yer alan 141 eylemle ile ilgili
soruşturma sonuçlarının akıbetinin sorulmasını, 2- İmralı cezaevi Müdürlüğünden görsel ve yazılı
görüşme kayıtlarının istenmesini, 3- Dışişleri bakanlığından bugüne kadar AİHM
tarafından verilen parti kapatma kararlarının orijinal çevirilerinin
istenmesini 4- Maliye hazinesinden parti kapatmalar ve
dokunulmazlıklar nedeniyle verilen AİHM kararları sonucu ne kadar tazminat ve
gider ödendiği (Hükümet tarafından tutulan yabancı avukatlara yapılan
ödemeler dahil) bu ödemeler nedeniyle sorumlular hakkında rücu yoluna gidilip
gidilmediğinin sorulmasını, 5- SPK nun 78, 80, 81, 101 ve 103 ncü maddeleri
yapılan anayasa değişiklikleri sonuca, anayasanın 2, 3, 10, 42, 66, 68, 69
ncu maddelerine aykırı olduğundan; Anayasa aykırılık iddiamızın ciddi kabul
edilerek iptalini, 6- Siyaseten yasaklanması istenen tüm üyelerin davaya
“müdahil” olarak kabullerini ve savunmalarını yapmaları için kendilerine süre
verilmesini, 7- Hazine yardımı yapılmadığından bu talebin reddine, 8- Yukarıda özce sunduğumuz, inceleme
aşamasında Sayın Mahkemenizin resen dikkat buyuracağı durumlar karşısında;
yasa ve yönteme, eşitlik ilkesine, düşünce özgürlüğüne, Anayasa, Siyasi
Partiler ve Seçim Yasalarına, YSK kararlarına, AİHM kararlarına, AİHS’in
ilgili maddelerine aykırı talebin REDDİNE karar verilmesi saygıyla dileriz.” III-
ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
10.3.2008 günlü, SP 135.Hz.2007/2 sayılı esas hakkındaki görüşü şöyledir: “I- GİRİŞ Davalı Demokratik Toplum Partisi
hakkında 16.11.2007 günlü, SP 135.Hz.2007/2 sayılı İddianame ile açtığımız temelli
kapatma davası ile ilgili olarak; Yüksek Mahkemenizin 12.02.2008 günlü
C.01.0.YİM-106/84-252 sayılı yazısı ekinde Demokratik Toplum Partisinin
11.02.2008 günlü ön savunmasının onaylı bir örneği gönderilerek, Mahkemenizin
23.11.2007 günlü, E.2007/1 (Siyasi Parti-Kapatma) sayılı kararının 9. maddesi
uyarınca davaya ilişkin esas hakkındaki düşüncemizin bildirilmesi istenmiştir. Davalı
parti ön savunmasında: - Tüzük ve programın yasalara uygun
olduğunu, - Partilerinin şiddeti öngörmediğini,
kapatılmanın demokratik ortamda gerekli olmadığını, bir Kürt sorunu olup, siyaset
ve hukukun uluslararası sözleşmelerde yer alan “azınlık hakları” çerçevesinde
diğer ülke örneklerinden biri kapsamında bu sorunun çözülmesi gerektiğini, - İddianamede belirtilen soruşturma,
dava ve kararların bir siyasi partiyi kapatmaya yeterli olmaması nedeniyle hukuka
aykırı olarak iddianameye eklendiğini, bunların bireysel eylemler olup,
partiyi odak haline getiremeyeceğini, söz konusu eylemlerin “barışçıl ve
uzlaşmacı” olup, şiddet çağrısı içermediğini, düşünce özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gerektiğini bu eylemlerin mahkumiyet kararı ile
sonuçlanmaları beklenmeden dava konusu yapıldıklarını, - Terör olgusunun değerlendirilmesi
yapılıp, varılan sonuca göre “ulusal üstü belgelerde terör tanımında henüz
bir uzlaşma sağlanamazken, tanım ve kavram tartışması devam ederken” davalı
Partinin böylesi konularda beyanda bulunmadığı için suçlanmasının yasalara
aykırı olduğunu, - Davanın siyasi gerekçelerle
açıldığını, Siyasi Partiler Yasası hükümlerinin Anayasa’nın değiştirilen 10
ve 42. maddelerine aykırı olduğunu, değiştirilmesi gerektiğini, - Davanın yasa ve yönteme, eşitlik
ilkesine, düşünce özgürlüğüne, Anayasa, Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarına,
YSK kararlarına, AİHM kararlarına, AİHS’in ilgili maddelerine aykırı
olduğunu, Ana başlıklar halinde belirterek davanın reddini talep etmiştir. II- KONUYLA İLGİLİ DÜZENLEMELER A- Anayasa Hükümleri Hukuk Devleti ile Anayasanın
Başlangıcında belirtilen temel ilkeler Cumhuriyetin nitelikleri arasındadır
(m.2). Anayasanın Başlangıcı ülkenin bölünmez
bütünlüğünden söz ederken, Anayasanın 3 ncü maddesi de Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu; 4 ncü maddesi ise bu ilkelerin
demokratik yoldan dahi değiştirilemez temel değerler olduğunu belirtmektedir. Düşünce ve kanaat özgürlüğünü tanıyan
Anayasa (m.25/1); ifade özgürlüğünü “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve
yayma hakkına sahiptir” (m.26/1) biçiminde dile getirirken, bu özgürlüğün
kullanılmasına getirilebilecek önlemi, “millî güvenlik, kamu düzeni, kamu
güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile
bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların
cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin
açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının
yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin
gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir”
şeklinde düzenlemiştir. (m.26/2). Hakkın kötüye kullanımı yasağını da
öngören Anayasa, “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan
demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler
biçiminde kullanılamaz” (m.14/1); “Anayasa hükümlerinden hiçbiri,(…) kişilere(tüzel
kişi olan siyasi partiler), Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok
edilmesini (…) amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde
yorumlanamaz” biçiminde düzenlemeye sahiptir (m.14/2). Anayasanın, 68 nci maddesinin 4 ncü
fıkrası; yalnız partilerin tüzük ve programlarının değil, eylemlerinin de “devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri
ile demokrasiye” uygun olmasını öngörmüştür. Anılan madde; “Siyasî partilerin tüzük
ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı
ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez”(m.68/4).
İlkelerini belirlemiş, bu ilkelere aykırı davranan partiler hakkında
uygulanacak yaptırımları da; “Bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak,
onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince
tespit edilmesi halinde karar verilir. Bir siyasî parti, bu nitelikteki
fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim
organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup
yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan
doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu
fiillerin odağı haline gelmiş sayılır” (m.69/6) şeklinde düzenlemiştir. Siyasi partinin Anayasanın 68 nci
maddesinin 4 ncü fıkrasında belirtilen ilkelere aykırı fiillerin “odağı”
haline gelmesi durumunda, o partinin temelli kapatılacağını öngören Anayasa,
Anayasa Mahkemesinin temelli kapatma yerine, koşulların oluşması halinde dava
konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından
kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebileceğini öngörmüştür
(m.69/7). Anayasa, bir siyasi partinin temelli
kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil
üyelerinin, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının
Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle
bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarını
da belirtmiştir. (m.69/9) B-Yasa Hükümleri Anayasadaki siyasi partilerin temelli
kapatılmalarına ilişkin düzenlemeler Siyasi Partiler Yasasının çeşitli maddelerinde
paralel biçimde düzenlenmiştir. Yasanın “Demokratik Devlet düzeninin korunması ile ilgili yasaklar” başlıklı 78 inci maddesi,
“Siyasi
partiler,”Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç
kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü
maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne(…)
Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya
sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni
kurmak; Amacını
güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu
yolda tahrik ve teşvik edemezler. Anayasanın
hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir
faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar”. Devletin tekliği ilkesinin korunması başlıklı 80 inci
maddesi, “Siyasi
partiler, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı Devletin tekliği ilkesini
değiştirmek amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar” Bir siyasî
partinin yasak eylemlere odak olması halini düzenleyen 103 üncü maddesi, “Bir siyasî
parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde
işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez
karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup
genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği
yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır” Yasanın
Anayasadaki yasaklara aykırılık halinde partilerin kapatılması başlıklı 101
nci maddesinin 1 inci fıkrası, “Bir siyasî parti hakkında kapatma kararı
(…), Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin
işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti halinde
verilir.(…) temelli kapatma yerine koşulların varlığı halinde dava konusu
fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen
veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verilir” Hükümlerini içermektedir.
III- DAVALI PARTİNİN EYLEMLERİ VE ÖN SAVUNMASININ
İRDELENMESİ Bir siyasi partinin Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) hükümleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM) kararlarını kendince yorumlayıp beyan ve eylemlerinin söz konusu
düzenlemelere uygun ve demokratik olduğunu iddia edemeyeceği tartışmasızdır.
Aksinin kabulü bireysel veya tüzel kişi olarak hukuk normunu belirleyip,
uygulaması sistemini getirir ki bu durumun Anayasa’da düzenlenen eşitlik ve
hukuk devleti ilkelerine aykırı olacağı, demokratik toplumda kaosa yol
açacağı açıktır. 1- Davalı parti öncelikle tüzük ve
programının “onaylandığını”, bu itibarla yasalara uygun olduğunu ileri
sürmekte ise de; İddianamemizde açıklandığı gibi Siyasi
partilerin kendi ilkeleri doğrultusunda Devletin hukuksal, anayasal ve yasal
yapısını değiştirmek için taciz edici, saldırgan, sarsıcı, şok ve rahatsız
edici nitelik taşıyan ifadelerle dahi mücadele edebilmeleri çoğulcu demokrasi
ilkeleri gereğidir. Ancak bu mücadelede hukuka uygun olan demokratik araçlara
dayanılması zorunlu olup, siyasi partilerin hedeflerine şiddeti teşvik ederek
değil mevcut yasal sistem içerisinde ulaşmayı amaç edinmeleri gerekmektedir. Ancak, Genel Başkanı dahil çok sayıda
yöneticisi, üyesi ve hatta milletvekili “terör örgütü üyeliği, terör
örgütünün propagandasını yapmak” gibi suçlardan yargılanıp, mahkum olmuş veya
halen yargılanmakta olan, söylemlerinin çoğunu “terör örgütünü koruma,
kollama ve destekleme” üzerinden gerçekleştiren bir siyasi partinin tüzük ve
programında yer alan ve bölücü terör örgütü PKK’nın söylemleri ile birebir
uyuşan düşüncelerin “onaylandığının” söylenemeyeceği gibi, tüzük ve programın
“onaylanması” gibi bir yasal müessese de yoktur. Dolayısıyla tüzük ve
programında yer alan beyanların, terör örgütünün amaç ve söylemleri ile bire
bir örtüşmesi ve davalı partinin terör örgütünü (dolayısıyla terörü) hemen
her platformda savunup meşruiyet kazandırmaya çalışması, bu yönüyle tüzük ve
programında belirlediği ilkelere terör yolu ile ulaşmaya çalıştığının
belirlenmesi karşısında davaya konu edilmesinde hukuka aykırı bir yön
bulunmamaktadır. Ulusal basında yer alan ve herkes tarafından bilinen parti
ile ilgili haberlerin parti tarafından açıkça yalanlanmaması zımnen kabul
edildiğini gösterir. Bu itibarla her haberin “yetkili organlar tarafından”
tesbitinin yapılması istenilemez. 2- Davalı parti şiddeti
öngörmediklerini, kapatılmanın demokratik ortamda gerekli olmadığını, bir
Kürt sorunu olup, siyaset ve hukukun uluslararası sözleşmelerde yer alan
“azınlık hakları” çerçevesinde diğer ülke örneklerinden biri kapsamında bu
sorunun çözülmesi gerektiğini beyan etmiş ise de; Anayasa ve 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası çerçevesinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilerle
ilgili görevleri bellidir. Hukuk devletinde kaynağını yasalardan almayan
yetki ve görevin kullanılmasından söz edilemez. Bu itibarla davalı partinin
ön savunmasında hukuki nitelik taşımayan öngörü ve taleplerin davanın konusu
dışında kaldığı tartışmasızdır. Bunun yanında Anayasa Mahkemesi’nin
13.03.2003 gün ve 1999/1-2003/1 sayılı Halkın Demokrasi Partisi (HADEP)
hakkında verdiği kararda; “Birleşmiş
Milletler’e üye devletlerin katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde
Viyana’da gerçekleştirilen “Dünya İnsan Hakları Konferansı” sonunda
yayımlanan Deklerasyon’da da, “Eşit Haklar” ilkesine uygun olarak ırk, din ve
renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir
hükümete sahip egemen ve bağımsız bir devletin ülke bütünlüğünü ve siyasî
birliğini kısmî veya bütüncül biçimde parçalayacak herhangi bir eyleme izin
verilemeyeceği gibi desteklenemeyeceği de vurgulanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve bu ilkenin vazgeçilmez bir unsuru olan
ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği kavramları hukuksal ve
siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal gerçeklere de dayanmaktadır. Türk Devletinin vatandaşları arasında
özel ve kamusal alanda etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal veya
hukuksal ayrılık sözkonusu değildir. Nitekim, Türk Milleti içinde yer alan
farklı kökenden vatandaşlar arasında Türkiye’nin her yerinde yaşama, eğitim
ve medeni haklar yanında seçme ve seçilme hakkından tam olarak yararlanma,
istek ve başarılarına göre her türlü işte çalışma, Türk dil ve kültüründen
faydalanma ve katkıda bulunma gibi konularda tam eşitlik anlayışı içinde
hiçbir ayırım gözetilmemektedir. “Ülke ve milletin bölünmez bütünlüğü”yle
ilgili bu tarihsel oluşum tüm anayasalarımızda vazgeçilmez ve ödün verilmez
temel kural olarak yer almıştır. Tarihin çok uzun bir gelişme süreci içinde
gerçekleşip kaynaşma ve bütünleşmeye dayanan Türk Ulusu gerçeği ve olgusuna
karşı ayrımcılığa, bölücülüğe, terör ve sonuçta yok olmaya yol açacak
eylemler kabul göremez. Anayasa’ya ve Siyasi Partiler Yasası’na
göre ülke ve ulus bütünlüğü, devletin bölünmezliğinin temel ögeleridir. Bu
nedenle her iki yasal düzenleme ile de belirtilen değerlerin birlikte ve
ödünsüz olarak korunması amaçlamıştır. Anayasamız, Türk Devleti’ne vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve bütünleştirici bir
milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin niteliklerinden
birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda Anayasa’ya göre, Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin hangi etnik gruptan olursa
olsun Türk sayılması onun etnik kimliğini inkar anlamında değil, devletine
“Türk Devleti”, ulusuna “Türk Ulusu” ve ülkesine “Türk Vatanı” denen ve
toplum yapısında çeşitli etnik gruplar bulunan ülkede bütün vatandaşlar
arasında eşitliğin sağlanması ve çoğunluk içinde bulunan etnik grupların
azınlığa düşmesini önleme amacına yöneliktir. Bu nedenle, Anayasamıza göre
siyasal açıdan önemli olan soy değil, ulusal topluluktan olmaktır. Ulusal birlik, devleti kuran, ulusu
oluşturan toplulukların ya da bireylerin etnik kökeni ne olursa olsun,
yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız birliktelikleriyle gerçekleşir. Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmezliği ilkesi azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve ırkçılık
yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını da içerir. Siyasi partilerin, çalışmalarında
devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmezliği temel kuralına uymaları, ülkenin ya
da ulusun bir bölümünün bugünkü bütünlüğünü bozarak ayrılması sonucunu
doğrudan doğruya veya dolayısıyla doğurabilecek her türlü eylemden kaçınıp
çalışmalarını bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde yürütmeleri anayasal
ve yasal zorunluluktur. Bunun sonucu da ülke ve ulus bütünlüğünü
zedeleyebilecek olan her türlü davranışın siyasi partiler için yasak
olmasıdır. Demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez
ögesi olan siyasal partiler, vatandaşların bir kısmını çoğunluktan çıkarıp
azınlık durumuna getirerek ulusu ve ülkeyi bölmeye, etnik köken ayrımını
kışkırtarak silâhlı ayaklanmaya çağırmaya, ulusun bireylerini, bölge
halklarını birbirine düşman edip aralarında husumet yaratmaya yönelik eylemde
bulunamazlar. Demokratik hak ve özgürlüklerden
yararlanılarak, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne karşı gerçekleştirilen
eylemler kabul edilemez. Bu durumda hak ve özgürlüklerin kötüye
kullanılmasına engel olmak, devletin görevi ve varlık nedenidir. Teröre
destek verip ondan destek alan bir siyasî partinin Anayasa ve yasaya göre
varlığını sürdürmesi düşünülemez.” Şeklinde belirlediği ilkeler karşısında
davalı partinin ön savunmasında yer alan iddiaların yerinde olmadığı
sabittir. 3- Gerek Anayasa’nın 68 ve 69.
maddelerinde gerekse Siyasi Partiler Yasasının 101 ve 103. maddelerinde bir
siyasi partinin kapatılmasına konu olan bireysel eylemlerin yargılamalarının
tamamlanması ve buna bağlı olarak belli bir suç veya suçlardan mahkumiyet
şartı öngörülmemiş, eylemin gerçekleştirilmesini esas almıştır. Söz
konusu düzenlemelere göre odaklığı tesbit ederken Anayasa mahkemesi “eylemleri”
değerlendirecektir. Bu itibarla davalı partinin ön savunmasında ileri
sürdüğü suç ya da eylemlerin yargı sürecinin beklemesi gereğine dair itirazın
hukuki gerekçesi bulunmamaktadır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi 16.01.1998 günlü
“Refah Partisi” kararında “Davalı Parti, Türk Ceza Kanunu’nun 163.
maddesi yürürlükten kaldırıldığı için parti üyesi milletvekillerinin bu madde
kapsamına giren eylemleri nedeniyle kapatılmaya bağlı olarak
milletvekilliklerinin düşmesine karar verilemeyeceğini ileri sürmektedir. TCK’nun 163. maddesi 12.4.1991 günlü,
3713 sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. Buna karşılık, madde kapsamına
giren suçlara ilişkin eylemler, Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’nda
yasaklanan eylemler arasında yerlerini korumuşlardır. Bunlara aykırılık,
ancak partiye bağlanabildiğinde, onun yönünden yaptırım uygulanmasına neden
olmaktadır. Yaptırımın partili milletvekillerine yansıyan sonuçlar
doğurması ise, Anayasa’nın 84. maddesindeki özel düzenlemeden
kaynaklanmaktadır. Başka bir anlatımla, milletvekillerine uygulanan yaptırım,
salt partiyle olan bağlantı sonucu oluştuğundan partinin söz ve eylemine
dönüşüp onun kapatılmasına neden olmadıkça uygulanma olasılığı yoktur.”
Biçiminde yaptığı değerlendirmeler bu iddiamız doğrulamaktadır. 4- Davalı Parti, Siyasi
Partiler Yasasının 78, 80, 81, 101 ve 103. maddelerinin Anayasa’ya aykırı
olduğunu iddia etmiş ise de; 78, 80 ve 81. maddelere ilişkin Anayasa
Mahkemesinin 13.03.2003 günlü 1/1 sayılı Halkın Demokrasi Partisi (HADEP)
hakkında verdiği kararda yaptığı değerlendirme sonunda; “Kapatılma davası
Parti’nin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
eylemlerin odağı haline geldiği ileri sürülerek açılmıştır. Bu durumda olayda Siyasi Partiler
Kanunu’nun eyleme uyan 101. maddesinin (b) fıkrasının uygulanması gerekir. Oysa Yasa’nın 78., 79., 80., 81. ve 82.
maddelerinin uygulanabilmesi davanın Yasa’nın 104. maddesine göre açılmasına
bağlıdır. Bu nedenle, 2820 sayılı Siyasi Partiler
Kanunu’nun Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülen 78., 79., 80., 81. ve 82.
maddeleri bakılmakta olan davada uygulanacak kurallar niteliğinde bulunmadıklarından
Anayasa’ya aykırılık iddiasının reddine”
karar vermiştir. SPY.nın 101 ve 103. maddeleri ise tamamen Anayasa
hükümleri paralelinde düzenlemeler içermekte olup, Anayasaya
aykırılıklarından söz edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle davalı partinin
SPY hükümlerinin Anayasa’ya aykırılık iddialarının reddi gerekmektedir. 5-
İddianamemizde halen İmralı Cezaevinde hükümlü olarak bulunan PKK terör
örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla verdiği talimatlar
çerçevesinde DTP’nin kurulup örgütlendiği belirtilmiş, dayanak olarak 2004
yılından itibaren internet ortamında “Avukat Görüşmeleri” adı altında
yayımlanan (bu nedenle avukatları hakkında açılan davalar devam etmektedir)
bilgilere yer verilmiştir. Nitekim sonraki tarihlerde günlük gazetelerde de
(bakınız, 23 Ekim 2004 tarihli Vatan ve 26 Ekim 2004 tarihli Star Gazetesi)
bu durum tüm açıklığı ile haber haline getirilmiştir. Henüz ortada Demokratik
Toplum Partisi adında bir parti veya düşünce dahi yok iken teröristbaşının
talimatları ile bu çalışmanın başlatıldığı, hatta yönetici kadroların ve
eşbaşkanlık gibi uygulamaların talimatlar doğrultusunda yaşama geçirildiği,
tarihsel olarak bir bütünlük gösterdiği hususları İddianamede açıklanmıştır.
Davalı partinin ön savunmasında “İmralı Cezaevinde görüşmelerin çıkarılan bir
yasa ile hakim gözetiminde yapıldığı”, tamamının “kayıt” altına alındığı,
Başsavcılığımızın bu “resmi” kayıtları istemeden iddialarını dayandırdığı
ileri sürülmüş, sonuç bölümünde de İmralı Cezaevi Müdürlüğünden görsel ve
yazılı görüşme kayıtlarının istenmesi talep edilmiştir. Bilindiği gibi
hükümlülerin görüşmelerinin de dahil olduğu infaz hukukuna ait düzenlemeler
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde
gerçekleştirilmekte olup, anılan yasaya göre iddia edildiği gibi görsel ve
yazılı kayıt altına alınması hukuken mümkün olmadığı gibi “ çıkarılan bir
yasa ile hakim gözetiminde yapıldığı” iddiası da gerçeği
yansıtmamaktadır. Bu itibarla davalı partinin ön savunmasının sonuç bölümünde
2 numaralı sırada görüşme kayıtlarının istenmesi yolundaki (mümkün olmayan)
talebin reddine karar verilmesi gerekmektedir. 6- Ön
savunmanın sonuç bölümünün 3 ve 4. numaralarında yer alan, davanın konusu ile
ilgileri olmayan ve hükme etkisi bulunmayan taleplerin reddi gerekmektedir. 7- Davalı parti Ön savunmanın “E-DAVA
SİYASİDİR” başlığının 14 numarasında; “İddianamede yer alan “PKK’lı
teröristlerin yol kesip, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan milletvekili
seçimleri için DTP destekli seçime giren seçimden sonra DTP’ye katılan
bağımsız adaylara oy verilmesi için propaganda yapıldığını kanıtlayan
herhangi bir delil sunulmadığını, kaldı ki böylesi bir propaganda gerçek olsa
bile, DTP’yi suçlama nedeni olamayacağını belirtmiştir. Olay tarihinde
basında yoğunlukla yer alan haberlere karşı davalı parti tarafından hiçbir
tepki veya yalanlama getirilmemesi olayın gerçekleştiğini, isnad edilebilir
olduğunu göstermektedir. Terör örgütünün açık desteğinin demokratik hukuk
devleti ilkeleriyle izah edilmesi mümkün görülemeyeceği gerçeği karşısında
savunmaya iştirak edilememiştir. 8- Davalı partinin eylem ve
söylemlerinde “şiddet” unsurunun bulunmadığı yolundaki savunmasına gelince; Davalı parti temsilcilerinin Öcalan
zehirlendi iddiası ile yoğun olarak başlattıkları kampanyalar ve söz konusu süreçte
gerçekleştirilen şiddet olayları tesbit edilmiştir. Avrupa Konseyi bünyesinde
faaliyet gösteren İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi’nin (CPT);
Abdullah Öcalan’ın Türk makamlarınca zehirlendiğine yönelik iddiaları
yayımladığı bir raporla yalanlaması karşısında davalı partinin yaratmak
istediği gerilim, şiddet içerikli gösteriler ve buna bağlı kaos ortamının
demokratik hukuk devleti ilkeleri ile uyuşmadığını, ancak terör örgütünün
amaç ve yöntemleri ile örtüştüğünü ortaya koymaktadır. İddianamede olaylar ve değerlendirmeler
bazında ayrıntılı olarak belirtildiği gibi Demokratik Toplum Partisi ile terör
örgütü PKK arasındaki bağlantı belirgindir. Üyeleri, görevlileri,
yöneticileri, genel başkan yardımcıları, milletvekilleri ve hatta genel
başkanlarının terör örgütü üyeliği suçundan yargılanıp mahkum edilmesi (veya
halen yargılanması), tüm toplantı ve mitinglerinde terör örgütü lehine
gösteriler yapılması, güvenlik kuvvetlerine, kamu ve özel kişilere ait malvarlıklarına
taşlı saldırılarda bulunulması, Türk Bayraklarının tahrip edilmesi davalı
partinin ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye sokacak siyasi projesinin
bulunduğunu, siyasi amaçlar için gerektiğinde şiddete başvurmayı
amaçladığını, ırkçılığı, terörü, şiddeti, şiddet çağrısını teşvik ettiğini,
hoşgörüsüzlüğe dayandığını göstermektedir. Bu nedenle kapatma yaptırımı
İHAS’a aykırı olamayacaktır.. Bu kapsamda İddianamemizde konu edilen
eylemlerle ilgili yargı süreci hakkında gerekli bilgiler Anayasa Mahkemesinin
23.11.2007 günlü kararı gereğince Yüksek Mahkemeye bildirilecektir. Davalı parti tarafından savunuculuğu
yapılan terör örgütünün talimatı ile araçların kundaklandığı, insanların
yoğun bir biçimde yaşadığı kent merkezlerinde patlatılan tahrip gücü yüksek
bombalarla onlarca insanın katledildiği bir ortamda örgütün arkasında durup,
meşrulaştırılmaya çalışılması ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında
değerlendirilemez. Yine DTP’li Batman BELEDİYE Başkanı Hüseyin Kalkan’ın
PKK’lı teröristleri kastederek “Dağdakiler bu ülkenin en onurlu insanlarıdır”
demesi, Tunceli BELEDİYE Başkanı Songül Erol Abdil’in canlı bomba olarak 7
askerin şehit olmasına sebep olan “Zilan” kod adlı terörist Zeynep Kınacı’yı
“özgürlük öncüsü” olarak ilan etmesi gibi eylemlerin hiçbir demokratik hukuk devletinde
barışçıl olduğu, şiddeti öngörmediği iddia edilemez. 9- Davalı Partinin ön savunmasının 33 ve
devamı sayfalarında yer alan “terör” ve “terörist” kavramı ile ilgili değerlendirmeler
ise “otuzbini aşkın vatandaşımızın hayatını kaybetmesine sebep olan ve halen
kent merkezlerinde bomba yüklü araçları patlatıp, onlarca insanı katleden,
mayın döşeme, vatandaşların araçlarının kundaklanması gibi terörizmin en
çirkin yüzünü gösteren eylemlerini artırarak devam ettiren PKK söz konusu
olduğunda” uygun ve kabul edilebilir değildir. Esasında tüm Dünya
devletlerince terörist örgüt olarak kabul edildiği resmi belgelerle
kayıtlanmış PKK lehine sarfedilecek beyan veya eylemlerin örgütü
desteklemekten başka bir amacı olamayacağı açıktır. İddianamenin birçok bölümünde
de bu husus vurgulanmıştır. 10- Demokratik Toplum Partisi
iddianamede dava konusu yapılan ve yukarıda bahsedilen eylemlerin parti tüzel
kişiliğinin bilgi ve iradesi dışında olduğunu savunmuş ise de hiçbir eylemin
kınanmaması, failleri hakkında parti içinde işlem yapılmaması karşısında
partinin söz konusu savunmasını inandırıcı kabul etmek mümkün değildir. 11- CMK’nun 237. maddesi
gereğince mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ilk derece
mahkemesinin kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar
şikayetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler. Siyasi parti
kapatma davalarında ise siyasetten yasaklanması istenilen kişilerin konumları
itibarıyla mağdur ve suçtan zarar gören sıfatları bulunmayıp, eylemleri
davalı partinin tüzel kişiliği bünyesinde değerlendirilen kişilerdir. Bu
konuda Anayasa Mahkemesinin 14.07.1993 tarihli Halkın Emek Partisi (HEP)
kararında “Anayasa’nın 149. maddesinin dördüncü fıkrasında Anayasa
Mahkemesi’nin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında kalan işleri dosya
üzerinden inceleyeceği, ancak gerekli görüldüğü durumlarda sözlü
açıklamalarını dinlemek üzere ilgilileri ve konu üzerinde bilgisi olanları
çağırabileceği öngörülmektedir. Anayasa Mahkemesi, gereksinim duyarak sorular
yöneltip bilgi almak ve ayrıntılarla teknik konularda daha çok açıklık
kazanmak için 9.2.1993 günlü kararıyla, kendiliğinden 2949 sayılı Yasa’nın
33. maddesini gözeterek HEP’in Genel Başkanı ile iki yetkiliden oluşacak üç
kişiyi çağırmıştır. Sözlü açıklamada bulunacak temsilcilerin hazır
bulundurulmalarını sağlamak üzere HEP Genel Başkanlığı’na yine aynı kararın
3. bendi gereğince bildirimde bulunulmuştur. Sözlü açıklama bu karara göre
yapılacağından HEPle hukuksal bağı olmayan bir kimsenin HEP yetkilisi ve
temsilcisi sayılıp dinlenmesi olanaksızdır. Çağırma kararı “yetkili temsilci”
sıfatlarını açıkça içerdiğinden bu nitelikte olmayan kimsenin dinlenmesi hem
Anayasa’nın 149. maddesinin Dördüncü fıkrasıyla, 2949 sayılı Yasa’nın 30.
maddelerine, hem de bu maddelere dayanılarak alınmış karara aykırı düşer.
Mahkeme, önceden “ilgili” ya da “bilgisi” olan, aransa ve istense idi dosyada
kapatma nedeni sayılan sözlerin sahiplerinden birini çağırabilirdi.
Genelde “ilgisi” ve “bilgisi” olan, ceza yargılaması yönteminin ağırlıklı biçimde
uygulandığı bu davada esas alınamaz. Tanık ya da bilir kişi dinleme niteliğinde
uygulama da olamaz. Kaldı ki sözlü açıklama tutanağının 3. sayfasında açıkça
yazılı olduğu üzere Mahkeme Başkanı’nca Fehmi IŞIKLAR’ın yüzüne karşı “. . .
Ancak, Sayın Türk ile Sayın Yazar, konuşmalarında Fehmi IŞIKLAR’ın
söyleyecekleri varsa, elinde belgeleri, bilgileri varsa kendi sunuşları
içinde onları mahkememiz dosyasına sunabilirler. Buyurun Fehmi Bey, Sizi
dışarıya alalım konuk olarak” denilmiştir. Tutanağın 25. sayfasında da “bir
kere daha hatırlatıyorum, Sizi burada dinledik; ama IŞIKLAR’ın konuşma
metnini, IŞIKLAR’ın konuşması olarak değil, siz bize kitap ta verebilirsiniz,
bant ta verebilirsiniz, dergi de verebilirsiniz. O anlamda veriyorsanız
alabiliriz, dosyaya koyarız, vermiyorsanız bir diyeceğimiz yoktur.
Hatırlatılmadı, bir başka konuşma, bir başka savunma, olanağının kapısı
kapatıldı gibi bir anlayış olmasın.” uyarısı da yapılmıştır. Siyasi Parti
Kapatma davalarında Sözlü açıklama (savunma toplantısı olmayıp davalı parti
tarafından savunma yazılı olarak verilmekte), sorular yanıtlanarak
yapılmaktadır.” Şeklinde belirlediği kurallar nazara alındığında davalı
partinin ön savunmasının sonuç bölümünün 6. sırasında yer alan talebin reddi
gerekmektedir. IV-DEĞERLENDİRMELER Anayasa ve yasa
hükümleri Resmi Gazetede yayımlanmış, herkesçe anlaşılabilir açıklıkta ve
kolaylıkla ulaşılabilir düzenlemelerdir. 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası’nın 90/1 inci maddesine göre “siyasi partilerin tüzük,
program ve eylemleri Anayasa ve bu kanun hükümlerine aykırı olamaz” hükmünü
içermektedir. Partinin; tüzük, program ve yönetmeliklerini hazırlarken
Anayasa ve 2820 sayılı Yasa’ya ulaştığı, eriştiği ve bu metinlerin
içeriğinden haberdar olarak, kendi düzenlemelerini yaptığı anlaşılmaktadır. Davalı partinin
eylemlerine kapatma yaptırımının öngörülmesi ise, ulusal güvenlik, kamu
düzeni ve suç işlenmesinin önlenmesi, başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması amaçlarına dayanmaktadır. Davaya konu edilen
eylemlerin bir kısmı, eylemin işlendiği an itibarıyla parti genel başkanı ve
genel sekreteri olan kişiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunların
eylemlerinin kendi kişisel görüş ve iradelerini içerdiğini açıklanmadıkları
sürece, parti adına yapıldığı ve partiyi bağlayacağı, yerleşik ulusal ve
uluslararası yargısal uygulamaların gereğidir. Ayrıca parti organlarında yer
alan ya da parti üyesi olan diğer kişilerin, eylemlerini
gerçekleştirmelerinden sonra DTP tarafından o kişiler hakkında hiçbir
disiplin işlemi yapılmamış, hatta bu nedenle eleştirilmeleri yoluna dahi
gidilmemiştir. Bu şekildeki eylemlerin sürekli olarak tekrarlanmasına, Parti
olarak engel olmamak suretiyle sahiplenmişlerdir. Bu nedenle iddianameye konu
edilen eylemlerin partiye isnat edilebilirliği konusunda bir tartışmada söz
konusu değildir. Eylemler irdelendiğinde; Odak Olma Yönünden: Anayasa ve yasa, söz
konusu fiillerin odağı olmayı, Anayasanın 68 nci maddesinin 4 ncü
fıkrasındaki fiillerin, davalı parti tarafından, - Parti üyelerince yoğun
bir şekilde işlenmesi, - Bu durumun o partinin
büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya
grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi, - Yahut bu fiillerin
doğrudan parti organlarınca kararlılık içinde işlenmesi şeklinde tanımlamaktadır. Davalı partinin, ülkenin
bölünmez bütünlüğüne yönelik eylemlerde bulunan yasa dışı bölücü silahlı
terör örgütü PKK ve yöneticisi hükümlü Abdullah Öcalan lehine bildiri
dağıtan, basın açıklaması yapan, bu örgüte çeşitli biçimlerde yardım ve
yataklık edenleri yapısında barındırması, bu eylemlerin partinin hiyerarşik
yapısı içerisinde, Genel Başkanından tüm teşkilat birimlerince
gerçekleştirilmesi, bu eylemlerin çeşitli tarihlerde ve yoğun biçimde
tekrarlanması; haklarında dava açılanların dosyalarındaki eylemlerinin
demokratik bir sistem içerisinde savunulmasının mümkün olmaması ve terör
örgütü ile yakın bağlantı içerisinde olması Anayasa ve yasadaki hükümlere
aykırı fiillerin odağı haline geldiğini göstermektedir. Demokratik Toplum Düzeni
Yönünden: Demokratik bir toplumun,
düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü tanıması, bu özgürlüklerden yararlanacak
olanların demokratik sistem dışına çıkmalarına, ülkenin bölünmesine yönelik
eylemlerde bulunan örgüte yardım ve yataklık etmelerine imkan verdiği
şeklinde yorumlanmasına elverişli değildir. Demokratik toplum,
şiddete başvuran oluşumlara karşı da kendisini koruyan toplumdur. O nedenle,
evrenselleşmiş olan hakkın kötüye kullanımı yasağını düzenleyen Anayasanın
14/2. maddesi “Anayasada yer alan hükümlerden hiçbirinin “kişilere,
Anayasayla tanınan temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesini(…) amaçlayan bir
faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz” hükmünü
içermektedir. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan Türkiye Cumhuriyetinin
bölünmesi amacıyla faaliyette bulunan silahlı bölücü terör örgütü lehine
propaganda, yardım ve yataklıkların demokratik bir sistemde legal siyasi
parti faaliyeti şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü demokratik
toplum, hoşgörülü, çoğulcu ve düşünceye açıklık esası üzerinde yükselebilir.
Siyasi partiler de bu çoğulcu yapıda yaşayabilir. Dolayısıyla demokrasi
ilkeleri çerçevesinde faaliyetlerini sürdürmesi ve şiddete karşı olması
gereken partinin, demokrasi içerisinde, ancak demokratik düzenle bağdaşmayan
silahlı ve bölücü faaliyetleri desteklemesi kabul edilemez. Bu durumda devletin
bölünmezliği ilkesine karşı fiilen eylemlerini sürdüren bölücü terör örgütüne
çeşitli biçimlerde destek veren davalı partinin kapatılması zorunluluk halini
almıştır. Demokratik bir toplumda
ifade ve örgütlenme özgürlüğüne “suçların önlenmesi, ulusal güvenlik ile
toprak bütünlüğünün, kamu düzeni ve güvenliğinin korunması” için sınırlamalar
getirilebilir. Düşünce açıklamalarının “kırıcı (taciz edici), sarsıcı (şok
edici), saldırgan ve rahatsız edici” olmaları demokratik bir düzende hoşgörü
ile karşılanabilir. Ancak davalı partinin genel başkanından başlayıp il, ilçe
başkanları ve çeşitli kademelerde görevli yetkililerince işlenen fiiller ve
bu fiiller nedeniyle bir kısım parti yetkililerinin mahkum olmaları, bu
fiillerin bölücü silahlı terör örgütü ile bağlantıları gözetildiğinde, parti
yetkililerinin ifade ve örgütlenme özgürlüğü sınırları içinde kalan
faaliyetlerde bulunmadıkları gibi, davalı partiye üye olanlar arasında terör
örgütü ile ilişkileri nedeniyle sabıkalı olanların da yer alması ve parti
yetkililerince bu durumun bilinmesine karşın önlem alınmaması, davalı
partinin şiddet kullanan yasa dışı örgütle yakın bağlantısını ortaya
koyduğundan beyan ve eylemlerin ifade özgürlüğü kapsamında kaldığından söz
edilemez. Devletin uzun süredir
terörle mücadele etmesi, binlerce insanın yaşamını kaybetmesi ve davalı
partinin bu durumu bildiği halde terör örgütüne yardım etme ve örgüt
liderlerini övme biçiminde desteklemesi nedeniyle, mevzuatımızdaki kapatma
önlemi, terörün vahameti karşısında radikal bir önlem sayılmaz. Anayasa’nın 15 inci
maddesi temel hak ve özgürlüklerle ilgili olağanüstü önlemleri
düzenlemektedir. Benzeri düzenlemeler uluslararası metinlerde de yer
almaktadır. Bölücü terörün insan hayatına ve demokratik sistemin devamına
karşı devletimizde oluşturduğu tehditin önemi dikkate alındığında, terör
örgütü ile yakın bağlantı içerisinde olan bir siyasi partinin temelli
kapatılması ülkemiz açısından zaruridir. Bölücü silahlı terör örgütünün
eylemlerine destek veren bir partinin kapatılmaması, hem ülkenin bölünmez
bütünlüğüne, hem de demokrasiye zarar verecektir. Kapatma önlemi, ülkenin
bölünmez bütünlüğünün korunması amacı ile alındığından, terörizmin önlenmesi,
teröre pirim verilmemesi nedenleriyle, hedeflenen amaç ile orantısız da
sayılamaz. Zira böyle bir önlemin alınması demokratik bir toplum için uygun
ve zorunlu sosyal bir ihtiyaçtır. V- SONUÇ VE İSTEM A- 1) Yukarıda “III- DAVALI PARTİNİN
EYLEMLERİ VE ÖN SAVUNMASININ İRDELENMESİ” bölümün (5). maddesinde belirtilen
gerekçe nedeniyle Davalı Partinin ön savunmasının sonuç bölümünde yer alan
(2) numaralı, 2) Yargılamaya ve sonuca etkili
görülmediğinden ön savunmasının sonuç bölümünde yer alan (3) ve (4) numaralı, 3) “III- DAVALI PARTİNİN EYLEMLERİ VE ÖN
SAVUNMASININ İRDELENMESİ” bölümün (4). maddesinde belirtilen gerekçe
nedeniyle Davalı Partinin ön savunmasının sonuç bölümünde yer alan (5)
numaralı, 4) “III- DAVALI PARTİNİN EYLEMLERİ VE ÖN
SAVUNMASININ İRDELENMESİ” bölümün (11). maddesinde belirtilen gerekçe
nedeniyle Davalı Partinin ön savunmasının sonuç bölümünde yer alan (6)
numaralı, istemlerinin reddine, B- Başsavcılığımızca
düzenlenen 16.11.2007 gün ve SP 135 Hz 2007/2 sayılı İddianamede belirtilen
eylemleri gerçekleştirmiş olan davalı DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ’NİN,
Anayasanın 69 ncu maddesinin 6,7 ve 9 ncu fıkraları ile 2820 sayılı yasanın
101 nci maddesinin 1 nci fıkrasının (b) bendi ve 103 ncü maddesinin 2 nci
fıkrası gereğince; 1) Temelli
kapatılmasına, 2) İddianamemize göre beyan
ve faaliyetleri ile partinin temelli kapatılmasına neden olan; isimleri
belirtilen kişilerin (İsim benzerliği nedeniyle yanlışlıkla yer alan Halil
İmrek ve vefat ettiği anlaşılan Fevzi Kara hariç olmak üzere) temelli
kapatmaya ilişkin kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından itibaren beş yıl
süreyle bir başka siyasi partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi
olamayacaklarına, karar verilmesi talep
olunur”. IV- ESAS HAKKINDA SAVUNMA Davalı Parti’nin
12.6.2008 günlü esas hakkındaki savunması şöyledir: “I- YARGITAY CUMHURİYET
BAŞSAVCILIĞININ İDDİA VE İSTEMİ Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı SP-135. Hz.2007/2 sayılı ve 16.11.2007 günlü iddianamesinde ve
10.03.2008 günlü ‘Esas hakkındaki görüşün’ de; - Davaya konu edilen
eylemlerin bir kısmının, eylemin işlendiği an itibariyle Parti genel başkanı
ve genel sekreteri olan kişiler tarafından gerçekleştirildiği, bunların
eylemlerinin kendi görüş ve iradelerini içerdiğini açıklamadıkları sürece
parti adına yapılmış olacağı ve partiye bağlayacağının yerleşik ulusal ve
uluslar arası yargısal uygulamaların gereği olduğu, ayrıca parti organlarında
yer alan ya da parti üyesi olan diğer kişilerin eylemlerini
gerçekleştirmelerinden sonra Parti tarafından o kişiler hakkında hiçbir
disiplin işlemi yapılmamış, hatta bu nedenle eleştirmeleri yoluna dahi
gidilmemiş olduğu, BU ŞEKİLDE EYLEMLERİN SÜREKLİ OLARAK TEKRARLANMASINA,
PARTİ ADINA ENGEL OLMAMAK SURETİYLE SAHİPLENİLDİĞİ, BU NEDENLE İDDİANAMEYE
KONU EDİLEN EYLEMLERİN PARTİYE İSNAT EDİLEBİLİRLİĞİ KONUSUNDA BİR TARTIŞMANIN
DA SÖZ KONUSU OLAMAYACAĞI,[1] - Anayasa ve yasanın,
söz konusu fiillerin odağı olmayı, A.Y. nın 68 nci maddesinin 4 ncü
fıkrasındaki fiillerin, Parti tarafından, * Parti üyelerince
yoğun bir şekilde işlenmesi, * Bu durumun o partinin
büyük kongre, * veya genel başkan, * veya merkez karar, * veya yönetim organları, * veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkca
benimsenmesi * yahut bu fiillerin doğrudan parti organlarınca
kararlılık içinde işlenmesi, olduğu açıklandıktan sonra,[2]
- Davalı Parti’ nin, * ‘ülkenin bölünmez bütünlüğüne’ yönelik eylemlerde
bulunan yasa dışı bölücü silahlı terör örgütü PKK ve yöneticisi hükümlü
Abdullah Öcalan lehine bildiri dağıtan, basın açıklaması yapan, bu örgüte
çeşitli biçimlerde yardım ve yataklık E D E N L E R İ yapısında
barındırmasının, * bu eylemlerin partinin hiyerarşik yapısı içerisinde
Genel Başkanın dan tüm teşkilat birimlerince gerçekleştirilmesinin, * bu eylemlerin çeşitli tarihlerde ve yoğun biçimde
tekrarlanmasının, * haklarında dava açılanların dosyadaki eylemlerinin
‘demokratik bir sistem’ içerisinde savunulmasının mümkün olmadığının, * ‘terör örgütü ile yakın bağlantı içerisinde
olmasının’ ifade edilmesinden sonra,[3] - Müvekkilimiz Parti’nin ilk savunmasının sonuç bölümünün
2,3,4,5,6 numaralı bentlerinde yer alan istemlerin reddine[4], - ‘Davalı Demokratik Toplum Partisi’nin Anayasa’nın
69’ncu 6, 7 ve 9 ncu fıkraları ile Siyasi Partiler Yasası’nın 101/1-b ve
103/2 nci fıkaraları gereği TEMELLİ KAPATILMASINA[5], - İddianameye göre beyan ve faaliyetleri ile partinin
kapatılmasına neden olan isimleri belirtilen kişilerin ( maddi hata ve öldüğü
anlaşılan kişi hariç) temelli kapatılmaya ilişkin kararın Resmi Gazetede
yayınlanmasından itibaren beş yıl süre ile bir başka siyasi partinin
kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamayacaklarına karar verilmesi[6], istenmektedir. I/I-ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ/SİYASİ PARTİLER AÇISINDAN
DAVANIN ULUSAL/ULUSAL ÜSTÜ YASAL ve HUKUKSAL DAYANAKLARI Bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine (AİHS) taraftır. Bu yasal durum ise Türk
mevzuatının ve bu mevzuatın uygulamasının AİHS standartlarına uygun olmasını
gerektirmektedir. Diğer yandan Avrupa Birliği’ne adaylık sürecindeki
Türkiye’nin, karşılaşması gereken koşullardan bir diğeri Kopenhag Kriterleri
olarak bilinen insan hakları standartlarıdır. Kopenhag Kriterleri ise, Avrupa
Birliği ile AİHS’in yapıcısı Avrupa Konseyinin kesişme noktasını
oluşturmaktadır. Bu sebeple Avrupa Birliği adaylık sürecinde, Türkiye’nin
insan hakları alanındaki konumunu ve durumunu da etkileyecek ‘BU DAVADA’
zorunlulukla AİHS standartlarının gözetileceğine inanmaktayız. Üstelik Anayasa’da yapılan 2001 ve 2004
değişiklikleri sonrası, başta AİHS olmak üzere insan haklarına dair uluslararası
sözleşme hükümleri ile ileride ayrıntı ile tartışacağımız Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM; öncesi Komisyon ve Divan kararları da bu çerçevede
değerlendirilecektir.) içtihatlarının ulusal mevzuattan öncelikle hususu
Yüksek Mahkeme’ye izahtan vareste bir keyfiyettir. Yani ulusal mevzuatın bir
hükmü ile insan haklarına dair uluslararası sözleşme hükümleri veya bu
hükümleri yorumlayan mahkeme kararları çatıştığında, sözleşme hükümleri ve
ulusal üstü mahkeme kararları esas alınacaktır. Bu da, ulusal mevzuatın AİHS
ışığında incelenmesini zorunlu kılmaktadır. I/I-A)Öncelikle belirtelim ki; “Örgütlenme özgürlüğü,
AİHS (md.11)’de düzenlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de çeşitli
defalar açıkladığı üzere örgütlenme özgürlüğü ifade özgürlüğünün özel bir
görünüş biçimidir (lex specialis).
Bu sebeple ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Sözleşme sistemi
içinde erken dönemden itibaren ortaya konulan içtihatlarla Sözleşme
(md.11)’de düzenlenen örgütlenme özgürlüğü hakkının kapsamı belirlenmiştir. Örneğin,
“Dernek X. v. İsveç” vakasında Komisyonun 06/07/1977 tarihli kabul edilmezlik
kararında şöyle denilmektedir.”[7] “Bu madde, belli bir ölçüde sendikalara ilişkin
olarak yapılan belirleme dışında, örgütlenme özgürlüğünün içeriğine ilişkin
herhangi bir spesifik belirleme içermemektedir. Bu vakada başvurucu örgüt
(öğrenci derneğidir), geleneksel anlamında sendika olmamakla birlikte, bu
durum başvurucunun (md.11)’deki spesifik korumadan yararlanamayacağı anlamına
gelmez. Örgütlenme özgürlüğü,
vatandaşlar bakımından, Devletin müdahalesi olmaksızın, çeşitli amaçlarla
örgütlerde bir araya gelmelerine dair bir genel ehliyettir/yeterliliktir.
Bununla birlikte, bu tür amaçlara bağlamında başarılı sonuç elde etme
şeklinde bir hak madde 11 ile güvence altına alınmamıştır”, (parag.52). Bu vakada, başvurucu dernek, Üniversiteler Yasası
uyarınca; üniversitedeki bütün öğrencilerin “öğrenci derneğine” üye olması
zorunluluğu öngören hükmün de (md.11)’i ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Bu
bağlamda Komisyon, (md.11/1) hükmünün, kamu kurumlarına değil, sadece özel
derneklere/örgütlere ve sendikalara ilişkin olarak koruma getirdiğini
belirtmiştir. Komisyona göre, anılan “öğrenci
derneği, mesleki etik kuralları ya da disiplini belirleyen yahut üyelerinin
menfaatlerini dışarıdaki uyuşmazlıklarda koruyan bir meslek örgütü olarak
mütalaa edilemez. Keza, bu öğrenci derneği, işverene karşı iş uyuşmazlığı
durumunda öğrencileri temsil etme anlamında bir sendika olarak da mütalaa
edilemez. Yukarıda (parag.52)’de belirtildiği üzere, Komisyon, bu öğrenci
derneğinin, üniversitenin bir parçasını teşkil eden ve, özellikle de, resmi
yoldan, öğrencilerin üniversite yönetimine katılımlarını sağlayan bir kuruluş
olduğu görüşündedir. Bu derneğin demokratik bir şekilde teşkil edildiği ve
öğrencilerin, derneğin benimseyebileceği siyasi tavra karşı çıkma özgürlükleri
bulunduğu gözükmektedir”, (parag.63). “Young,
James ve Webster v. Birleşik Krallık”
vakasında Komisyon 14/12/1979 tarihli Raporunda (Rapor, parag.167),
Madde 11’de geçen “örgüt” teriminin, “bir
ortak amaç etrafındaki bir gönüllü birleşmeyi/(grouping) varsaydığını”
belirtmektedir. Mahkeme, bu vakada verdiği 13/08/1981 tarihli kararında,
(md.11)’in, sendika kurma ve sendikaya katılma hakkı dahil, örgütlenme
özgürlüğünü sadece pozitif anlamda değil ve fakat bunun yanı sıra, belli bir
sendikaya girmeye zorlanmama şeklinde negatif yükümlülük anlamında da ele
alınması gerektiğine işaret etmiştir. Mahkemeye göre, (md.11)’in, sendika
alanında herhangi bir türde zorlamaya cevaz verir şekilde yorumlanması, bu
madde ile güvence altına alınan özgürlüğün özünü zedeler, (parag.52).
Mahkemeye göre, “düşünce,
vicdan ve din özgürlüğü ile ifade özgürlüğü şeklinde Madde 9 ve 10 ile koruma
altına alınan bireysel görüş, Madde 11 ile güvence altına alınan örgütlenme
özgürlüğünün amaçlarından biridir”, (parag.57). Kamu hukuku çerçevesinde kurulan ve buna tabi meslek
kuruluşları, bireyler tarafından kurulmadığı, kamusal makamlar tarafından
kurulduğu, kurucu yasaları çerçevesinde faaliyette bulundukları, bir kamusal
yetki kullandıkları için, (md.11)’de geçen anlamında “örgüt” teriminin
kapsamına girmez. Örnek olarak Mahkeme, “Le Compte, Van Leuven ve De
Meyere v. Belçika” vakasında verdiği 23/06/1981 tarihli kararında[8], olayda söz konusu Tabip Odasını
(md.11) anlamında örgüt terimi içinde mütalaa etmemiştir, (parag.62-66).
Benzeri şekilde, Komisyon 12/03/1981 tarihli “Barthold v. Federal Almanya”
vakası kararında Veteriner Hekimleri Konseyinin, özel bir örgüt olmayıp,
yasayla kurulan kamu hukukuna tabi bir kuruluş olduğu ve bu nedenle
(md.11)’deki “örgüt” terimi kapsamına girmeyeceği belirlenmiştir. Mahkeme “Vogt v. Almanya” vakasında (No.7/1994/
454/535) verdiği 26/09/1995 tarihli kararında[9],
Komünist Partisi üyesi olduğu için görevden uzaklaştırılan öğretmen olan
başvurucu hakkındaki tasarrufu, Sözleşme (md.10 ve 11) hükümlerinin ihlali
olarak belirlemiştir. Mahkemeye göre, bir kişinin memuriyete atanma talebinin
reddi, Sözleşme çerçevesinde şikayete konu olamasa da, görevde bulunan bir
memurun Sözleşme haklarını ihlal eden tarzda görevden çıkarılması işlemi,
Sözleşme çerçevesinde şikayete konu olabilir. Bu anlamda, memurlar, Sözleşme
kapsamı içindedir, (Karar, parag.43). Keza Mahkeme, kamu hizmetleri
kavramının, Anayasanın ve demokrasinin garantörü olduğu düşüncesine dayandığını
da tespit etmektedir. Buradan hareketle, özgürlüğe müdahale eden tasarrufla
(md.10/2) anlamında bir meşru amaç güdülmüş olduğu sonucuna varmaktadır,
(parag.51). Bunun ardından Mahkeme, anılan işlemi, “demokratik bir toplumda
gereklilik” ölçütü süzgeci ile ele almaktadır. (md.10) eksenli içtihadi
standartlarını hatırlatan Mahkeme, bu ilkelerin, kamu görevlileri bağlamında
da uygulanabilir olduğunu tespit etmiştir. Mahkeme, bireyin ifade özgürlüğü
ile, kamu hizmetlileri bağlamında Devletin (md.10/2)’deki sınırlamalara uygun
kayıtlamaları arasında, bu somut vakada “adil bir denge” bulunup
bulunmadığını sorgulamıştır, (parag.52-53). Mahkeme, bu aşamada, başvurucunun
görevden uzaklaştırılmasının “zorlayıcı sosyal ihtiyaca” dayalı olup olmadığı
ile tasarrufun “izlenen meşru amaçla orantılı” olup olmadığı meselesi
üzerinde durmaktadır, (parag.57). Mahkeme, görevden uzaklaştırma disiplin
önleminin ağır bir yaptırım olduğunu saptamaktadır. Bunu, hem kişisel şöhret
hem de yeni bir iş bulmadaki güçlük faktörlerini dikkate alarak
değerlendirmiştir. Ayrıca, kişinin görevinin, herhangi bir güvenlik riski
taşımadığı da dikkate alınmıştır. Başvurucunun üyesi olduğu parti ise,
Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmış olmadığı gibi, başvurucunun parti
eksenli çalışmaları da bütünüyle hukuka uygundur, (parag.60). Sonuç olarak,
görevden uzaklaştırma, izlenen meşru amaçla orantılı olmayan bir önlem
olmakla (md.10) ihlali söz konusudur, (parag.61). “Vogt v. Almanya” vakası kararında Sözleşme (md.11)
bağlamındaki değerlendirme şöyledir: Bu maddenin özerk niteliğine halel
gelmeksizin, bu davada, Mahkemeye göre, (md.11) hükmü, (md.10) ışığında
yorumlanmalıdır. Mahkemeye göre, “Madde 10 ile güvence altına alınan
kişisel görüşlerin korunması, Madde 11’de düzenlenen toplanma ve örgütlenme
özgürlüklerinin amaçlarından biridir”, (Karar, parag.64). Daimi statüde
çalışan bir kamu görevlisi olarak başvurucu, Madde 11’in korumasına da hak
sahibidir. Başvurucu, Alman Komünist Partisi üyeliğinden ayrılması yönündeki
taleplere, bu üyeliğin kendisinin görevinden kaynaklanan sadakat borcu ile
bağdaşmayan bir yönü bulunmadığı görüşünde olduğu için uymamış ve bunun
sonucunda görevden uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla, başvurucunun (md.11/1)’de
korunan hakkına bir “müdahale” söz konusudur, (parag.65). Mahkeme bu tür bir
müdahalenin ancak (md.11/2)’deki gereklere uygun olması halinde haklı
görülebileceğini belirtmektedir, (parag.66). mahkemeye göre, “Devlet idaresi”
kavramı, özellikle başvurucunun işgal ettiği makam göz önünde tutulduğunda,
dar yorumlanmalıdır, (parag.67). Her ne kadar, öğretmenler, (md.11/2)
amaçları bakımından “Devlet idaresi”nin bir parçası olarak mütalaa
edilebilecek olduğunda bile, yukarıda (md.10) ile bağlantılı hükümlerde
gösterilen gerekçelerle, başvurucunun görevden uzaklaştırılmasında “izlenen
meşru amaçla orantılılık” bulunmamaktadır. Bu nedenle, (md.11) hükmü de ihlal
edilmiştir, (parag.68). Siyasal partilerin (md.11)’deki “örgüt” terimi içinde
mütalaa edileceği, Komisyonun, “Komünist Partisi v. Federal Almanya”
vakasındaki 20/07/1957 tarihli kararından bu yana netlik kazanmıştır. Siyasal partiye üye olma (md.11)’de tanımlanan
“örgüt” teriminin kapsamına girmektedir. Örneğin Komisyon “Hendrikus Van Der
Heijden v. Hollanda” vakasında verdiği 08/03/1985 tarihli kabul edilmezlik
kararında[10], başvurucunun bir siyasi
partiye üye olması nedeniyle çalıştığı bir Vakıftaki görevinden
uzaklaştırılmasının (md.10 ve 11) ihlali olduğu iddiasını incelemiştir. Bu
kararında Komisyon, şikayetçinin ileri sürdüğü işlemin, “başvurucunun ifade
ve örgütlenme özgürlüklerine bir müdahale oluşturduğu şeklinde mütalaa
edilmesi gerektiğini” belirlemiştir. Her ne kadar sonuçta Komisyon, yapılan
bu müdahalenin/(işten uzaklaştırma işleminin), Sözleşme (md.10 ve 11)’in
ikinci fıkralarında öngörülen “başkalarının haklarının korunması” ölçütü
ışığında “demokratik bir toplumda gerekli” görerek kabul edilmezlik kararı
vermişse de, kararın bu bağlamda bizi ilgilendiren yönü, siyasal partilerin
(md.11) anlamında “örgüt” terimi kapsamına girdiği içtihadıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’deki siyasi
parti kapatma tasarrufları sonrasında yapılan çok sayıda başvuruda karar
üretmiştir. Şu kararları hatırlatmak mümkündür. “Türkiye Birleşik Komünist Partisi v. Türkiye”,
(Başvuru. No.19392/92) (133/1996/752/951), Karar tarihi: 30/01/1998, (AİHS,
md.11-ihlal; maddi-manevi tazminat yok, ihlal kararı yeterli); “Sosyalist
Parti v. Türkiye”, (No.21237/93), Karar tarihi: 25/05/1998, (AİHS,
md.11-ihlal; maddi tazminat yok; manevi tazminat: 100.000 Fransız frangı);
“Özgürlük ve Demokrasi Partisi v. Türkiye”, (Başvuru No.23885/95), Karar
tarihi: 08/12/1999, (AİHS, md.11-ihlal, maddi tazminat yok; manevi tazminat:
30.000 Fransız frangı); “Refah Partisi vd. v. Türkiye” (Başvuru No.41340/98,
41342/98), Daire kararı: 31/07/2001 (AİHS, md.11-ihlal yok), Büyük Daire
kararı: 13/02/2003, (AİHS, md.11-ihlal yok); “Yazar, Karataş, Aksoy ve Halkın
Emek Partisi v. Türkiye”, (Başvuru No.22723-25/93), Karar tarihi: 09/04/2002,
(AİHS, md.11-ihlal; maddi tazminat yok; manevi tazminat: 30.000 Euro).[11] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre, siyasal
partiler, çoğulculuğun tesisi ve düzgün biçimde işleyen bir demokrasi
bağlamında zorunlu/gerekli bir rol üstlenirler. Mahkemenin çok sayıdaki
kararları arasında, örnek olsun, “Loizidou
v. Türkiye” vakasındaki vurgusuyla, “demokrasi, Avrupa kamu düzeninin
temel özelliğidir”, (Karar, parag.75).[12] Mahkemeye göre; “İHAS, insan hakları mekanında,
Avrupa kamu düzeninin Anayasal cihazı”. Komisyon ve Mahkeme, “Anayasa”nın kurumsal yapı
düzenlemeleri karşısında bugün sadece görünüşte eksik kalan Sözleşme
denemelerini, “Demokratik toplum düzeni” yeni yorumu ve özellikle 6. maddeyi
kullanarak, Kuvvetler Ayrılığı Prensibi çerçevesinde yeniden üretiyor. “İncal
Türkiye’ye karşı” davası bu konuda verilebilecek örneklerden sadece biri.[13] “Lentia v.
Avusturya” vakası kararında AİHM, Sözleşme Tarafı Devletleri, çoğulculuk
ilkesinin nihai garantörü olarak tanımlamıştır. Devletin bu siyasi
sorumluluğu, Protokol No.1 (md.3) anlamında, yasama meclisi seçimlerinde halkın
düşüncesini özgürce ifade edebileceği koşullar altında, makul aralıklarla ve
gizli oyla serbest seçimlerin yapılmasını temin etmektir, (Karar, parag.38).
Lentia vakası standardına gönderme ile “TBKP
v. Türkiye” vakasında, AİHM ayrıca, sadece siyasi kurumların içinde
bulunarak değil ama bunun yanı sıra kitle iletişim organlarının da
yardımıyla, toplum yaşamının her düzeyindeki düşünce yelpazesine dayanmak
suretiyle siyasi partiler, demokratik bir toplum kavramının tam özünde yer
alan siyasal tartışmalar bakımından yeri doldurulması mümkün olmayan katkıda
bulunurlar, (Karar, parag.44). Siyasi partiler söz konusu olduğunda, Sözleşme
(md.11/2)’deki sınırlamalar, ancak dar anlamda yorumlanabilir. Taraf
Devletler, siyasi partilerin örgütlenme özgürlüğünü sınırlama tasarrufları,
(md.11/2) çerçevesinde ancak, “zorlayıcı nedenler”i göstermek suretiyle haklı
kılabilirler ve bu bağlamdaki takdir yetkileri sınırlı olduğu gibi, Sözleşme
organının denetimine de tabidir. Mahkeme bu denetimi yaparken, bir yandan,
Taraf Devletin sınırlamaya ilişkin takdir yetkisini kullandığı tasarrufu
“makul, dikkatli ve iyi niyetli” olarak yapıp yapmadığına; öte yandan da,
özgürlüğe müdahale teşkil eden tasarrufa bir bütün olarak bakarak, bu
müdahalenin “izlenen meşru amaçla orantılı” olup olmadığını ve bu eksende
sunulan gerekçelerin konuyla “bağlantılı ve yeterli” sayılıp sayılamayacağını
değerlendirir, (Karar, parag.46-47).[14] I/I-B) ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ANAYASAMIZ. Anayasada “1982 Anayasası’nda gösterilen ‘Demokrasi’ ibaresi
ile “Türk Tipi Demokrasi” modeli yaratılmaya çalışılmıştır.[15] İfade özgürlüğü ancak çoğulcu özgürlükçü bir rejimde
yeşerebilir ve bu rejimi zenginleştirir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
çoğulcu-özgürlükçü bir demokratik rejimi tam olarak yansıtmamaktadır. Örneğin
AY Başlangıç bölümünün 3. paragrafında, “millet
iradesini kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun 1982
Anayasasında gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş
hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” hükme bağlanmıştır. “1982
Anayasasında gösterilen demokrasi” ibaresi, “Türk tipi demokrasi”
anlayışının Anayasal formülüdür ve “demokrasiyi” evrensel standartlarıyla
bütünleştirmek yerine, “yerelleştirerek”, başka deyişle “bize özgü demokrasi”
haline getirerek, eksiklik ve yetersizlikleri meşrulaştırmaya hizmet
etmektedir. 1982
Anayasasının çoğulcu-özgürlükçü bir
demokratik anlayışı benimsemediği diğer düzenlemelerinden de anlaşılabilmektedir.
Bir kere, yapılan son derece önemli ve olumlu değişikliklere rağmen, Anayasanın birey özgürlükleri karşısındaki
tutumu son derece katıdır. AY’daki hak ve özgürlükleri düzenleyen normlarda
yer verilen bazı sınırlama ölçütleri ise, öngörüldükleri hakkı sınırlamak
bakımından elverişli içerikte değildir. Diğer bazı sınırlama ölçütleri ise,
bu sınırlamaların uygulanmasını sağlayacak ilgili kanunda yer almayarak daha
baştan uygulanamaz hale gelmiştir. Ve nihayet, bir hakkın sınırlanması
bakımından ilgili kanunda öngörülen bazı sınırlama ölçütlerinin ise anayasada
karşılıkları yoktur. Bu son durum, büyük ölçüde, 03/10/2001 tarihinde 4709 sayılı Kanunla değiştirilen
Anayasa (md.13) yüzünden meydana gelmiştir. Burada yer alan ve bütün temel
hak ve özgürlükler için uygulanan genel sınırlama ölçütleri 4709 sayılı Kanunla değiştirilmiştir.
AY (md.13)’den çıkartılan bu genel sınırlama ölçütleri, tek tek her bir
hakkın altına yerleştirilmiştir. İşte bu arada kimi sınırlama ölçütlerinin
ilgili maddeye taşınması işinin tam yerine getirilmediği saptanabilmektedir.
Sonuç olarak, bir çok kanunda anayasal temeli olmayan sınırlama ölçütlerine
yer verilmiş durumdadır. Bu durum herhalde, kanun koyucunun özensizliğini ve
sistemsiz şekilde çalıştığını gösteren bir veri olmanın da ötesinde bir
şeydir. 1982 Anayasasında, hukuk devleti ilkesi ile
bağdaşmayan ve yargısal denetimden korunaklı alanlar yaratılmıştır. Örneğin,
AY (md.125)’deki “Cumhurbaşkanın tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek
Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır” hükmü hatırlatılabilir.
Keza, AY (md.129/son) daki memurlar hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan
ötürü ceza kovuşturması açılmasını, istisnaları dışında, kanunun gösterdiği
idari merciin iznine bağlayan düzenleme de, demokratik bir rejimde
haklılaştırılması pek mümkün olmayan memurlar lehine kayırma ve kollamanın
Anayasal dayanağıdır. Kamusal yetkileri kullananlara ilişkin olarak yargısal
denetimden bağışıklıklar, kollama ve kayırmalar yapılması demek, memurlar ile
memur olmayanlar hakkında makul olmayan ölçüde farklı/eşitliksizci rejimin
kurumsallaşması anlamına gelmekte ve bu durum, son tahlilde, birey hak ve
özgürlüklerinin güvence altına alınması bakımından sorunlar ortaya
çıkarmaktadır. 1982 Anayasası, özgürlükler rejimine ilişkin
düzenlemeleriyle sistemli bir sivil toplum karşıtlığını da kurumsallaştırmayı
amaçlayan bir belgedir. Sadece bireyleri değil, örgütleri de siyasetten
uzaklaştırmaya çalışan bir belgedir. Nitekim, AY (md.135/III) hükmüne göre,
kamu kurumu niteliğindeki “meslek kuruluşları, kuruluş amaçları dışında
faaliyet gösteremezler.” Kısacası siyasi açıklamalarda bulunamazlar; eleştiri
yapamazlar. Yaparlarsa, bunların sorumlu organlarının görevine son verilir.
Ayrıca bulundukları yerin en yüksek mülki amirince gecikmesinde sakınca
bulunan hallerde, bir yargı kararına kadar geçici olarak kapatılabilirler,
(md.135/VI-VII). 1982 Anayasasında bir çok ikicilik
kurumsallaştırılmıştır. Anılan ikiciliklerin ilki, “olağan rejim-olağanüstü
rejim” şeklinde iki farklı yönetim usulünün öngörülmüş olmasıdır,
(md.119-122). Bu konudaki sorun hem derin hem de karmaşıktır. Bu ikicilik
açısından bakıldığında, 1982 Anayasası adeta iç içe geçmiş iki ayrı anayasal
rejim içermektedir. Öngörülen kurallar açısından bu iki rejim arasında esaslı
farklılıklar bulunmaktadır. “Olağan-olağanüstü rejim” ikiciliğinin ve
istisnai rejim uygulamasının ciddiyetini göstermek üzere, sadece Cumhuriyet
tarihinin yaklaşık yarısının olağanüstü rejim altında geçtiğini vurgulamak
yeterlidir.[16] Anayasada görülen bir başka sorunlu ikicilik alanı
“sivil yargı – askeri yargı” şeklinde iki ayrı yargı manzumesinin düzenlenmiş
olmasıdır. Bu şekilde, bir başka insan hakları ihlali sorunu alanı da
yaratan, olağanüstü yargı yerlerinin kurulmasının önü açılmakta ve kanuni
yargıç ilkesi ve güvenceleri zedelenmekte ve tarafsız bir yargılama sürecine
zarar verilmektedir. Nitekim Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, askeri ceza
yargısına dahil olan Askeri Mahkemeler ile Askeri Yargıtay ve Disiplin
Mahkemelerinin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine (AİHS) bir çok yönden uygun olmadığı rahatlıkla ileri
sürülebilir.[17] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’ye
ilişkin çok sayıda kararında sıkıyönetim askeri mahkemelerinin AİHS (md.6/1) anlamında “bağımsız ve
tarafsız mahkemeler olmadığı” gerekçesiyle Sözleşme ihlali hükmüne ulaşmıştır.[18] AİHM’nin, askeri hakim
içeren kompozisyonu nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) özelinde de
Sözleşmeye aykırılık sonucuna vardığı ve bunun da yerleşik bir içtihat haline
geldiği bilinmektedir.[19] Burada, ulusal kamuoyunda yeterince tartışılmayan bir
hususa işaret etmek yararlı olacaktır. DGM’ler özelinde, AİHM kararları
sonrasında gerek Anayasada gerekse ilgili DGM Kanununda gerekli
değişiklikler, Öcalan’nın DGM’de yargılanması ve bu yargılama ve hüküm
nedeniyle ortaya çıkabilecek olası uluslararası baskı ve eleştirilerin
karşılanabilmesi arayışı ile gerçekleştirilmiştir. Ne var ki, yine AİHM
kararları sonrasında, sıkıyönetim askeri mahkemeleri özelinde, konuyla ilgili
kanun ve Anayasada bu bağlamda yapılması gereken değişiklikler ise
gerçekleştirilmemiştir. Ulusal yetkili makamların, özellikle yasama
organının, bu süreçte onca reform kanunu çıkartmasına rağmen sıkıyönetim
askeri mahkemeleri özelinde yapısal reformlar için hiç bir girişimde bulunma
ihtiyacını hissetmemiş olması, büyük ölçüde, halihazırda sıkıyönetimin
uygulanmaması ve konunun ulusal ve uluslararası kamuoyunun gündeminden düşmüş
gözükmesi ile alakalı olmalıdır. Bu tablo aynı zamanda, büyük reform
paketleri olarak sunulan ve övgü de alan yasa ve Anayasa değişikliği
girişimlerinin, ulusal hukuk düzeninin iki kolonundan biri olan “olağanüstü
rejim mevzuatı” boyutundaki reform ihtiyacını bütünüyle devre dışında
tuttuğunu ya da inkar ettiğini ortaya koymaktadır. 1982 Anayasasında görülen ikiciliklerden bir diğeri
“sivil otorite- askeri otorite” ilişkisi bağlamında açığa çıkmaktadır.
Gerçekten de 1982 Anayasasının kurduğu politiko-juridik düzen içinde askeri
otorite lehine ve sivil otorite aleyhine aşırı bir güçlendirme eğilimi ortaya
çıkmaktadır. Anayasa (md.118)’de düzenlenen Milli Güvenlik Kurulunun görev ve
yetkileri buna örnektir. Her ne kadar yakın tarihli yasal değişikliklerle
Milli Güvenlik Kurulunun görev ve yetki alanında bir daraltma
gözlemlenmekteyse de, bu organın ideolojik misyon ve işlevi, kamuoyuna reform
olarak sunulan yasal değişikliklere rağmen halen yürürlüktedir. Milli
Güvenlik Kurulu varlığı ve işlevi ile, “Devlet politikası” üretim
aygıtlarının başında gelmektedir. “Devlet politikası” alanı, önsel olarak bir
dokunulmazlık, eleştirilmezlik zırhıyla korunan bir alan anlamına gelir. Bu alana
giren konularda farklı görüşlerin üretilmesi hem bilgi edinme imkanının
olmamasından ötürü olanaksızdır, hem de farklı görüş üretilse bile bunun
ifadesi cezai yaptırımlara bağlanmıştır. Bu bağlamda özellikle “milli
güvenlik siyaseti” kavramının açılan bu dava açısından da etkileyici olduğunu
ifade etmek zorundayız. Sivil otoriteyi askeri otorite karşısında daha geri
plana iten anlayış ve yaklaşımla biçimlendirilen anayasal normlar ve bunlara
paralel alt derece mevzuatın doğurduğu ikinci sonuç, askeri bürokrasiye ya da
genel olarak ülkenin güvenlik bürokrasisine ilişkin konularda, değil eleştiri
üretilmesi, bir görüş sahibi olmanın ön koşulu olan bilgi edinilmesinin bile
güçleştirilmesi yahut tamamen olanaksız hale getirilmesidir. Bir konu, bilgi
edinmenin sınırları dışına çıkartıldığında, dokunulamaz ve sorgulanamaz alan
yaratılmış demektir. Bunun yasal teknikleri “devlet sırrı, gizlilik ve milli
güvenlik” gibi ölçütlere
başvurularak yapılmaktadır. Bundan ötürü de, bu çerçevede yer alan konuları
düşünmek, ifade etmek, eleştirmek evleviyetle ceza yaptırımlarına bağlanan
alanlar haline getirilmiştir. Aynı mantığı özerk kurum ve kuruluşlar bağlamında da
sürdüren Anayasa, bağımsız idari otoritelere çok sınırlı yetkiler tanımış
veya 1961 Anayasasına göre özerk kuruluşların bu niteliği törpülenmiştir.
Özellikle TRT ve üniversiteler bu bağlamda hatırlatılmalıdır. 1982 Anayasanın
yüksek öğretim kurumlarını düzenleyen (md.130/IV) hükmü şöyledir: “Üniversiteler
ve öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve
yayında bulunabilirler. Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve
milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma
serbestliği vermez.” Böyle bir norm, insan
hakları standartlarına aykırı olduğu gibi, bilimsel faaliyetin doğasıyla da
çelişmektedir. Öte yanda, devlet aygıtı içindeki özerk organların
kompozisyonunda, askeri güvenlik bürokrasisi doğrudan temsilcisi eliyle yer
almaktadır. 1982 Anayasası, özgürlükler kadar, özerklikler de karşıtı bir belgedir.
Yapılan AY değişiklikleri, 1982 belgesinin bu temel vasfını değiştiren çap ve
boyutta olmamıştır. 1982 Anayasası, hukuk
devletinin olmazsa olmaz koşulu konumundaki yargı bağımsızlığını da zedeleyen
düzenlemeler içermektedir. Dayanağını Anayasa (md.159)’da bulan Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu, özellikle kompozisyonu ve kararlarının yargı
denetiminden bağışık olması itibariyle, yargıç bağımsızlığını zedeleyecek
öğeler taşımaktadır. Kurulda Adalet Bakanının başkan, Adalet Bakanlığı
müsteşarının doğal üye olması sebebiyle savcı ve hakim atamalarında siyasi
unsurların etkili olmasına yol açabilmektedir. Yargı mensuplarının
kendilerini atayan, nakleden, yükselten ve birinci sınıfa ayıran, meslekten
atabilme ve disiplin cezası verebilme gibi yetkilere sahip olan Kurul
karşısından ne kadar bağımsız olabilecekleri oldukça tartışmalıdır. Bu çerçevede; ülkemizdeki
‘Ceza Yargısı’da hem düşünce, hem de örgütlenme özgürlüğünü ‘özel bir
yargılama sistemi’ ile zapturapt altında tutmayı sürdürmekte ve 5271 sayılı
Ceza Yargılaması Kanunun 250 vd. mad.ile 5237 sayılı Türk Ceza Yasası’nın
‘Millete ve Devlete Karşı Suçlar’ kısmının, önemli bölümlerine ilişkin
soruşturma ve kovuşturmalar bu ‘özel bir yargılama sistemi içinde’
sürdürülmektedir. Bu dava dosyasının kanıtı
olarak sunulan bir çok ceza soruşturması ve kovuşturması dosyaları, böyle bir
yargılama sürecinden geçmektedir. Oysa aşağıda tek tek değineceğimiz
soruşturma/kovuşturma dosyalarının büyük çoğunluğu bireysel ‘ifade
özgürlüğünün’ kullanımına karşı açılmış soruşturmalardır. I/I-C) ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜNÜN DE ANASI
‘İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ’ AÇISINDAN. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Avrupa Konseyi
bünyesinde ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemi içerisinde
“ifade özgürlüğü”, sadece kendi başına önemli bir hak olmakla kalmaz, ama
aynı zamanda, Sözleşme çerçevesindeki diğer hakların korunması bakımından da
belirleyici rol oynar. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Bakanlar
Komitesi, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (AİHK) ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi (AİHM) tarafından üretilen çok sayıda ve yerleşik hale gelen karar
ve hükümler, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun ilerlemesi ve her
bir bireyin gelişmesi için temel koşullardan biri olduğunu ortaya koymuştur. Burada adı geçen “demokratik toplum”un anahtar iki
kavramı ise, üretilen kararlarda teyit edildiği üzere, “çoğulculuk” ve
“hoşgörü/tolerans”tır. Kısacası ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun
zorunlu temelidir. AİHS, “Handyside v. Birleşik Krallık” vakasında
07/12/1976 tarihinde verdiği kararında[20]
şunu açıkça hüküm altına almıştır: “İfade
özgürlüğü, toplumun ilerlemesi ve her insanın gelişmesi için esaslı
koşullardan biri olan demokratik toplumun ana temellerinden birini oluşturur.
İfade özgürlüğü, 10. Maddenin sınırları içinde, sadece lehte olduğu kabul
edilen ya da zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler
için değil, ama ayrıca Devletin ya da nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan,
çarpıcı gelen/şok eden, rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de uygulanır.
Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir; bunlar
olmaksızın demokratik toplum olmaz. Bu demektir ki, başka şeylerle birlikte,
bu alanda getirilen her formalite, koşul, yasak ve ceza, izlenen meşru amaçla
orantılı olmalıdır”, (parag.49). “İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi’nin taraf Devletler “Kurucu Otoriteleri tarafından tartışma
konusu yapılamaması, “ANAYASAL DEVLET MODELİ’ni değiştiriyor(54). Bu gelişmeler, taraf Devletlerin Sözleşme’yi
onaylamalarıyla, “ANAYASAL EGEMENLİK” AYRIKLIĞINDAN, ferdi
başvurularla çalıştırılan “SÜREKLİ DEMOKRASİ adıyla vazgeçmeleri
anlamına geliyor(57). 57 D. Rousseau, De la
democratic continue, In La democratic continue, Bruylant, Bruxelles, LGDJ.
Paris, 1995.([21]) 1. Plüral izmle Tanımlanan
“Demokratik Toplum Düzeni Strasbourg yargı yerleri, “Demokratik Toplum Düzeni
Hukuku”nu, “PLÜRALiZM’le tanımlıyor. Strasbourg organları İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi’nin tanıdığı hakları yeni bir Hukuk tanımında kullanmakta. Bu yeni
tanımda Hukuk, Devlet’in tanımı değil ama Toplum’un tanımı; Hukuk’la
gerçekleştirilen “Demokratik Toplum
Düzeni”(62). Özellikle de grupsal kullanımlı hakların yorumunda “Plüralizm” ya da farklılaşma hakkı, “Sivil Toplum” - “Devlet”
münasebetlerinde “Hukuk Devletinin yeni tanımı. Kısaca, bugünün Hukuk
Devleti, dünün Hukuk Devleti değil... Sivil
Toplumla tanımlanan Hukuk, Devlet’le tanımlanan Hukuk’un yerine
geçiyor. Hukuk üreticileri ya da Politika’nın aktörleri de farklı. Avrupa Komisyon ve Mahkemesi jurisprüdansında “Demokratik Toplum”; AYRIMCILIK
YASAĞl(63), HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ (64), PLÜRALiZM PRENSİBİ
(Düşünsel, Siyasal, Sendikal) de tanımlanıyor. Bu durumda, Delmas Marty’in
not ettiği gibi, “ulusal gelenekler karşısında plüralizmin korunması ciddi
bir sorun”(65). İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne göre “Demokratik
Toplum”; plüralizmin, hoşgörünün düşünceye açıklığın, farklı olma hakkına
saygının gerçekleştiği bir toplum. Kısaca çoğul yaşama hali, “plüralizm”,
“Demokratik Toplum”un kurucu unsuru. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi hukuku, Velu ve
Ergeç’in not ettiği gibi bütünü ile Demokratik Toplum düşüncesi üzerine
kurulu (66) ([22]). 64 Bk. P.
Wachsmann. “ 66 Cf,, J.
Velu, R. Ergeg, AİHS, “Sunday Times v. Birleşik Krallık (No.I)”
vakasında 26/04/1979 tarihinde verdiği kararında[24]
şunları vurgulamıştır: “Mahkemenin
Handyside kararında belirttiği üzere, ifade özgürlüğü, demokratik bir
toplumun esaslı temellerinden birini oluşturur; düşünce özgürlüğü, 10.
Maddenin 2. paragrafı sınırları içinde, sadece lehte olduğu kabul edilen,
zararsız, ya da ilgilenmeye değmez görülen haber ve düşünceler için değil,
ama ayrıca, Devlete ya da nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan, çarpıcı
gelen/şok eden ya da rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır...
Bu tür haber ve düşünceleri vermek basın yayın kuruluşları için sadece bir
görev değildir, halkın da bu haber ve düşünceleri edinme hakkı vardır”, (parag.65). Mahkemenin “Sunday Times Vak’ası (No.I)”nda ortaya
koyduğu içtihada göre, bir yanda, görüşleri ifade etme hakkı söz konusudur;
öte yanda ise, bundan bağımsız olarak, bu ifadeyi dinlemek hakkı
bulunmaktadır. O halde ifade özgürlüğü, niteliği gereği, -Hem ifade
edenin/sahibinin özgürlüğüdür, -Hem de, o
ifadenin yöneldiği adresin, kişinin/kişilerin özgürlüğüdür. Mahkeme, 26/11/1991 tarihli “Observer and Guardian v.
Birleşik Krallık”[25] ve yine 26/11/1991
tarihli “Sunday Times v. Birleşik Krallık (No.II)”[26]
ve 25/06/1992 tarihli “Thorgeir Thorgeirson v. İzlanda”[27]
vakaları kararlarında, ifade özgürlüğüne ilişkin norm ve içtihatlarla ortaya
konan genel ilkeleri bir kez daha sıralamıştır. Buna göre, ifade özgürlüğü, - Demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden
biridir; Sadece lehe olanları değil, farklı, rahatsız edici türdeki bilgi ve
düşünceler bakımından da geçerlidir; - Bu özgürlüğün kullanımı bir dizi istisnaya tabidir,
ancak istisnalar mutlaka dar
yorumlanmalıdır ve açıkça yasayla
öngörülmüş olmalıdır; - İfade
özgürlüğü, basın bakımından özel
önem taşır; basın, kamunun yararına olan meseleler hakkındaki bilgi ve
görüşleri yayma hakkına sahiptir ve bununla da ödevlidir; - Bilgi ve
görüşü yayma basının görevi olduğu kadar, bunları edinme kamunun da hakkıdır; - Madde 10, paragraf 2’de geçen “gerekli” terimi, bir
“sosyal ihtiyaç baskısının” varlığına
işaret eder; - Sözleşmeci Devletlerin bu tür bir ihtiyacın varolup
olmadığını tartmada bir takdir payı vardır, ancak bu Avrupa’nın gözetimi ile
yan yana gider; - AİH Mahkemesinin, ifade özgürlüğüne getirilen bir
kayıtlamanın, Madde 10 ile korunan bu özgürlüğe uygun düşüp düşmediği
hususunda nihai olarak karar verme yetkisi vardır; - Mahkeme bu denetimi ve gözetimi yaparken, ulusal
makamların ifade özgürlüğüne yaptığı müdahalenin, “makul”, “dikkatli”, “iyi niyetli”, “izlenen meşru amaçla
orantılı” olup olmadığını ve bu özgürlüğe müdahaleyi haklı göstermek için
ulusal makamların ortaya koydukları gerekçelerin
“uygun ve yeterli” görülüp görülemeyeceğini de değerlendirerek karara
bağlar. Düşünce ve ifade
özgürlüğü’nün ‘toplu kullanım biçimlerinden’ biri olan ‘siyasi parti
partilerin; * Hem tüzel kişilik, * Hem Parti Genel Başkanı, * Hem Tüm Parti Organları, * Hem Meclis Grubu, * Hem de tüm diğer il ve
ilçe örgürleri ile * Parti üyelerinin, - düşünce, ifade, - açıklama, eylem - ve çalışmalarına, bu genişlik ve ölçekte
bakmak bile ülkemizdeki ve ‘BU DAVADAKİ’ BİRÇOK SORUNU ÇOK KOLAY VE YALIN
OLARAK ÇÖZMEYE YETEBİLECEKTİR. I/IV- İDDİANIN DAYANAĞI MADDİ VAKILAR I/IV-A) DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİNİN KURULUŞU
AŞAMASINA AİT EYLEMLERE İLİŞKİN İDDİALAR 1.İDDİA:
“AVUKAT GÖRÜŞMELERİ” veya “GÖRÜŞME NOTLARI” adı altında teröristbasının
talimatları örgüte yakın çeşitli gazete ve dergilerin yanı sıra çok sayıda
değişik internet sitesinde de (ROJACİVAN, RIZGARI, VELATPEREZ, NASNAME gibi)
yayınlanarak talimatların ilgililere ulaşması sağlanmıştır. SAVCILIK DEGERLENDİRMESİ: Terör örgütü
PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın emirleri ile adı, kurucuları ve genel
başkanı hatta eşbaşkanlık sistemi de dahil olmak üzere DEMOKRATİK TOPLUM
PARTİSİ (DTP) nin kurulmasından çok önceden şekillendirildiği, kuruluş
çalışmalarının tamamen Öcalan’ın direktifleri doğrultusunda gelişip
sonuçlandırıldığı açıkça ortaya çıkmaktadır. KANIT: 23 Ekim 2004
tarihli Vatan Gazetesi ve 26 Ekim 2004 tarihli Star Gazetesi’nde bu durum tüm
açıklığı ile haber haline getirilmiştir. ÖNSAVUNMA: Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı
görüşmelerde, avukatları ile kendisi arasında geçen diyalog ve görüşmeler,
sonrasında avukatların yapmış oldukları iddia edilen açıklamalar ya da
söylemler Demokratik Toplum Partisi’nin bilgisi dışında olup, bu
açıklamaların müvekkil partiyi bağlamayacağı açıktır. Kaldı ki, iddianamede tüm bu görüşme notlarının
kaynağı da belirtilmemektedir. Sayın Başsavcının kaynak olarak gösterdiği
internet sitelerinin ulusal ve ulusalüstü hukuk açısından kanıt olamayacağı
ise izahtan varestedir. İnternet sitelerinin dışında başka bir kaynak da
gösterilmemiştir. “İmralı Kapalı Cezaevi” kişiye özel bir cezaevi olup,
iç yönetmeliği de “kişiye özel” tek kişilik bir yönetmeliktir. (…)Yapılan tüm
görüşmeler kayıt altında olup,Başsavcılık kanıtları arasında bu resmi
kayıtlar yer almamaktadır. BAŞSAVCILIK ESAS HAKKINDA GÖRÜŞÜ: (…)Bilindiği
gibi hükümlülerin görüşmelerinin de dahil olduğu infaz hukukuna ait
düzenlemeler 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun
Hükümleri çerçevesinde gerçekleştirilmekte olup, anılan yasaya göre iddia
edildiği gibi görsel ve yazılı kayıt altına alınması hukuken mümkün olmadığı
gibi,”çıkarılan bir yasa ile hakim gözetiminde yapıldığı” iddiası da
gerçeği yansıtmamaktadır. Bu itibarla…..görüşme kayıtlarının istenmesi
yolundaki (mümkün olmayan) talebin reddine karar verilmesi gerekmektedir. SAVUNMA: İmralı Cezaevi, Bakanlar Kurulunun 1996/ 8716 sayı ve
30.09.1996 tarihli kararıyla düzenlenen 09.01.1997 tarihinde Resmi Gazete de
yayınlanarak yürürlüğe giren Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği uyarınca
yönetilmekte olup, anılan yönetmeliğin hem anayasaya, hem A.H.İ.S.’ ne aykırı
olması nedeniyle, yönetmelik hakkında idari yargıda İstanbul Barosunca iptal
davası açılmıştır. (Daire no:10 esas no:1997/ 1030) Diğer yandan, İmralı Cezaevinde ki Avukat
Görüşmelerinin, Başsavcılığın öne sürdüğü gibi Ceza İnfaz Yasasına göre
değil, önsavunmamızda açıklanan koşullarda yapıldığına ilişkin YARGITAY DOKUZUNCU
CEZA DAİRESİ BAŞKANLIĞININ: 1999/1296 Esas, 1999/3623 Karar Numaralı
dosyasına sunulan dilekçenin ilgili bölümünün örneği aşağıda sunulmuştur. -YARGITAY’DA AVUKATLARIN SAVUNMASI- 21 Ekim 1999 YARGITAY DOKUZUNCU CEZA DAİRESİ
BAŞKANLIĞINA DOSYA NO : ANKARA 2. DGM 1999/21 ESAS, 1999/73 KARAR.
SANIK : Abdullah ÖCALAN VEKİLLLERİ : Av. Ercan KANAR- Av. Niyazi BULGAN- Av.
İrfan DÜNDAR- Av. Hamza YILMAZ- Av Kemal BİLGİÇ- Av. Doğan ERBAŞ KONU : Yerel Mahkemenin 1999/21 Esas sayılı
mahkumiyet kararına ilişkin temyiz layihamızdır. Soruşturmanın tüm aşama ve kuralları Genel Kurmay
Başkanlığı’nın etkin olduğu Başbakanlık Kriz merkezince belirlenmiştir. Yargılamanın üzerindeki Başbakanlık Kriz Merkezi
vesayetidir. Yani askeri ve idari otoritenin belirlediği kuralların ceza
yargılaması hükümlerinin yerini almasıdır Açık gerçeklik odur ki hukuk
sistemimizde yeri olmayan soruşturma yöntemi ve koşulları, müvekkil daha
Türkiye’ye getirilmeden önce düşünülmüş ve hazırlıkları yapılmıştır. Bu
yargılamayı yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı açısından da tartışma
konusu yapan ve kuşkulu hale getiren sadece DGM’nin niteliği ve varlığı
değildir. Ondan da önemlisi. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi bu yargılamayı
nasıl etkilemektedir? Bu nokta idrak edilmeden hakkaniyete uygun yargılama
konusu çözüme kavuşturulamaz. Bakanlar Kurulunun 1996/ 8716 sayı ve
30.09.1996 tarihli kararıyla düzenlenen 09.01.1997 tarihinde Resmi Gazete de
yayınlanarak yürürlüğe giren Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’nin hukuki
yasal bir dayanağı yoktur. Bu yönetmelikle, daha üst normlar ile bazı makam
yada mercilere verilen yetkiler yasalara ve anayasaya aykırı bir şekilde
başka makam ve mercilere devredilmiştir. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği’nin
kaynaklandığı bir tüzük, bir kararname, bir yasa olmadığı gibi, mevcut
anayasada da bu yönde bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla, bu yönetmelik
hukuksal dayanaktan yoksundur. Bu yönetmelik anayasada belirtilen dört tür
olağanüstü rejimden önce ve adeta bir ara olağanüstü rejim olarak kriz halini
düzenlemiştir. Bu yönetmelik hem anayasaya, hem A.H.İ.S.’ ne aykırıdır.
Nitekim, yönetmelik hakkında idari yargıda İstanbul Barosunca iptal davası
açılmıştır. (Daire no:10 esas no:1997/ 1030) Türkiye infaz hukuku tarihinde ilk kez, sadece bir kişi
için cezaevi ihdas edilmiştir. A.İ.H.M’nin soruşturması neticesi, alelacele
İmralı Ceza ve Tutukevi İç Yönetmeliği hazırlanmıştır. Bu yönetmeliğin
hükümleri Ceza İnfaz Tüzüğünün 155, CMUK’un 144. Maddesine aykırıdır.
Uygulamalar, yönetmeliği dahi aratacak nitelikte olmuş, yazılı mevzuatın
yerini kriz birimlerinin askeri yetkililerinin emirleri almıştır. Müvekkil ile ilgili tutukluluk statüsüne ters,
hükümlülük statüsünden de daha ağır tecrit koşulları fiziksel ve beyinsel
tahribatı üreterek kriz merkezleri birimlerince devam ettirilmiştir. Kriz
Merkezi uygulamalarıyla, CMUK 144. Maddesinin, tutukluya tanıdığı tüm haklar
kısıtlanmıştır. 144. Madde bu sanık için rafa kaldırılmıştır. Yasanın şart
koşmamasına rağmen vekaleti de olduğu halde tüm müvekkil avukat görüşmeleri
kriz merkezinin iznine tabi tutulmuş, görüşme süreleri azami sınırlanmış,
görüşmeler görevlilerin yakın ve bitişik denetim ve gözetimi altında
yapılmıştır. Avukatlar, her görüşte meslek onurları çiğnenerek
Avukatlık Kanunu, CMUK, Anayasal hakları ihlal edilerek 4-5 kez aramaya tabi
tutulmuş, aramalarda mesleki malzemeler dahil her şeye el konmuştur. Her
görüş sonrası görüşme notları, askeri yetkililerce ayrıntılı bir denetime
tabi tutulmuştur. Askeri yetkililerce avukatların parmak izlerinin alınması,
ayakkabılarının aranması, yasalara aykırı tebligatlar imzalatılması gibi
uygulamalar dayatılmıştır. Bu yargılama, tarihe hiç kuşkusuz savunma makamının
idari ve askeri organlarca en çok saldırıya uğradığı hem sanığın, hem savunma
makamının haklarının en çok gasp edildiği bir soruşturma olarak geçecektir.
Soruşturmanın tüm safhalarında kriz merkezinin uygulamalarıyla savunma
bağışıklığı tamamen ihlal edilmiştir. Savunmanın sanık ve müdafii ile
birlikte baş başa hazırlanma olanağı sürekli engellenmiş, savunma kuşatma ve
yönlendirme altına sokulmuştur. AHİM’in 4-3-99 tarihli tedbir kararı uyarınca
yapılan tüm yazışmalara rağmen kriz yönetiminin, savunmaya yönelik engellenme
ve saldırıları sürmüştür. - Kriz merkezinin uygulamalarıyla tüm tutuklu hakları
sanıktan esirgenmiş, yasal yayınları izleme, radyo ve TV izleme hakları
tanınmadığı gibi, aylarca günlük gazeteler dahi verilmemiş, 31 Mayıs
duruşmasından sonra bazı gazeteler sansürlü olarak verilmeye başlanmıştır. Sanık 31 Mayıs duruşmasına (ilk duruşma sorgusu)
iddianame dışındaki dava dosyası belgelerinin, delillerini inceleme olanağı
tanınmadan çıkmıştır. Kriz yönetimince savunma bütünselliği engellenmiş, dava
dosyası ile ilgili hangi belgelerin verilip verilmeyeceğine askeri yetkililer
karar vermiştir. Ceza muhakemesi hükümleri uyarınca, sanığın da dava dosyası
fotokopilerini alması ve bunları inceleyerek, müdafileri ile görüşerek sorgu
ve savunmasını hazırlaması en doğal hakkı olduğu halde, bu hak sanığa
tanınmamıştır. Uzun süren cezaevine dava dosyası örneği sokulamamıştır.
Tarafımıza, buna izin verecek merci mahkeme değil Kriz Merkezi birimleri
olduğu sözlü olarak iletilmiştir. Bu hal, yürütmenin Anayasa’nın 138.
Maddesine aykırı olarak yargı bağımsızlığına direk müdahalesi anlamına
gelmektedir. Müdafilerin cezaevlerine dosya sokmadan savunma hazırlığını
görüşmesi “de facto” olarak mümkün değildir. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir
hukuk devletinde böylesi bir uygulama söz konusu değildir. AHİM’in 4622 / 70
E. Sayılı kararında “sanığın gerek kendisi gerekse avukatları tarafından
etkili bir savunma hazırlanabilmesi için, en geç iddianamenin çıktığı anda
kendisine isnad edilen suç ile ilgili olarak, dosyadaki bütün bilgi ve
belgelere ulaşma koşulları sağlanmalıdır” denmektedir. CMUK 144’e aykırı Kriz
Yönetimi uygulamakla aynı zamanda AİHS’in 6/3 maddesine aykırı da oluşmuştur.
Başsavcılığın, varlığını inkar ettiği “Başbakanlık
Kriz Yönetmeliği ve uygulamalarını” bilmediği düşünülemeyeceğine göre,
“görüşme kayıtlarının istenmesi” ne ilişkin istemimizin reddini talep etmiş
olması, Başsavcılığın iddianamesine güvenmediğinin, bir başka deyişle
iddianamenin en azından bu maddede yer alan kanıtlar yönünden gerçek dışı ve
hayali olaylara dayandığının göstergesidir. Kaldı ki, bu görüşmeler iddianamede yer aldığı gibi
olsa dahi görüşmelerde şiddet ve şiddete çağrı yoktur. Aksine ülkenin birliği
içinde Demokratik Cumhuriyet yapılanmalarına ve silahtan arındırılmış
barışçıl söylemlere ısrarla vurgular yapıldığı görülmektedir. Çünkü şöyle
deniliyor: “Alttan yönetim oluşturulur. Birçok sivil toplum
örgütü temsilcisi de katılır. Yeşiller örneği var. Üç binin üzerinde sivil
toplum kurulusunun temsilcisi var içinde. Tartışmalarınızı sürdürün, en uygun
biçimde partileşin. Eski tip partileşme olmayacak, alternatif bir oluşumdur.
Azınlık temsilcileri de olmalı. Ermeniler ve Araplar da girebilir.
Partileşmenizi Türkiye’de Avrupa müktesebatına uygun biçimde geliştirin.
Selamlarımı söyleyin. Demokratik örgütlenme temelinde kurumlaşmalısınız. Bu
önemli…” İllegalite olmayacak, sonuna kadar açıklık olmalı. Siz de
anlamalısınız. Belirttiğim model devlet düşmanlığı yapmaz, devleti de
hedeflemez; ancak devletin borazanı da değildir. Bu yeni model partileşme
Türkiye’yi ileriye taşıyabilir. Sağ ve sol sekterler bunu gerçekleştiremezler.
Pratikleri ile bu netleşmiştir. Su ana kadar ki partileşmeler yozlaşmış
partilerdir, oligarşiye hizmet eden partilerdir. Gençleri, cezaevinden
çıkanları, halkımızı, aydınları DTH’ne katılmaya çağırıyorum. Binlerce kişi
var, herkesi katın…”Yerel konferanslardan kongreye doğru gidersiniz. Demokratik
katılımı esas almak gerekir. Demokratik tarzda ve topluma dayalı olarak
gelişmelidir… Demokratik Toplum Partisi, tüm Türkiye’nin partisi olur. Bu
önemli bir çalışmadır. Kürtler, Türkler, azınlıklar girebilir. Ama seksiyon
tarzı örgütlenme de olabilir. Bu Boockhin’de de var. Ege’de, Karadeniz’de
ayrı seksiyonlar olabilir. Demokratik toplum hareketi toplum odaklı,
demokrasi hedefli geliştirilir.” Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Toplumsal
barış projesi olarak öngörmesini önemli buluyorum. Bu projenin önü açıktır.
Barış için bu gereklidir denebilir. Bunu önemsiyorum. Güçlerin
birleştirilmesi demokrasiye kazandırır. 2. İDDİA: Öcalan 19 Mayıs 2004 tarihli görüşmede
örgütün yönetici kadrolarına talimatlar vermiş, istediklerinin yapılmaması
olasılığına karsı da ilgilileri tehdit etmekten geri durmamıştır. Tüm bu
bahsi geçen görüşmelerde geçen talimatların ne kadar etkili olduğu zaman
içinde gözlenebilmiştir. Teröristbaşının
hem terör örgütünü, hem de Demokratik Toplum Partisini (öncesinde DEHAP’ı)
talimatları ile yönetip, yönlendirdiği kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya
çıkmıştır. KANIT: 16.07.2004
tarihli “HÜRRİYET” Gazetesi’nin 1. sahifesi’nde manşetten “Örgütte hortum zabıtları” başlığı
ile terör örgütü PKK/KADEK/KONGRA-GEL’ in eski Avrupa sorumlusu Rıza ALTUN’un
savunması adı altında yayımlanan habere bir tepki verilmemesi olgusu dahi
“DEHAP’ın ve sonrasında DTP.nin terör örgütünün kontrol ve güdümünde faaliyet
gösterdiğini kanıtlamaya yeterlidir. SAVUNMA: Sayın Başsavcının bu denli ciddi iddialara karşı
dayanak ve kaynak olarak gösterdiği GAZETE HABERİ’nin ulusal ve ulusalüstü
hukuk açısından kanıt değeri yoktur.Başka bir kaynak da gösterilmemiştir. 4. İDDİA: Nitekim
sonraki tarihlerde DTP bünyesine katılan ve halen görevde olan BELEDİYE
başkanlarının eylemleri, PKK tarafından atanmaları konusunda kuşkuya yer
vermeyecek boyutlarda ortaya çıkmıştır.” KANIT: 16.07.2004 tarihli “HÜRRİYET” Gazetesi’nin 1.
sahifesinde manşetten “Örgütte hortum
zabıtları” baslığı ile terör örgütü PKK/KADEK/KONGRA-GEL’ in eski
Avrupa sorumlusu Rıza ALTUN’un savunması adı altında yayımlanan “habere
bir tepki verilmemesi olgusu.” SAVUNMA: İddianamede, ulusal çapta yayın yapan bazı
gazetelerin anılan iddialara yönelik yaptığı bazı haberlerin de kaynak olarak
gösterildiği görülmektedir. Haberlerde yer alan iddiaların hukuksal olarak
kanıt oluşturmayacağı bir yana, yapılan haberlerin gerçekliğinin saptaması da
soruşturulması da, geniş olanaklara karşın yetkili organlar tarafından
yapılmamıştır. Bir haberin yalanlanmamış veya tekzip edilmemiş
olması yasalarımıza göre suç değildir. Kaldı ki, böyle bir konuda ‘basın
hukukunu’ ilgilendiren ihmali davranışın bu denli bir ağır bir suçlamanın
kanıtı gösterilmesi anlaşılabilir değildir. 5- İDDİA: DTP’nin
terör örgütü PKK ile bağlantısını kanıtlayan bir olay da Demokratik Toplum
Partisi’nin kurulusu aşamasında gerçeklesen Hikmet Fidan cinayetidir. Zira
hiçbir DTP (DEHAP)’li olayı kınayamamış, hatta cenazenin kaldırılması için
Diyarbakır Büyükşehir BELEDİYEsinden ambulans talebi dahi “deposu delik”
gerekçesi ile karşılanmamıştır. KANIT: Milliyet Gazetesi’nin 25.10.2005 tarihli nüshasında
yer alan HABER ÖN SAVUNMA: Bu iddiaların herhangi
somut bir kanıtı olmadığı gibi, Demokratik Toplum Partisi ile
bağdaştırılmasını da anlamış değiliz. ( …) Sayın Başsavcı bu konuda sağlıklı
bir araştırma yapmış olsaydı, DTP nin kurucu başkanı ile birlikte birçok
kurucusunun taziye ziyaretinde bulunduğunu, cenaze törenine katıldığını ve
böylesi şiddet eylemlerine karşı tavır aldığını öğrenmiş olacaktı. ESAS HAKKINDA GÖRÜŞ: Bu konuda herhangi bir görüş bildirilmemiştir. SAVUNMA: Başsavcılığın, DTP’nin kapatılması hakkında
düzenlediği iddianame bu maddede yer alan suçlama ile vehim ve hayal boyutunu
aşmış, “iftira” noktasına ulaşmıştır. E-Yargı, Uyap, E-Adliye aşamasında
Başsavcının İnternetten yararlanmadan iddianame düzenlemesi inandırıcı
değildir. Ancak Başsavcı aynı internete bizim de ulaşabildiğimizi göz önünde
bulundurmamış olmalı ki, bu fütursuz ve ciddiyetsiz suçlamaları kaleme
alabilmiştir. Nitekim, aşağıda görüntülenen google sayfasında müvekkil parti
yetkililerinin Hikmet Fidan olayında gösterdikleri tepkilere ilişkin
haberlerin yalnızca bir kısmı yer almaktadır. Hikmet Fidan Haberleri Hikmet Fidan`ın ailesini telefonla arayarak taziye dileklerini ileten yazar ... Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığınca Demokratik Toplum
Partisi`nin… (DTP)
www.tumgazeteler.com/haberleri/hikmet-fidan/?start=80 - 4k – Kapatılan HADEP Haberleri Kapatılan HADEP Genel Başkan Yardımcısı Hikmet Fidan`ın öldürülmesi olayı
duruşması sanık Fırat ...
Siyam Fidan, taziye ziyaretine gelen Leyla Zana ...www.tumgazeteler.com/haberleri/kapatilan-hadep/?start=90
- 4k - Rizgari - Ümit Fırat: Öcalan’sız DTP gerek Özellikle Hikmet
Fidan’ın öldürülmesi hadisesinden sonra... İzmir’de taziye evinde tartışmışlar, Ahmet
Türk cinayete çok sert tepki göstermiş, ...www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=print&sid=9971
- 19k - Ceylanpınar Ceylanpınar İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından fidan dikimi yapıldı. ... DTP’lilerin taziye
ziyareti kalabalık bir basın mensubu grubu tarafından takip ...www.ceylanpinari.com/yorehaber.htm
- 207k - Diğer yandan, yine internette yaptığımız araştırmada,
Hikmet Fidan davasında kesin karar verilmemiş olmakla birlikte, iddianamenin
tamamlandığı, iddianamede, cinayete karışan F.K. hakkında ömür boyu, M.K.O.
ve V.A. hakkında ise 10’ar yıla kadar hapis cezası isteniyor. Ayrıca Fidan’ı
öldüren tetikçinin hala aranan terör örgütü PKK üyesi Serkan Ş. Olduğu, ve
anılan iddianamede çok doğal olarak müvekkil partinin adının hiçbir şekilde
geçmediği anlaşılmaktadır. Hikmet Fidan’ın davasında 3
kişiye hapis istemi! Diyarbakır’da kapatılan HADEP’in eski Genel Başkan
Yardımcısı Hikmet Fidan’ın öldürülmesi olayıyla ilgili iddianame tamamlandı. Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianamede,
cinayete karışan F.K. hakkında ömür boyu, M.K.O. ve V.A. hakkında ise 10’ar
yıla kadar hapis cezası isteniyor. Ayrıca Fidan’ı öldüren tetikçinin hala
aranan terör örgütü PKK üyesi Serkan Ş. olduğu belirtiliyor. Başsavcılık makamının, müvekkil parti hakkında
böylesi ağır suçlamalarda bulunmadan önce, iddiasına konu ettiği olayları, en
azından adli olayları soruşturup araştırması beklenirken, bu özeni dahi
göstermemiş olması iddianame ve davanın zafiyetinin bir başka göstergesidir 6- İDDİA: Demokratik Toplum Partisi’nin daha kurulusunda kan ve
terör örgütü PKK’nın emirleri üzerine oturtulduğu, hiçbir şekilde ve hiçbir
kaynaktan muhalefete imkan tanımadığı, ortaya çıkmıştır. PKK ile DTP (DEHAP)
organik bağlantısı artık kamuoyunun gözünde tartışmaya yer vermeyecek biçimde
kanıtlanmıştır. KANIT: Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in 16.07.2005
tarihli “Kürt aydınları tedirgin”, 19.07.2005
tarihli “Sus, yoksa hain derler”,Taha
Akyol’un 12.07.2005 tarihli “PKK ve
Kürt hareketi” baslıklı yazıları. SAVUNMA: Sn. Başsavcıyı, iddianamesine kanıt oluşturacak kadar
etkileyen iki yazar Hasan Cemal’in “Şiddete
karşı akılla, sabırla mücadele!” ve Taha Akyol’un “Parti kapatmak yanlıştır!”başlıklı
makalelerinin de parti kapatmanın yanlışlığını kamuoyunun gözünde
tartışmaya yer vermeyecek biçimde kanıtlamış olmasını umuyor, anılan
makaleleri aşağıda sunuyoruz. Hasan CEMAL-haber sitesi en
son haber- Şiddete karşı akılla,
sabırla mücadele!20 Kasım 2007 Salı Evet, bu ülkede siyasal
parti kapatmanın barış ve istikrara herhangi bir yararı dokunmuyor. Bu filmi
çok seyrettik. Kaç tane parti kapatıldı. Ama Türkiye her seferinde
rahatlamadı, tersine sıkıştı. İçte ve dışta siyasi manevra alanı daraldı.
Lütfen anımsayın. 1990’ların ilk yarısında
DEP kapatılmıştı. DEP’li milletvekilleri dokunulmazlıkları kaldırılıp hapse
atılmışlardı. TBMM, hem demokrasi adına kötü bir sınav vermiş, hem de bir
yandan yurtiçinde PKK’nın elini güçlendirirken, yurtdışında da Türkiye’nin
yıpratılmasına, imajının kötüleşmesine kapıyı aralamıştı. Terörle mücadele
derken demokrasinin kolu kanadı kırılmıştı. Böylece, terör ve şiddet odaklarının
ekmeğine yağ sürülmüştü. Onun için dikkat! Bugün de
farklı olmaz. DTP’nin kapatılması için
Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapılmış durumda. Bilmiyorum, oynanmak
istenen oyunun ya da oyun içinde oyunun ne kadar bilincindeyiz. PKK ve İmralı, anlaşılan o
ki, DTP’nin kapatılmasını düğün bayram ederek karşılamaya hazırlanıyor.
Kitleler daha şimdiden meydanlara dökülüyor. Toplulukların güvenlik
güçleriyle çatıştırılması için kışkırtıcı, provokatif taktikler uygulanıyor.
Bir başka deyişle: Kan dökülmesi isteniyor.
İşaretler öyle. Gelen sinyaller öyle. Aslında oyun açık oynanıyor. PKK demek istiyor ki:”Oy
verdiniz, Ankara’ya gönderdiniz. Ama bakın oy verdiğiniz parti kapatılıyor.
Seçtiğiniz milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gündemde.
Sizin iradenizi hiçe sayıyorlar, sizi adam yerine koymuyorlar. Bunun için de
tek yol dağdır, düşün bizim arkamıza!”Oyun kabaca budur. Güneydoğu’da, AKP
karşısında zemin ve seçim kaybeden PKK yeniden güçlenebilmenin yolunu böyle
arıyor. Şimdi soru: Parti kapatarak
PKK’nın işi kolaylaştırılacak mı? Siyasetin penceresinden bakarak bu soruyu
sorumluluk sahibi herkesin, yakın geçmişin deneyimlerini de göz önünde
tutarak etraflıca düşünmesi gerekiyor. Bu açıdan 1980’lerden,
1990’lardan çıkarılacak çok ders var. Öte yandan, yine bu
yıllarla ilgili olarak Türkiye’de yaşanan olumlu bir değişime de dikkat
çekilmeli. DTP’nin kapatılması
konusunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın girişimi gerek siyaset
kurumunda, gerekse medyada genel olarak olumsuz karşılandı, eleştirildi. Bu da olumlu bir değişim. TBMM Başkanı Toptan da,
Başbakan Erdoğan da, Adalet Bakanı Şahin de, İçişleri Bakanı Atalay da
DTP’nin kapatılması ve dokunulmazlıkların kaldırılması konusuna demokrasi
açısından olumlu bakmadıklarını herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde
belirttiler. Bunun gibi, medyanın genel
havasıyla köşe yazarlarının tepkisinde de demokrasi adına sevindirici
çizgiler ağır basıyor. Kısacası: Şiddet ve teröre karşı
mücadelenin akılla, sabırla, demokrasinin kolunu kanadını kırmadan, İçişleri
Bakanı Beşir Atalay’ın deyişiyle, “Demokrasiyi teröre feda etmeden” verilmesi
gerekiyor. Acılarla yüklü yakın
geçmişten çıkarılacak önemli derslerden biri budur. Milliyet-Taha
AKYOL Objektif Parti
kapatmak yanlıştır! DTP hakkında
kapatma davası açıldı. Günlerdir DTP’yi şiddetle eleştiren bir yazar olarak
belirteyim ki, parti kapatmak yanlıştır! 7- İDDİA: 23.07.2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan;”AB, Dönem Başkanı İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği aracılığıyla dün yaptığı açıklamada, “Türkiye’deki tüm siyasi
grupları her türlü şiddeti
kınamaya çağırdı.”BAŞLIKLI haber
içeriğine göre de DEHAP ve DTP’nin PKK organı seklindeki faaliyetlerinin
uluslararası platformda da aynı şekilde değerlendirilip, kınandığını
göstermektedir. KANIT: 06.06.2005
tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan; “DEHAP’A KRİTİK UYARILAR” baslıklı haber” SAVUNMA: Başsavcılığın cımbızlama kanıtları arasında yer alan
bu maddedeki yazı da, AB ‘nin müvekkil partiye bakışını çarpıtmaktadır. AB ve
yetkili organlarının müvekkil partiye ve huzurdaki davaya yaklaşımlarına
iliş- kin bazı açıklamaları aşağıdadır. Yine, internette yapılacak basit bir
arama ile de aşağıda yer alan bulgulara ulaşılmaktadır. “Türkiye-AB
Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk AB’nin DTP aşkı
tutkunlarından. “Kapatmak çözüm olmaz. Demokratik mücadele kanalı
kapatılmamalı” diyor.O da bizdeki benzer yorumlara katılıyor ve “DTP’yi
kapatmak PKK’ya yarar” diyor. BRÜKSEL(20.11.2007)- Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli
Rehn DTP’ye yönelik kapatma davasını yakından izlediklerini söyledi.
Belçika’nın Başkenti Brüksel’de yapılan Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan,
AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn ve AB Dönem Başkanı Portekiz
Dışişleri Bakanı Luis Amada ve AB Dönem Başkanlığı’nı devralacak Slovanya’nın
Dışişleri Bakanı Dimitrij Rupel’ın katıldığı Türkiye-Avrupa Birliği Troyka
toplantısı sona erdi. Toplantı sonrası Türk Dışişleri Bakanı Babacan’la basın
toplantısı düzenleyen AB Genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn DTP’ye
yönelik kapatma davasını yakından izlediklerini söyleyerek, ‘‘DTP’nin
Meclis’te olmasını dağda olmasına tercih ederiz” dedi. (www.cayport.info
internet sitesinden alıntıdır) AB’DEN DTP
KAPATMA DAVASINA: ÇOĞULCULUK ÇAĞDAŞ DEMOKRASİNİN EN ÖNEMLİ UNSURLARINDAN 29.01.2008, 12:53 Avrupa
Parlamentosu’nda DTP hakkındaki kapatma davasıyla ilgili bir yazılı soru
önergesini yanıtlayan AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn,
‘11 Temmuz seçimleriyle Türk parlamentosu ülkenin siyasi çeşitliliğini şu
anda daha geniş biçimde temsil etmektedir. Çoğulculuk artmıştır ve Türk
demokrasisinin kalitesi yükselmiştir’ dedi. BRÜKSEL (ANKA) ? AB Komisyonu Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından DTP hakkında açılan kapatma davası konusundaki
görüşlerini ‘11 Temmuz seçimleriyle Türk parlamentosu ülkenin siyasi
çeşitliliğini şu anda daha geniş biçimde temsil etmektedir. Çoğulculuk
artmıştır ve Türk demokrasisinin kalitesi yükselmiştir’ ifadeleriyle açıkladı.
AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli
Rehn, Avrupa Parlamentosu Üyesi Hollandalı Parlamenter Frank Vanhecke’nin DTP
hakkında başlatılan kapatılma girişimine ilişkin yazılı soru önergesini
yanıtladı. AP’nin aşırı sağ kanadına mensup Frank Vahnecke soru önergesinde,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının ‘Kürt yanlısı’ DTP’nin kapatılmasına
ilişkin kapatma davası açtığını hatırlattı. Vahnecke, iddianamede ‘Parti
liderleri tarafından ortaya konulan eylemler ve yapılan konuşmaların partinin
devletin bağımsızlığı, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik
eylemlerin odağı haline geldiğini ortaya koyduğu’ iddiasının yer aldığını
kaydetti. Konunun AB Komisyonu temsilcisinin de hazır bulunduğu, Dışişleri
Bakanı Ali Babacan ve AB Troykası tarafından yapılan toplantıda ele
alındığını kaydeden Vanhecke, önergesinde, ‘Komisyon yukarıda belirtilen
yasal süreci, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatları ışığında, ifade
ve örgütlenme özgürlüğü bağlamında nasıl mütalaa etmektedir’ dedi. Frank
Vanhecke, Komisyon’un olaya karşı yaklaşımını da sordu. - REHN: TÜRK DEMOKRASİSİNİN KALİTESİ YÜKSELDİ AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn
ise, yanıtında Başsavcının DTP’nin Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne karşı
hareketler için odak noktası haline geldiğini iddia ettiğini, kapatılmasını
ve 221 parti yöneticisinin beş yıl siyasi yasaklı ilan edilmesini istediğini
belirtti. Rehn, Anayasa Mahkemesi’nin de 23 Kasım’da başvuruyu kabul ettiğini
bildirdi. Partinin savunmasını hazırlamak durumunda olduğunu belirten Rehn
şöyle devam etti: ‘Başbakan Erdoğan dahil, Hükümetin önde gelen
üyeleri, kapatma davasını uygun bulmadıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Keza
diğer siyasi partilerin üyeleri ve basın da bu davayı eleştirmiştir. Siyasal çoğulculuk çağdaş demokrasinin en önemli
özelliklerinden biridir. 11 Temmuz 2007 Parlamento seçimleriyle Türk
parlamentosu ülkenin siyasi çeşitliliğini şu anda daha geniş biçimde temsil
etmektedir. Çoğulculuk artmıştır ve Türk demokrasisinin kalitesi
yükselmiştir. Komisyon bunu 6 Kasım 2007 İlerleme Raporu’nda da değindiği
gibi memnuniyetle karşılamaktadır. Komisyon DTP’nin kapatılması davasıyla ilgili tüm
gelişmeleri yakın bir şekilde bu perspektiften izleyecektir.’ (ANKA)
(ORH/ZG)Haber-x internet sitesinden alınmıştır. HaberX-AB’DEN
DTP KAPATMA DAVASINA:
ÇOĞULCULUK ÇAĞDAŞ… Avrupa Parlamentosu’nda DTP hakkındaki kapatma
davasıyla ilgili bir yazılı soru önergesini yanıtlayan AB Komisyonu’nun Genişlemeden
Sorumlu Üyesi Olli Rehn, ...www.haberx.com/n/1080776/abden-dtp-kapatma-davasina-cogulculuk.htm
- 20k - HABER: AB’den
DTP Kapatma Davasına:
Çoğulculuk Çağdaş Demokrasinin ... AB’DEN DTP
KAPATMA DAVASINA: ÇOĞULCULUK ÇAĞDAŞ DEMOKRASİNİN EN ÖNEMLİ UNSURLARINDAN
- Avrupa Parlamentosu’nda DTP
Hakkındaki Kapatma Davasıyla
İlgili Bir ... www.haberler.com/haberbul.asp?yon=onceki&haber=1197097 - 81k - AB’den DTP
kapatma davasına tepki | Güncel Haberler | Haber ... Olli Rehn, “11 Temmuz seçimleriyle Türk parlamentosu
ülkenin siyasi çeşitliliğini şu anda daha geniş biçimde temsil etmektedir.
Çoğulculuk. Rehn: DTP kapatma davasını yakından
izliyoruz - Cayport BRÜKSEL(20.11.2007)- Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn DTP’ye yönelik kapatma davasını yakından
izlediklerini söyledi. ... www.cayport.info/community/showthread.php?t=14719
- 21k - Kusca Websitesi - DTP: Kapatma
davası bir hukuk skandalı Ama DTP’nin
kapatılması dışlanması gibi
bugüne kadar AB’nin bir
yaklaşımı olmadı, tersine DTP’nin
Türkiye için önemli olduğu birçok açıklamalarında ortaya ...
www.kusca.biz/modules.php?name=News&op=NEArticle&sid=3316 - 89k - 9- İDDİA: Ulusal
platformda değerlendirilmesi gereken bir olay da İnsan Hakları Derneği (İHD)
kurucu üyelerinden olan yazar Adalet Ağaoğlu’nun, derneğin Emin Galip
Sandalcı’nın İstanbul Başkanlığından düşürülmesinden sonra PKK yanlısı
politika izlediği, tek yanlı ırkçı-milliyetçi bir tutum takındığını gibi
gerekçelerle İHD’den istifa etmesidir. Bulunması gereken konumla ilgisiz bir
konuma sürüklendiği anlaşılan İHD’nin davalı DTP (ve terör örgütü PKK) ile
hemen her platformda ortak görüş bildirmesinin altında yatan sebebin Sayın Ağaoğlu’nun
tesbitleri olduğu, dolayısıyla İnsan Hakları Derneği’nin tamamen terör örgütü
PKK’nın kontrolünde faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. KANIT: Adalet
Ağaoğlu’nun açıklamasının bir kısmı SAVUNMA: Müvekkil parti ile organik
ve /veya inorganik hiçbir bağlantısı olmayan Adalet Ağaoğlu ve İHD nin bu
iddianame düzeneğindeki yeri anlaşılamamış olmakla birlikte, Adalet
Ağaoğlu’nun gerek iddianame gerekse kapatma davasına ilişkin açıklaması
Başsavcının diğer kanıtları gibi bu kanıtının da asılsızlığının göstergesidir. Ağaoğlu’ndan devlete DTP
tepkisi DTP’nin kapatılması
iddianamesinde adının geçmesine ve tesbitlerinin deliller arasında
sayılmasına yazar Adalet Ağaoğlu tepki gösterdi: DTP bu Meclis’te olmalı.
Yazar Adalet Ağaoğlu, DTP’nin kapatılması iddianamesinde adının geçmesi ve
tesbitlerinin deliller arasında sayılmasına tepki gösterdi. Rahatsızlığı
nedeniyle bu konudaki haberleri izleyemediğini belirten ve haberi
NTVMSNBC’den öğrenen Ağaoğlu, “Sadece şunu söyleyebilirim; Nereden
çıkarıyorlar!” dedi. Ağaoğlu şöyle devam etti: Sadece şunu söyleyebilirim,
nereden çıkarıyorlar, DTP’nin kapatılmasıyla benim istifa metnim arasındaki
bağlantıyı? İşte bahane! Daha doğrusu ben DTP’nin Meclis’te kalmasına
taraftarım, asla kapatılmasını da istemem. Seçimle gelmişlerdir,
Meclis’telerdir ve bunu çok yararlı buluyorum. Orada üstlerine düşen
görevleri de yapmalarını bekliyorum. BENİM İSTİFAMIN OLUMLU
SONUCU Benim istifamın gerekçelerine bakarsanız “şimdiki zamanda” diyorum; O
zaman DTP Meclis’te filan değildi. Bunu, benim istifamın çok olumlu bir
sonucu olarak görüyorum. Ve orada kalmasını da savunuyorum. DTP ile İHD’nin
birleştirilmesi meselesini kapatalım şimdi. Bu uzun bir konu ve hukuki bir
sorun. DTP’nin değil, hiçbir partinin, hiçbir güç tarafından kapatılmasına
taraftar değilim. ADALET AĞAOĞLU-forumex.com
17.11.2007 I/I-A) DEMOKRATİK
TOPLUM PARTİSİNİN KURULUŞU SONRASI EYLEMLERE İLİŞKİN İDDİALAR Başsavcı, kendi suçlamasına
neden olan iddiaları dışında DTP’nin herhangi bir eylemi, faaliyeti
olmadığını ileri sürmüştür. Meclis tutanakları getirtilirse DTP’nin 20
kişilik grubuyla her konuda çalışmalara katıldığı, önergeler verdiği,
raporlar sunduğu görülecektir. Tutanaklar celbedildiğinde, DTP
milletvekillerinin çalışmalarının, diğer partilerde kişi başına düşen konuşma
ve faaliyetin çok daha üstünde olduğu rahatlıkla görülebilir. 1-İDDİA: DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKANI AYDIN BUDAK’IN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: 14.01 2006 tarihinde Cizre BELEDİYE Başkanı olan
Aydın BUDAK’ın Memu-Zin Kültür Merkezinde yaptığı konuşma KANIT: Kesinleşmemiş
Mahkeme Kararı -Cizre Asliye Ceza Mahkemesinin 09.06.2006 gün ve 2006/100-440
sayılı kararı ile TCY.nın 220/8-1. maddesi gereğince 1 yıl 3 ay hapis cezası
ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. SAVUNMA: Karar henüz kesinleşmemiştir, İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 2- İDDİA. DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKAN YARDIMCISI ABDÜLKADİR İNEDİ’NİN EYLEMİ: İDDİA: 02.03.2006 tarihinde Cizre ilçe merkezinde bir askeri
aracın pusuya düşürülerek silahla taranması ve bomba ile yakılması olayında
BELEDİYE başkan yardımcısı Abdülkadir İnedi’nin teröristlere yardım ve
yataklık ettiği anlaşılarak cezalandırılması istemiyle açılan dava Diyarbakır
6. Ağır ceza Mahkemesinin 2006/186 esas sırasında kayıtlı olup halen
yargılaması devam etmektedir. KANIT : Dava dosyası DERDESTTİR. SAVUNMA: Dava sonuçlanmamıştır. Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 3- İDDİA: DTP DİYARBAKIR iL YÖNETİMİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI AMAÇLI EYLEMİ: 14.02.2005 tarihinde “Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan
ülkemize getirilisini protesto etmek amacıyla DTP Diyarbakır il yönetimi
tarafından organize edilen gösteri, pankart açılMASI, sloganlar atılması. KANIT: Olayla ilgili terör örgütünün propagandasını yapma
suçundan açılan Diyarbakır 4. ağır ceza mahkemesinin 2006/245 esasında
kayıtlı kamu davası derdesttir. SAVUNMA: Maddede yer alan eylem ve
devamında kanıt olarak verilen dava dosyasında sanığın bile kim olduğu belli değildir.
Dava derdesttir, örgütlenme ve ifade
özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 4- İDDİA: DTP MERSİN iL BAŞKANI ALİ BOZAN’IN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: 15.02.2006 tarihinde “DTP Mersin il yönetimi
tarafından organize edilen gösteri. KANIT: İl başkanı olan Ali Bozan tarafından Terör örgütü PKK
ve Abdullah Öcalan’ı övücü sözler sarfedilmesi nedeniyle hakkında suçu ve
suçluyu övme eylemi nedeniyle TCY.nın 215/1 maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle açılan dava Mersin 3. Sulh Ceza Mahkemesinin
2006/460 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA : Dava derdesttir, örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle
Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 5- İDDİA: DTP ERZURUM iL BAŞKANI
BEDRİ FIRAT’IN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN
PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ EYLEMLERİ: 17.02.2006 ile 20.03.2006 tarihleri arasında DTP
Erzurum il başkanı olan Bedri Fırat’ın AÇIKLAMALARI, PKK örgüt üyesinin
anısına saygı durusunda bulunması, çalışma masası üzerinde Abdullah Öcalan’ın
resmini bulundurması, KANIT: Erzurum 2. Ağır ceza Mahkemesinin 2006/59 esas
sırasında kayıtlı dosya üzerinden yapılan yargılaması sonucu terör örgütünün
propagandasını yapma suçundan 2 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına karar
verilmiştir. SAVUNMA: Sanığın DTP de yalnızca 1
ay il başkanlığı yaptığı, kararın kesinleşmediği görülmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle
Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 6- İDDİA: DTP MALATYA iL TEŞKİLATININ TERÖRİST BASINI ÖVEN BASIN BİLDİRİSİ: 09.02.2006 tarihinde DTP Malatya il ve merkez ilçe
yönetiminde görevli BAZI KİŞİLERİN Öcalan’ı öven bildiri dağıtmak, sözde
baskıların kaldırılması için açlık grevi başlatmak seklindeki eylemleri. KANIT: Açılan soruşturma Malatya C.Başsavcılığı
nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA: 2 yıldır sürmekte olan
soruşturmada Zanlı isimleri dahi belirlenmemiştir. İsmi dahi belli olmayan
kişilerin parti yöneticisi olduğu iddiası hukuk ciddiyeti ile bağdaşmamaktadır. 7- İDDİA: DTP İSTANBUL iL ÖRGÜTÜNÜN TERÖR ÖRGÜTÜNE YARDIM AMAÇLI
EYLEMİ: “Ülkede Özgür Gündem” gazetesinin geçici süre ile
kapatılması üzerine Toplumsal Demokrasi Gazetesi’nin 19.11.2006 tarihli nüshasının
6. sahifesinde DTP İstanbul il yönetiminde görevli Mehmet Sakar, Ömer Askara,
Lezgin Bingöl, Ayşe Arslan, Çiçek Arıç, Osman Taşdemir, Lezgin Örnek, Yüksel
iğdeli, Hüseyin Çalısçı, Mustafa Eraslan, Meliha Varışlı, Doğan Erbaş, Cafer
Selçuk ve Nizamettin Öztürk tarafından yayımlanan Ateşkes sürecinin kalıcı
barışa dönüşmesi ve kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklı yaşanan savasın son bulması için tüm Kürt ve Türk gençlerini askere gitmemeye çağırıyoruz…” İÇERİKLİ Bildiri. KANIT: Bağcılar 2. Asliye Ceza Mahkemesinde GÖRÜLEN dava SAVUNMA: Davanın ESAS NUMARASI dahi yazılı değildir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır.
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 8- İDDİA: DTP KURUCU ÜYESİ HATİP DİCLE’NİN TERÖRİST BASI ABDULLAH ÖCALAN’IN DİREKTİFİ iLE HAREKET ETTİKLERİNE DAİR BEYANI: DTP kurucu üyesi Hatip Dicle’nin “Öcalan’ın
partisiyiz” seklinde beyanı KANIT: Kamu davası Bağcılar Asliye Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. SAVUNMA: DAVA B E R A A T ile sonuçlanmıştır. 9- İDDİA: DTP’Lİ DİYARBAKIR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI OSMAN
BAYDEMİR’İN ÖRGÜT MENSUPLARINI
DESTEKLEYEN BEYANI: 29.03.2006 tarihinde Diyarbakır ilinde meydana gelen
olaylarda BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE başkanı olan Osman Baydemir’in yaptığı basın
açıklaması ve sokakta eylemcilerle yaptığı görüşme sırasında sarfettiği
sözler. KANIT: Açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/199 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: Davanın ESAS
NUMARASI dahi yazılı değildir. Dava
halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle
Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz Ceza sorumluluğu şahsîdir. 10- İDDİA: DTP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI
SEDAT YURTDAS’IN TERÖRİSTBAŞI ABDULLAH ÖCALAN’I ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: DTP Genel Başkan yardımcılarından Sedat Yurtdas,
11.01.2006 tarihinde Öcalan için sayın sıfatını kullanmıştır. KANIT: Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 01.03.2007 gün
ve 2007/46 sayılı kararı ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. SAVUNMA: Kararın kesinleşmediği
görülmektedir. Örgütlenme ve İfade
özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 11- İDDİA: DTP GENEL BAŞKANI AHMET
TÜRK’ÜN TERÖRİSTBAŞI ABDULLAH ÖCALAN’I
ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: 18.01.2006 tarihinde davalı Demokratik Toplum Partisi
Genel başkanı Ahmet Türk yaptığı basın açıklamasında terör örgütü elebaşı
Abdullah Öcalan için sayın sıfatını kullanması. KANIT: Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 28.02.2007 gün
ve 2006/548-2007/49 sayılı kararı ile TCY.nın 215/1. maddesi gereğince 6 ay
hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.Parti Genel başkanı
olması itibarıyla beyan ve eylemleri önemli ve parti için bağlayıcıdır. SAVUNMA: Kararın kesinleşmediği
görülmektedir. Kaldı ki Ahmet Türk milletvekili dokunulmazlığına sahiptir. İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 12- İDDİA: DTP’Lİ SİİRT
BELEDİYE BAŞKANI MURAT AVCI’NIN TERÖR ÖRGÜTÜNE YARDIM NİTELİĞİNDEKİ
AÇIKLAMALARI: DTP Siirt il başkanı olan Murat Avcı’nın 28.03.2006
ve 29.03.2006 tarihlerinde yaptığı basın Açıklamaları KANIT: Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/150 esas
sayılı dosyası üzerinden yargılanması devam etmektedir. SAVUNMA: Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle
Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 13- İDDİA: DTP’Lİ BATMAN
BELEDİYE BAŞKANI AYHAN KARABULUT’UN TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAPILAN ŞİDDET İÇERİKLİ GÖSTERİLERE KATILMASI: 30-31.03.2006 tarihlerinde Batman belediye başkanı
olan Ayhan Karabulut’un molotof kokteyllerinin atılıp, kamu binalarının
yağmalandığı, PKK’yı simgeleyen bayrakların taşınıp, yasa dışı örgüt lehine
sloganların atıldığı EYLEME KATILDIĞININ anlaşılması KANIT: Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/187 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. A.Karabulut, bir toplantı ve gösteri
yürüyüşüne katılmıştır, şiddet içeren herhangi bir eylemde bulunmamıştır.
Başsavcılık cümleyi öyle kurmaktadır ki, okuyan toplantıya katılmak değil de
şiddet uygulamaktan yargılama sürüyor sanmaktadır. Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 14- İDDİA: DTP ADANA İL BİNASININ YASADISI ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 06.02.2006 tarihinde DTP Adana il binasında yapılan
izinli arama sonucu bina içerisinde terör örgütü elemanlarına ait resimlerin
duvarlarda sergilendiği, terör örgütüne ait çok sayıda döküman bulunmuştur. KANIT: DTP il yöneticileri haklarında açılan kamu davası
Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/88 esasında devam etmektedir. SAVUNMA: Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle
Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 15- İDDİA : CİZRE
BELEDİYESİ DTP’Lİ ENCÜMEN ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNE MERMİ
VE DİGER İHTİYAÇ MALZEMELERİNİ GÖTÜRMESİ: DTP Cizre encümen üyesi Muhsin Gasır ve arkadaşı
Mehmet Canımana isimli şahıslar terör örgütüne basta mermi, gıda ve sair
ihtiyaç malzemelerini götürmek üzere iken yakalanmış, haklarında terör örgütü
elemanı olma suçundan açılan kamu davasının Diyarbakır 4. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılaması sonucu mahkumiyetlerine karar verilmiştir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 16- İDDİA: NUSAYBİN DTP iLÇE BİNASININ YASADISI ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 14.04.2006 tarihinde Nusaybin DTP ilçe binasında
yapılan aramada PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan ve çeşitli örgüt
militanlarına ait fotoğrafların duvarlarda asılı olduğu, yasa dışı sloganlar
içeren çeşitli pankart ve dökümanın bulunduğu tesbit edilmiştir. KANIT: Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/170
esassına kayıtlı olarak devam etmektedir. SAVUNMA: Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle
Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 17- İDDİA: DTP MERSİN İL YÖNETİCİLERİNİN MİTİNGDEKİ KONUŞMALARI iLE HALKI KİN VE DÜSMANLIGA TAHRİK ETMELERİ: 19.03.2006 tarihinde DTP Mersin il yönetimi
organizasyonunda “Nevruz Senliği” adı ile gerçekleştirilen miting sırasında
il yöneticileri yaptıkları konuşmalar. KANIT: Dava Mersin Asliye Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Sanık ismi ve davanın ESAS NUMARASI dahi yazılı
değildir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 18- İDDİA: DTP MERSİN İL BAŞKANI ALİ BOZAN’IN TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YASADISI GÖSTERİ ORGANİZE ETMESİ: 21.04.2006 tarihinde DTP Mersin il başkanı olan Ali
Bozan terör örgütü üyesi Mehmet Alkan’ın cenazesinde sloganlar atılmasına
bayraklar açılmasına kamu kurum ve özel is yerlerine saldırılarda
bulunulmasına imkan tanıdığı KANIT: Soruşturma, halen Adana Cumhuriyet Başsavcılığı
nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA: 2 yıldır sürmekte olan
soruşturmada Zanlı isimleri dahi belirlenmemiştir. İsmi belli olmayan
kişilerin parti yöneticisi olduğu iddiası hukuk ciddiyeti ile
bağdaşmamaktadır. 19- İDDİA: DTP KARS iL BİNASINDA TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YASADISI GÖSTERİ ORGANİZE EDİLMESİ: 11.02.2006 Günü Kars DTP il binası önünde yapılan
basın açıklamasından sonra parti binasındaki grup tarafından ‘pankartları
yapıştırıldığı, sloganlar atılması, KANIT: söz konusu eylemler nedeniyle Aydın Göktaş, Orhan
Aras, Faruk Özyavuz, Sihan Keles, İsmail İmre ve Abdullah Kutmaral haklarında
suç ve suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Kars Sulh Ceza Mahkemesinde
devam etmektedir. SAVUNMA: SANIKLAR PARTİ ÜYESİ OLMADIKLARI gibi Sanıkların
parti üyesi olduğu iddiası da yoktur. Davanın ESAS NUMARASI dahi yazılı
değildir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır.
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 20- İDDİA: CİZRE İLÇESİNDE DTP’NİN ORGANİZE ETTİĞİ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ NİTELİKTE GÖSTERİ: 21.03.2006 tarihinde Cizre ilçesinde Nevruz
kutlamaları adı altında yapılan gösteride Fecriye Benek, İbrahim Erkul, Ali
Gün, Aydın Budak, Mesut Demir, Pınar Akman ve Zeydin Gökalp’in Öcalan
posterleri ve örgüt bayrağını açıp, taşıdıkları sloganlar atmaları KANIT: Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesinin 2006/180 esas
numarasında devam etmektedir. SAVUNMA: Sanıkların parti üyesi olduğu iddiası yoktur. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır.
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 21- İDDİA: DTP YÖNETİCİSİ ZEKİ KILIÇ’IN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN EYLEM TALİMATLARINI
BİLDİRİ HALİNDE HALKA DAGITMASI: İstanbul DTP il yönetiminde görevli Zeki Kılıç’ın
27.03.2006 tarihinde bildiri dağıttığı anlaşılmış, eylemine uyan yasadışı
örgüt üyeliği suçundan Türk Ceza Yasasının 220/7 Maddesi uyarınca Diyarbakır
5. Ağır Ceza Mahkemesinin 17.05.2007 gün ve 2007/201 sayılı kararı ile 6 yıl
3 ay hapis cezası ile cezalandırılmıştır. SAVUNMA: Sanığın ÖRGÜT ÜYESİ O L M A D I Ğ I MAHKEMECE
SAPTANMIŞTIR. TCK MD 220(7)
Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve
isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 22- İDDİA: DTP ERZİNCAN İL BAŞKANI HÜSEYİN BEKTAŞOGLU’NUN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: DTP Erzincan il başkanı olan Hüseyin Bektaşoğlu
09/04/2006 tarihinde Roj TV’ye yaptığı canlı telefon bağlantısındaki KONUŞMA KANIT: Erzincan Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan
yargılaması sonucu TCY.nın 220/8 ve 301/2. maddeleri gereğince
cezalandırılmasına karar verilmiştir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 23- İDDİA: DTP VAN iL YÖNETİCİSİ İBRAHİM SUNKUR’UN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ BEYANI: DTP Van il Yönetim Kurulu üyesi olan İbrahim Sunkur
öldürülen terör örgütü Mensubunun(?) cenazesinde yaptığı konuşma da ‘disiplin
içinde şehidin evine gidelim, bas sağlığı dileyelim-Türkiye Cumhuriyeti de
bilsin ki yüzlerce binlerce şehit versek de bu yoldan dönmeyeceğiz’ seklinde
sarf ettiği terör örgütünü övücü sözleri KANIT: Van 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 15.05.2007 tarih
2006/87 esas 2007/143 karar sayılı ilamı ile TCY’nın 220/8. maddesi gereğince
1 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Söz konusu
karar kesinleşmiştir. SAVUNMA: Tüm iddiaların içinde
kesinleşmiş 3 dosyadan biridir. Partinin odak olduğu eylemlerin yoğunluğuna
ve parti tarafından benimsenmesine bağlıdır.141 eylemde 3 karar yoğunluğun
olmadığına kanıttır. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza sorumluluğu şahsîdir. 24- DTP KOCAELİ iL TEŞKİLATI YÖNETİCİLERİNİN TERÖRİSTBAŞI ABDULLAH ÖCALAN’I ÖVÜCÜ AÇIKLAMALARI: İDDİA: 21.05.2006 tarihinde Kocaeli il teşkilatı 1. Olağan
Genel Kurul toplantısında parti yöneticisi olan Medeni Kırıcı, Büro Görmez,
Akif Hamitoğlu ve Alaattin Enün’ün yaptıkları konuşmalar KANIT: dava Kocaeli 3. Asliye Ceza Mahkemesinin
2007/137 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: DAVA BERAATLA
SONUÇLANMIŞTIR. 25- İDDİA: DTP NUSAYBİN iLÇE DELEGESİ HASAN BOZKURT’UN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: DTP Nusaybin ilçe delegesi olan Hasan Bozkurt
03.04.2006 tarihinde ROJ TV isimli televizyon kanalının ana haber
bültenindeki konuşma KANIT: Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/143
Esas sayılı dosyası üzerinden yapılan yargılaması sonucu 1yıl 8 ay hapis
cezası ile cezalandırılmıştır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 26- İDDİA: DTP ÜYESİ OLDUĞUNU
BEYAN EDEN DENİZ YEŞİLYURT’UN TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAPILAN YASA DIŞI GÖSTERİYE KATILIP ŞİDDET İÇERİKLİ EYLEMLERDE BULUNMASI: KANIT: DTP üyesi olduğunu beyan eden Deniz Yeşilyurt’un
23.03.2006 ve önceki tarihli eylemlerinde molotof kokteyli atarken, yasa dışı
slogan atarken, PKK bayrağı taşırken görüntülenmesi davası halen İstanbul 12.
Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2004/35 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: DTP üyesi olduğu
kanıtlanmamıştır. Dava halen derdesttir.
Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 27- İDDİA: DTP ERZURUM İL BAŞKANI
BEDRİ FIRAT’IN TERÖR ÖRGÜTÜ VE
ELEBAŞINI ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: DTP Erzurum il başkanı Bedri Fırat ve arkadaşları
20.03.2006 tarihinde Hınıs ilçesinde gerçekleştirilen miting sırasında terör
örgütünün propagandasını yapmak KANIT: Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Dosya No belli değildir.
Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade
özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 28- İDDİA : DTP KURUCU ÜYESİ SELİM SADAK’IN TERÖRİSTBAŞI ÖCALAN SAHSINDA SUÇ VE SUÇLUYU ÖVMESİ: 23.04.2006 tarihinde Nusaybin DTP ilçe teşkilatının
açılış töreninde Selim Sadak’ın yaptığı konuşma KANIT: Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesinin 2007/255 esas
sırasına kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 29- İDDİA: DTP’Lİ HAKKARİ
BELEDİYE BAŞKANI METİN TEKÇE’NİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVEN AÇIKLAMASI: 16.03.2006 tarihli basın açıklamasında DTP’li Hakkari
BELEDİYE BAŞKANI Metin Tekçe yaptığı basın açıklaması KANIT: Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/129 esas sayılı
dosyası üzerinden yargılanmasına devam edilmektedir. SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 30- İDDİA: DTP BATMAN iL TEŞKİLAT GÖREVLİSİ KENAN DEMİR’İN BATMAN ADLİYESİNE BOMBA KOYMASI: Geçmişte de PKK örgütü elemanı olmak eylemi nedeniyle
yargılanıp mahkum olan ve halen DTP Batman il Teşkilatında görevli olan Kenan
Demir ile DTP çalışmalarına katılan(?) Bahar Yeşilyurt’un 20.10.2005
tarihinde Batman Adliye Binasının bayanlar tuvaletine patlayıcı madde
yerleştirdikleri, patlama sonucu maddi hasar meydana geldiği, , DTP il
binasında sanık Kenan Demir’in Sedat Ongun adına düzenlenmiş sahte nüfus
cüzdanı ile birlikte yakalandığı KANIT: Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/156 esas
sırasında yargılamasının devam ettiği anlaşılmıştır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 31- İDDİA: DTP ÜYESİ PAKİZE UKSUL’UN ÖLDÜRÜLEN TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYESİNİN MEZARINA ÖCALAN’IN
RESMİNİ ASMASI: 29.03.2006 tarihinde DTP üyesi Pakize Uksul’un
öldürülen terör örgütü mensubunun mezar tasına Abdullah Öcalan’ın, Mahsun
Korkmaz’ın fotoğraflarını asması KANIT: Diyarbakır 5.Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/221 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 32- İDDİA: DTP MARDİN İL VE KIZILTEPE İLÇE BAŞKANLARININ ROJ TV İSİMLİ TELEVİZYON KANALINA VERDİKLERİ DEMEÇLER: 06.04.2006 tarihinde terör örgütünün yayın organı Roj
Tv’ye telefonla bağlanan DTP Mardin il başkanı Ferhan Türk ile Kızıltepe ilçe
başkanı Ali Aslan’ın konuşmaları KANIT: Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/114 esas
numarasına kayıtlı olarak yargılamaya devam edilmektedir. SAVUNMA: DAVA BERAATLA
SONUÇLANMIŞTIR. 33- TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE YAPILAN
VE ŞİDDET iÇEREN YASA DIŞI GÖSTERİYE DTP BATMAN iL YÖNETİMİNDE GÖREVLİ SEYİTHAN KIRAR’IN TAS ATMAK
SURETİYLE FİİLEN KATILMASI: 31.03.2006 tarihinde DTP Batman il Yönetiminde
görevli Seyithan Kırar’ın tas attığının ve eyleme fiilen katıldığının
anlaşılması kamu davası devam etmektedir. SAVUNMA: MAHKEME, ESAS NO yazılı
değildir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 34- DTP’Lİ BATMAN
BELEDİYE BAŞKANI HÜSEYİN
KALKAN’IN YABANCI BASINA ÖCALAN’I ÖVÜCÜ DEMEÇ VERMESİ: DTP’li Batman BELEDİYE BAŞKANI Hüseyin Kalkan’ın Los
Angeles Times Gazetesi’ne verdiği demeçte PKK ve Öcalan’ı övücü beyanlarda
bulunması nedeniyle hakkında TCY’nın 220/8. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2006/181 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 35- DTP’Lİ SİİRT İL BAŞKANI MURAT AVCI’NIN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ DEMEÇ VERMESİ: 19.03.2006 tarihinde SİİRT DTP il başkanı olan Murat
Avcı’nın yaptığı konuşmada PKK ve Öcalan’ı övücü sözler söylediği,’ Sayın
Öcalan benim irademdir’kampanyasını selamlıyor ve saygıyla karşılıyorum
seklinde sarf ettiği sözler nedeniyle TCY’nın 314/2. maddesi gereğince
silahlı örgüte üye olmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu
davası Diyarbakır 6.Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/112 esas sırasına devam
etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava
halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 36- DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKANI AYDIN BUDAK’IN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ DEMEÇ VERMESİ: 16.06.2006 tarihinde DTP’li Cizre BELEDİYE BAŞKANI Aydın
Budak’ın BELEDİYE tarafından organize edilen etkinlikte sarf ettiği ‘imralıyı
muhatap almak zorundasınız, geçmişte Türkiye biraz düzeldiyse bu tek taraflı
ateşkes sayesindedir ve benzeri sözlerle terör örgütü PKK’nın propagandasını
yapması nedeniyle hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
açılan dava Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesinin 2007/37 esas sırasına kayıtlı
olup, yargılaması halen devam etmektedir SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 37- DTP DİYARBAKIR İL YÖNETİM KURULU ÜYELERİNİN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 14.02.2006 tarihinde DTP Diyarbakır il Yönetim Kurulu
üyesi olan Hilmi Aydoğdu, Necdet Atalay ve Musa Farisoğulları tarafından
hazırlanan basın açıklamasında terör örgütü lideri Öcalan’ı komplo sonucu
Türkiye’ye getirildiği,muhatap alınması gerektiği gibi ifadelerle örgüt
liderini övme eylemini gerçekleştirdikleri, bu nedenle TCY’nın 220/8. maddesi
gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu
davasının Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/245 esas sayılı dosyası
üzerinden devam ettiği anlaşılmıştır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 38- DTP CEYLANPINAR TEŞKİLATI ÜYELERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN TALİMATI DOGRULTUSUNDA KEPENK KAPATMAYAN ESNAFI TEHDİT ETMELERİ: 03.04.2006 tarihinde DTP Ceylanpınar ilçe başkanı olan
Halit Kahraman ve ilçe yönetim kurulu üyeleri Mehmet Salih Sağlam ve
Abdülkadir Fırat’ın PKK terör örgütünün internet yoluyla ilettiği eylemlerin
devam etmesi seklindeki talimatı doğrultusunda ilçe merkezinde kepenk kapatma
eylemine katılmayan esnafları tespit ederek bu kişilere örgütün kepenk
kapatılması hususundaki talimatlarını ileterek kepenklerini kapatmaları
konusunda uyardıkları, is yerleri açık olan kişileri ‘neden kepenklerini
kapatmadın?, utanmıyor musun?, bunun hesabını verirsin’ seklinde tehdit
ettikleri nedeniyle TCY’nın 314/2. maddesi gereğince silahlı örgüte üye olmak
suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davasının Diyarbakır 6. Ağır
Ceza Mahkemesi 2006/58 esas sırasında devam etmektedir SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 39- SİİRT DTP İL BİNASININ YASADISI ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 30.08.2006 tarihinde DTP SİİRT il Binasında izinli
olarak yapılan arama sonucu terör örgütünü ve elebaşısı Öcalan’ı övücü
pankartların,özel olarak kesilmiş yüz maskelerinin, terör örgütü
bayraklarının, Öcalan posterlerinin, örgütü tanıtan ve öven yayınların, örgüt
militanlarının resimlerinin bol miktarda bulunduğu anlaşılmıştır.Görüntü
itibariyle siyasi parti genel merkezinden ziyade terör örgütünün kampı
kanısını uyandırmaktadır.il yöneticisi olan sanıklar Burak Avcı, Saniye
Turhan, Hanım Adıgüzel, Mahfuz Talu, Gürü Toprak, Halit Tasçı, Halil
Adıgüzel, Ahmet Aydın, Eyyüphan Aksu, Fehime Ete ve Osman ibek haklarında
örgüt propagandası yapmak suçundan açılan kamu davası Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesinin2006/137 esas sırasına kayıtlı olarak yargılamasına devam
edilmektedir. SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 40- DTP GEBZE İLÇESİ
DARICA BELDE BİNASININ YASADISI ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 30.08.2006 tarihinde Gebze ilçesi Darıca Beldesi DTP
Belde Binasında izinli olarak yapılan aramada Abdullah Öcalan ve örgütün
diğer üyeleri resimlerinin asılı olduğu, yasaklanmış yayınlardan bol miktarda
bulunduğu tespit edilmiş, parti yöneticileri Veli Aramaz, Raif Gündogdu ve
ismail isçimen haklarında 3713 sayılı yasanın 7. maddesi gereğince terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası İstanbul 13. Ağır
Ceza Mahkemesinin 2006/234 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 41- DTP OLAĞAN KONGRESİNİN YASADIŞI ÖRGÜT GÖSTERİSİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 25.06.2006 tarihinde Ankara’da gerçekleşen DTP
Birinci Olağan Büyük Kongresinde terör örgütü PKK’yı simgeleyen bayraklar,
elebaşısı Öcalan’ın resimlerinin salonda dolaştırılması ve Kürtçe slogan
atılması suretiyle terör örgütünün gösterisine dönüştürülmüş, bu duruma
seyirci kalmaları, engellememeleri nedeniyle divan başkanı Osman Özçelik ve
üyeleri Kudret Ecer ile Çimen Işık haklarında 2820 sayılı yasanın 117.
maddesi gereğince Siyasi Partiler Yasasına muhalefet suçundan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Ankara 5. Asliye Ceza
Mahkemesinin 2007/391 sayılı esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 42- DTP KARAÇOBAN İLÇE
BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜ ELEMANLARINA MADDİ DESTEK SAGLAMASI: 13.07.2006 ve önceki tarihlerde DTP Karaçoban ilçe
başkanı Fehtah Dadas ve yeğeni Ersin Dadas’ın terör örgütü elemanları ile
irtibat kurarak gıda, ilaç ihtiyaçlarının yanında telefon kontörü temin
ettikleri hatta bu konuda maddi kaynak yaratmak için Fehtah Dadas’ın parti
bünyesinde bir fon oluşturduğunun anlaşılması nedeniyle haklarında silahlı
örgüte üye olmak suçundan açılan davanın yapılan yargılanması sonucu Erzurum
2. Ağır Ceza Mahkemesinin 12.12.2006 tarihli ve 2006/128-175 sayılı kararı
ile Fehtah’ın TCY’nın 314/2 3712 sayılı yasanın 5.maddesi gereğince 7 yıl 6
ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, söz konusu karar
Yargıtay tarafından onanarak kesinleşmiştir. SAVUNMA: Dava münferit bir olay olup yoğunluk yaratacak boyutta değildir.Esasen
kararı veren Mahkeme’nin gizli bir ‘Devlet Güvenlik Mahkemesi’ olduğunu
düşünüyoruz. Ve bu mahkemelerden verilen kararların genel olarak AHİM de
Türkiye aleyhine sonuçlandığını görüyoruz. TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza sorumluluğu şahsîdir. 43- DTP GENÇLİK MECLİSİ OLAGAN KONGRESİNİN YASADISI ÖRGÜT GÖSTERİSİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 12.12.2006 tarihinde DTP Gençlik Meclisi Birinci
Olağan Kongresi sırasında salonda terör örgütünü simgeleyen bez parçalarının
açılıp dolaştırıldığı, Abdullah Öcalan posterlerinin sergilendiği ‘Biji serok
Apo, dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan,Öcalansız dünyayı basınıza yıkarız’
gibi terör örgütünü ve liderini övücü mahiyette sloganlar atıldığının anlaşılması
üzerine görüntü kayıtlarından yapılan inceleme sonucu Burhan Sönmez ve
arkadaşları hakkında 3713 sayılı yasanın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası
İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/404 esasına kayıtlı olarak devam
etmektedir.Olayla ilgili görüntü kayıtları incelendiğinde parti kongresi adı
altında gerçekleştirilen faaliyetin terör örgütünün gösterisine
dönüştürüldüğü anlaşılmıştır. SAVUNMA: SANIK BURHAN SÖNMEZ PARTİ
ÜYESİ DEĞİLDİR. 44- DTP TORBALI iLÇE TEŞKİLATI TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN GÖSTERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVME MİTİNGİNE ÇEVRİLMESİ: 20.03.2006 tarihinde Torbalı ilçesinde DTP tarafından
gerçekleştirilen ve PKK örgütünün gösterisine dönüşen eylem nedeniyle yapılan
incelemede terör örgütünü simgeleyen bez parçalarının ve örgüt elebaşısı
Öcalan’ın resimlerinin bolca yer aldığı, yasadışı sloganlar atıldığı,
soruşturmanın devamı sırasında DTP üyesi Suphi Kahraman’ın evinde yapılan
aramada ruhsatsız tabanca ele geçirildiği, sanıklar Mahmut Denli, Vedat Elis,
iskender Mençuk, Faruk Günes, Suphi Kahraman, Sedat Elis, Mehmet Topçu,
Nurullah Topçu, Mahmut Kimsesiz, Abdulvasih Büyükdeniz, Mehmet Kayaalp, Halit
Samancan, ihsan Seker, Hacı Özbay, Resül Yasar, Salih Elis, Kudret Ece, Hüsnü
Koyuncu, Ugur Saraç, Mustafa Atmaca, Mehmet Kodaman, Ahmet Karaca haklarında
3713 sayılı yasa gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası İzmir 10. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/15 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 45- DTP DİYARBAKIR
YÖNETİCİLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVME
AMAÇLI YASADISI GÖSTERİYE KATILMALARI: 31.03.2006 tarihinde DTP Diyarbakır Merkezi ilçe
Yönetim Kurulu Üyesi Nusrat Akın, Muhlis Altun, Musa Farisoğulları ve
arkadaşlarının teröristlerin öldürülmesini protesto etmek amacıyla düzenlenen
yasadışı gösteride Öcalan bayraklarıyla katıldıkları eylemlerin içinde yer
aldıkları görüntü kayıtlarıyla tespit edilmiş, bu nedenle TCY’nın 314/2.
maddesi gereğince silahlı örgüte üye olmak suçundan cezalandırılmaları
istemiyle açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/134
esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: İlçe yöneticileri, Nusret
Akın ve Muhsin Altun BERAAT etmiştir. Musa Farisoğulları hk
açılan dava 10 ay hapisle sonuçlanmış olup. Karar kesinleşmemiştir. Dava
halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 46- DTP ALTINDAG iLÇE BİNASINDA ÖLDÜRÜLEN TERÖR ÖRGÜTÜ ELEMANLARI İÇİN ANMA TÖRENİ DÜZENLENMESİ, ÖRGÜTÜN VE ELEBAŞININ PROPAGANDALARININ
YAPILMASI: 21.08.2006 tarihinde DTP Altındağ ilçe örgütüne ait
bina içerisinde öldürülen terör örgütü mensuplarını anma töreni düzenlendiği,
dua okunduğu, PKK’yı ve Abdullah Öcalan’ı övücü konuşmalar yapıldığı olaya
ilişkin görüntü kayıtları ile anlaşılmıştır. Olayı tertipleyen parti
yöneticisi olan sanıklar Memet Tusun, Fevzi Kara, Salih Karaaslan, Mehmet
Sirin Karademir, Yıldız Bahçeci, Mehmet Hanefi Selem, Meryem Altun, ismet
Aras, Abdurrahim Bilen, ihsan Güler, Nurhayat Altun, Sinan Ugur, Kibar Kara,
Sırrı Keles, Nedim Tas, Battal Arıcan ve Menderes Öner haklarında 3713 SY.nın
7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan
kamu davası Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/50 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava
halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 47- DTP ADANA İL YÖNETİMİ TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN ETKİNLİĞİN TERÖR ÖRGÜTÜ
PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 19.03.2006 tarihinde DTP Adana il yönetiminde görevli
Mehmet Yasık, Halil irmek, Eylem Güden, Yılmaz Gül, Mehmet Aslan, Fadıl
Bozan, Ezgi Dursun ve Sima Dorak tarafından organize edilen Nevruz etkinliği
tamamen terör örgütü gösterisine dönüşmüş, PKK ve Öcalan lehine sloganlar
atılması, örgütü simgeleyen bayrak ve teröristbaşının resimlerinin
dolaştırılması suretiyle olayın tamamen örgüt propagandasına
dönüştürüldüğünün tesbit edilmesi nedeniyle ilgilileri hakkında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası Adana 6. ağır
ceza Mahkemesinin 2006/218 esas sırasına kayıtlı olarak devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 48- DTP SELÇUK iLÇE YÖNETİMİ TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN ETKİNLİĞİN TERÖR ÖRGÜTÜ
PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 21.03 2006 tarihinde Selçuk ilçesinde izinli olarak
DTP İzmir yöneticileri Zeki Aslan, Sıtkı Adsız, Osman Dursun, Reşit Adsız,
Mehmet Salih Duran, Abdurrahim Süer, Mehmet Ayas, Mehmet Bayar, Suna Akkuş,
ilhan Görür, Halit Katlav, Tahir Arslan, Abbas Delidolu, Yasar Yağmur,
İbrahim Tül ve Kudret Acar tarafından organize edilen Nevruz etkinliği
sırasında terör örgütünü ve elebaşısı Öcalan’ı övücü konuşmalar yapılmış,
sloganlar atılmış ve örgütü simgeleyen bez parçaları alanda dolaştırılmıştır.
Söz konusu yaşananlar olayı tamamen terör örgütünü destekleme haline
dönüştürmüştür. İlgilileri hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan açılan kamu davası İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/435 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: 21.03.2006 tarihinde İzmir Selçuk ilçesinde yapılan
Newroz Mitingi sonrası açılan davada yer alan isimlerden DTP İzmir yöneticileri
Zeki Aslan, Sıtkı Adsız, Osman Dursun, Reşit Adsız, Mehmet Salih Duran,
Abdurrahim Süer, Mehmet Ayas, Mehmet Bayar, Suna Akkuş, Tahir Arslan, Abbas
Delidolu, Yasar Yağmur, İbrahim Tül ve Kudret Acar BERAAT İLE SONUÇLANMIŞTIR. İlhan Görür, Halit Katlav 10 ay hapis cezası almış. Karar kesinleşmemiştir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa
hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 49- DTP İZMİR İL YÖNETİCİLERİNİN ÖCALAN’I ÖVME AMAÇLI
BASIN AÇIKLAMALASI: 04.04.2006 tarihinde DTP İzmir il başkanı Kudret Ecer
ve yardımcısı Mehmet Bayraktar’ın yine terör örgütü ve Öcalan’ı övücü
mahiyette yaptıkları basın açıklaması nedeniyle haklarında terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan kamu davası açılmıştır. Yargılama İzmir 8.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/543 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 50- DTP MERSİN İL YÖNETİMİ TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN ETKİNLİĞİN TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 21.01.2007 tarihinde Mersin DTP il Teşkilatı
tarafından düzenlenen izinli miting sırasında terör örgütünün sözde
bayraklarının dolaştırıldığı, elebaşısının resimlerinin taşındığı,’biji serok
Apo, barış elçisi İmralı’dadır, dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan’ ve bunun
gibi yasadışı sloganlar atılmış, hükümet komiserinin uyarısı üzerine dahi söz
konusu olaylar engellenmemiştir. Olayla ilgili Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı
nezdinde soruşturmalar devam etmektedir. SAVUNMA: 21.01.2007 tarihinde Mersin İl Örgütü tarafından
düzenlenen miting için boşaltılan soruşturma TAKİPSİZLİKLE sonuçlamıştır. 51- DTP VAN İL BİNASININ ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: Van il Teşkilat binasında yapılan izinli aramada
bölücü terör örgütüne ait çok sayıda dökümanın ele geçirilmesi, örgüt
üyelerinin resimlerinin duvarlarda asılı olması nedeniyle haklarında açılan
soruşturma Van Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturmalar devam etmektedir Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 52- DTP KAHTA İLÇE
BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 24.11.2006 tarihinde DTP Kahta ilçe başkanı olan Emin
Uslu’nun öldürülen örgüt mensubunun defin işlemleri sırasında’ şehit Vedat’a
Allah’tan rahmet diliyoruz demek suretiyle terör örgütünü övmesi nedeniyle
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan yapılan yargılama sonunda
Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin17.05.2007 gün ve 2007/20-50 sayılı kararı
ile 10 ay hapis cezası ile cezalandırıldığı anlaşılmıştır SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 53- DTP GEBZE İLÇE BİNASININ ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 11.03.2007 tarihinde DTP Gebze ilçe binasında çıkan
Bülent Uskur’un üzerinde üç adet kullanılmaya hazır molotof kokteyli ile
yakalanması ve içinde bulunduğu durumun kaçarken iki molotof kokteylini yere
atmaları üzerine parti binasında yapılan izinli aramada yasadışı PKK terör
örgütünü ve elebaşısı Abdullah Öcalan’ı öven yazılar, yayınlar, örgüt
mensuplarının da dahil olduğu fotoğraflar, sözde şehit fotoğrafı olarak
nitelendirilmiş örgüt mensuplarının yer aldığı bir panonun olduğu görülmesi
üzerine Cemil Akın, Gültay Uzun, inan Gönül, Pakize Uksul, Meral Kurum,
Mehmet Sefa Güngör, Tanel Temel, Bülent Buluç, Erdinç Bolcal, Ufuk Sünger ve
Taner Gökçe haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan
kamu davası İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/181 esas sırasında devam
etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 54- DTP KARS iL BAŞKANININ
TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: DTP Kars il başkanı Mahmut Alınak’ın 05.09.2006
tarihinde yaptığı konumsa içeriğinde terör örgütüne paralelinde amaçlarını
savunur biçimde beyanda bulunduğu iddiasıyla TCY’nın 215 ve 217. maddeleri
gereğince suç ve suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Kars Sulh Ceza
Mahkemesinin 2006/477 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 55- DTP EDİRNE İL YÖNETİCİLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 02.12.2006 tarihinde DTP Edirne il Yöneticileri olan
Besir Belke, Yakup Aslan ve Hilmi Karaoglan haklarında yaptıkları basın
açıklaması ile terör örgütünü ve liderini övdüklerinin anlaşılması nedeniyle
TCY’nın 215. maddesi gereğince suç ve suçluyu övme suçundan açılan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası Edirne 1. Sulh Ceza Mahkemesinin
2007/143 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 56- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE GÖSTERİ VE KONAK İLÇE BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA ÇEVRİLDİĞİNİN ANLASILMASI: 15 02.2007 tarihinde İzmir ili Konak ilçe binasında yapılan
Öcalan’ın ülkeye getirilmesini protesto amaçlı terör örgütünü övücü
nitelikteki basın açıklamasının PKK gösterisine dönüştürüldüğü, aynı gün ilçe
binasında yapılan izinli aramada terör örgütünü simgeleyen çok sayıda bayrak,
Öcalan posterleri, terörist resimlerinin bulunduğu anlaşılmıştır. Yöneticilerin
ikametgahlarında yapılan izinli aramalar sonucunda da benzer nitelikte
örgütsel dökümanlar ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu eylemler nedeniyle
Ferhat Önder, Sinan Avu, Mehmet Muhdi Aslan, Burhan Yürek, Aslan Kızıl, Hüsnü
Koyuncu, Abdurrahim Marol, Mehmet Kodaman, Ayse Oyman, Gülçiçek Günel, Funda
Apak, Mehmet Emin Yıldız, Yusuf Kaya, Ali Sarı, İsmail Karasu, Ayse Arga,
Faysal Yacan, Mesut Atıcı ve Mehmet Sadık Sürer haklarında terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası İzmir 8. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/77 esas sırasında kayıtlı olup, yargılama devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 57- DTP SURUÇ YÖNETİCİLERİNİN ÖLDÜRÜLEN TERÖR
ÖRGÜTÜ ELEMANININ PKK GÖSTERİSİNE DÖNÜŞTÜRÜLEN CENAZESİNE
KATILMALARI: 22.04.2007 tarihinde öldürülen terör örgütü üyesi
Cihat Binici’nin Suruç ilçesindeki cenazesinde atılan sloganlar, taşınan ve
cenaze arabasının üzerine asılan PKK bayrakları, yakalarda taşınan ölen
teröristin sözde PKK bayrağı önünde çekilmiş resimleri ile yine PKK
gösterisine dönüştürülmüş, olaya katılan DTP Suruç ilçe başkanı İbrahim
Binici ve DTP’li BELEDİYE BAŞKANI Etem Sahin’in de aralarında bulunduğu
kişiler hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan başlatılan
soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 58- MERSİN İLİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE
YAPILAN YASA DIŞI GÖSTERİYE
DTP İL YÖNETİCİSİNİN KATILMASI: 11.03.2007 tarihinde Mersin ilinde gerçekleştirilen
PKK bayraklarının taşınıp, “biji serok apo”, hpg Mersin’e”, “Öcalan Öcalan”
sloganlarının atıldığı korsan gösteriyi, incelenen görüntü kayıtlarından
organize edip, katıldığı anlaşılan DTP mersin il yöneticisi Ahmet Ay hakkında
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan başlatılan soruşturma devam
etmektedir. SAVUNMA : soruşturma devam etmektedir Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 59- DTP HATAY iL BAŞKANININ
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 17.03.2007 tarihinde DTP Hatay il başkanı olan Halis
Yurtsever yaptığı basın açıklamasında “sayın Öcalan’ın zehirlenmesi halkta
büyük tedirginlik yaratmıştır.” Seklindeki sözleri ile terör örgütü
elebaşısını övmesi nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övme suçundan açılan
kamu davası nedeniyle Hatay 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/310 esas sayılı
dosyası üzerinden yargılanmaktadır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
Ceza sorumluluğu şahsîdir. 60- DTP MERSİN İL YÖNETİMİ TARAFINDA ORGANİZE EDİLEN ETKİNLİĞİN PKK LEHİNE GÖSTERİYE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: Mersin DTP il yönetimi tarafından organize edilen
21.03.2007 tarihli miting yine Öcalan resimleri, terör örgütü bayrakları,
atılan sloganlar ve taşınan pankartlarla PKK gösterisine dönüştürülmüştür.
Olayla ilgili terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan başlatılan
soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 61- DTP BALIKESİR İL BİNASININ ÖRGÜT KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 06.03.2007 tarihinde Balıkesir DTP il binasında
yapılan izinli aramada Öcalan ve terör örgütü elemanlarına ait resimlerin
sergilendiği, terör örgütünü öven yayınların ve yazıların bol miktarda
bulunduğu belirlenmiştir. ilgililer hakkında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan başlayan soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 62- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN VE PKK LEHİNE MİTİNGE DÖNÜSEN ETKİNLİKTE DTP MİLLETVEKİLİ AYSEL TUGLUK’UN ÖCALAN’I ÖVMESİ: 11.12.2006 tarihinde Doğubayazıt ilçesinde düzenlenen
ve slogan, terör örgütünü simgeleyen bayraklar ve Öcalan posterleri ile PKK
mitingine dönüştürülen açık hava toplantısında konuşan Genel Başkan
yardımcısı Aysel TUGLUK’un sarfettiği “halen operasyonlar devam ediyor, halen
dağlarda kardeşlerimiz yaşamlarını kaybediyor, halen tecrit devam ediyor…”
seklideki sözlerin suçu ve suçluyu övme niteliğinde olduğunun belirlenmesi
karsısında açılan kamun davası Doğubayazıt Asliye Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 63- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN VE PKK LEHİNE MİTİNGE DÖNÜSEN ETKİNLİKTE DTP VAN iL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVMESİ:
01.09.2006 tarihinde Van ilinde yapılan ve sloganlar,
PKK elemanlarının resimlerinin taşınması suretiyle PKK’ ya destek sekline
dönüşen mitingde konuşan DTP Van il yöneticisi Mehmet Veysi Dilekçi’nin
konuşmasının terör örgütünün propagandası mahiyetindeki içeriği itibarıyla
hakkında yapılan soruşturma sonucu açılan kamu davası Van 4. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/204 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 64- DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN VE PKK LEHİNE MİTİNGE DÖNÜSEN ETKİNLİKTE DTP iL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVMESİ: 17.03.2007 tarihinde DTP tarafından Erzurum ilinde
gerçekleştirilen etkinlikte DTP il disiplin kurulu üyesi olan Ahmet
Yalçıntas’ın terör örgütü elebaşı Öcalan’ı övücü nitelikte Kürtçe şarkı
söylediği, şarkının “sirin apo kahramansın sen, halkımızın önderi” sözleri
ile bittiği anlaşılmıştır. Bu fiilinden dolayı Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesinin 22.05.2007 gün ve 2007/108-94 sayılı kararı ile terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince 1 yıl 6 ay
hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 65- DTP’Lİ CİZRE BELEDİYE BAŞKANI AYDIN BUDAK’IN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP’li Cizre BELEDİYE BAŞKANI
Aydın Budak açık havada kalabalığa yaptığı konuşmada PKK ve elebaşısı
Öcalan’ı övücü sözleri nedeniyle 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan
kamu davası sonucu Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/233 esas
sırasında kayıtlı dosya üzerinden yargılanmaktadır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 66- DTP ERZİNCAN iL BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI
YAPMASI: Erzincan DTP il başkanı Hüseyin Bektaşoğlu hakkında
2005 yılı ve devam eden süre itibarıyla PKK propagandası içerikli eylemlerde
bulunması nedeniyle 3713 sayılı yasanın 7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası sonucu Erzurum
3. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmasına devam edilmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 67- DTP VAN iL BAŞKANININ
TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 26.01.2007
tarihinde DTP Van il başkanı olan İbrahim Sunkur mahalli Bölge Gazetesi’ne verdiği
ve yayınlanan röportajda; PKK’nın terör örgütü olmadığı tam tersine devletin
terörist olduğu yolundaki iddiaları ile benzer biçimde söylemleri ile terör
örgütünün propagandasını yaptığı anlaşılmıştır. Hakkında 3713 SY.nın
7.maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan açılan kamu davası Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/165
esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 68- DTP BİNGÖL iL BAŞKANININ SUÇ VE SUÇLUYU ÖVME EYLEMİ: Bingöl DTP il başkanı olan Mehmet Emin Acar,
25.02.2007 tarihinde “Kerkük’e yapılmış saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış
sayarız” seklinde açıklama yapan Diyarbakır DTP il başkanının tutuklanması
ile ilgili “Diyarbakır il başkanının tutuklanmasını kınıyor, aynı suçu
islediğimizi deklare ve ilan ediyoruz” seklinde basın açıklaması yapmıştır.
Suçu ve suçluyu övme niteliğindeki bu eylemi nedeniyle açılan kamu davası
Bingöl Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/218 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden
devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 69- DTP OSMANİYE iL BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 27.11.2006 tarihinde DTP Osmaniye il teşkilatında
yapılan izinli aramada çok sayıda yasak yayın, örgütsel dökümanın yanında
duvarlarda terör örgütü PKK üyelerinin silahlı resimlerinin çerçevelenmiş
halde asılı oldukları görülmüştür. DTP il yöneticisi olan Metin Sakır ve
Bedri Arslan haklarında 3713 sy.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu
davası Adana 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/279 esas sırasında kayıtlı olarak
devam etmektedir. SAVUNMA: SANIKLAR İL YÖNETİCİSİ
OLMADIKLARI GİBİ PARTİ ÜYESİ DAHİ DEĞİLDİRLER. Kaldı ki, Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 70- DTP MARDİN iL ÖRGÜTÜNCE YAPILAN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇIKLAMASI: 10.03.2007 tarihinde DTP Mardin il örgütü tarafından düzenlenen
basın açıklamasında Öcalan’ı övücü sözler söylenmiş, “Öcalan’sız dünyayı
basınıza yıkarız” ve benzeri yasa dışı sloganlar atılmıştır. Olaya karısan
Mardin DTP üyeleri ilhan Ögmen, Sait Abukan, Osman Akkoyun, Ramazan Özmen,
Ferhan Türk ve Mehmet Latif Alp haklarında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan başlatılan soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 71- DTP BATMAN iL BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 01.03.2007 tarihinde Batman DTP il binasında yapılan
izinli arama sonucu çok sayıda yasak dökümanın yanı sıra terör örgütünü
simgeleyen bayrak, pankart ve duvarlarda asılı Öcalan resimleri bulunduğu,
PKK propagandası içeren görüntü kayıtları elde edildiği anlaşılmıştır. DTP
Batman il yöneticisi olan sanıklar Dicle Manap, Cemalettin Padir, Mehmet
Sirin Tetik ve Ayhan Karabulut haklarında 3713 sy.nın 7. maddesi gereğince
cezalandırılmaları istemiyle terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
açılan kamu davası Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/292 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 72- DTP ŞIRNAK iL BAŞKANI TARAFINDAN YAPILAN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ
BASIN AÇIKLAMASI: 02.12.2006 tarihinde DTP Şırnak il başkanı olan izzet
Belge yaptığı basın açıklamasında kullandığı ifadelerle PKK terör örgütünün
elebaşı Abdullah Öcalan’ın saygıdeğer biri olduğunu söylemek ve bu kişiyi
barış elçisi gibi göstermek suretiyle bu kişinin sahsında PKK terör örgütünün
propagandasını yaptığı anlaşıldığından 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan
kamu davası halen devam etmektedir. SAVUNMA: Mahkeme, esas no yazılı
değildir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 73- DTP SURUÇ iLÇE YÖNETİCİLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ VE ÖCALAN’IN PROPAGANDASI AMACIYLA
TAKVİM DAGITMALARI: 26.12.2006 tarihinde DTP Suruç ilçe yöneticileri Mehmet
Fayık Taskın, Şükrü Binici ve İbrahim Halil Parıldar tarafından üzerinde
terör örgütü PKK ‘yı simgeleyen sözde bayrak ile örgüt elebaşı Abdullah
Öcalan’ın resimleri bulunan takvimin DTP adına bastırılarak dağıtılması
suretiyle terör örgütünün propagandası yapıldığı anlaşıldığından 3713 SY.nın
7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu davası devam etmektedir. SAVUNMA: Mahkeme, esas no yazılı
değildir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 74- DTP GAZİANTEP iL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇILAMASI: 11.03.2007 tarihinde DTP Gaziantep il başkanı olan Vakkas
Dalkılıç’ın terör örgütünün elebaşısı Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz ve
eylemlerini onaylamak seklinde yaptığı basın açıklaması nedeniyle hakkında
açılan soruşturma halen devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade
özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 75- YİNE DTP GAZİANTEP iL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇILAMASI: 02.12.2006 tarihinde yine DTP Gaziantep il başkanı
olan Vakkas Dalkılıç terör örgütünün elebaşısı Öcalan’a saygıyla yaklaşıp,
söz ve eylemlerini onaylamak seklinde yaptığı basın açıklaması nedeniyle
hakkında açılan soruşturma halen devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve
İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 76- DTP HATAY iL BAŞKANININ
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇILAMASI: 07.04.2007 tarihinde DTP Hatay il başkanı olan Halis
Yurtsever tarafından DTP il binasında Terör örgütü lideri Abdullah Öcalan
için “doğum günü kutlaması” düzenlenmiş, ayrıca “böylesine coşkulu bir gün,
gerçekten önemli bir gün yani Ortadoğu halklarının ve kürt halkının önderi
olan sayın Öcalan’ın 4 nisan doğum günü” seklindeki sözleri ile suç ve
suçluyu övdüğü anlaşıldığından TCY.nın 215. maddesi gereğince cezalandırılması
istemiyle açılan kamu davası halen Adana 8. Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde
devam etmektedir. SAVUNMA: Mahkeme esas no yazılı
değildir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 77- DTP HATAY iL YÖNETİCİSİNİN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇILAMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP Hatay il yöneticisi olan
Mehmet insan düzenlenen toplantıda Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz ve
eylemlerini onaylamak seklinde yaptığı konuşma nedeniyle hakkında suç ve
suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Erzin Sulh Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Mahkeme, esas no yazılı
değildir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 78- DTP ADIYAMAN iL YÖNETİCİSİNİN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇILAMASI: 21.03 2007 tarihinde Adıyaman DTP yöneticisi Kemal
Çalgan parti tarafından düzenlenen etkinlikte yaptıkları Öcalan’a saygıyla
yaklaşıp, söz ve eylemlerini onaylamak şeklinde konuşmalar nedeniyle
haklarında TCY.nın 215. maddesi gereğince cezalandırılmaları istemiyle açılan
kamu davası Adıyaman Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/332 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 79- DTP VAN iL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNE ELEMAN GÖNDERİRKEN YAKALANMASI: 15.12.2006 tarihinde DTP Van il yöneticisi olan
Hadice Adıbelli’nin ihbar üzerine yakalanması sonrası yapılan incelemede cep
telefonunda çok sayıda terör örgütünü övücü mesaj yer aldığı ayrıca terör
örgütüne katılmak üzere Gebze’den Van’a gelen Adem Tunç’u parti binasında
karşılayıp, ilgilendiği, kalacağı eve götürdüğü, kısaca kırsala sevk etmek
üzere iken yakalandığı anlaşılmıştır. Hakkında TCY.nın 314/2. maddesi
gereğince cezalandırılması istemiyle terör örgütüne üye olmak suçundan açılan
kamu davası halen devam etmektedir. SAVUNMA: Mahkeme, esas no yazılı
değildir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir. Örgütlenme
ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 80- DTP YÜKSEKOVA iLÇE YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 16.02.2007 tarihinde DTP Yüksekova ilçe yöneticisi
Bedirhan Aklan yasa dışı sloganların atıldığı bir basın toplantısı
düzenleyerek, Öcalan’ın ülkeye getirilisini uluslararası bir komplo olarak
tanımlamıştır. Konuşması ile terör örgütü lehine propaganda yaptığının
anlaşılması nedeniyle hakkında 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
açılan kamu davası Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/251 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 81- TERÖR ÖRGÜTÜNÜN YAN
KURULUSU ÜYESİ OLAN DTP iL YÖNETİCİSİNİN EVİNDE ÖRGÜTSEL
DOKÜMAN BULUNMASI: 14.03.2007 tarihinde bir ihbar üzerine yapılan
soruşturma sonucu PKK.nın yan örgütlerinden Özgür Yurttas Hareketi üyesi
olduğunu beyan eden, DTP Tunceli il yönetim kurulu üyesi Cemal Kuhak’ın
evinde yapılan aramada örgütsel doküman bulunması nedeniyle TCY.nın 314/2.
maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle terör örgütüne üye olmak
suçundan açılan kamu davası Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/66 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 82- DTP IGDIR iL TEŞKİLATI ÜYESİNİN PKK ELEMANINDAN TALİMAT
ALIP, TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE
YAZILAMA YAPMASI: 20.03.2007 tarihinde DTP Iğdır il teşkilatı üyesi
olan Ayhan Ayaz’ın telefonla çok defa Azat (K) isimli PKK terör örgütü
mensubu ile konuştuğu, ondan talimat ve para aldığı, molotof kokteyli yapmayı
öğrenip, PKK lehine yazılamalara katıldığı anlaşıldığından 3713 SY.nın 7.
maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması
istemiyle açılan kamu davası Erzurum 2. Ağır ceza Mahkemesinin 2007/150 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 83- DTP HALFETİ İLÇESİ
YUKARIGÖKLÜ BELDE BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPINA ÇEVRİLMESİ: 17.05.2007 tarihinde Halfeti ilçesi Yukarıgöklü
Beldesi DTP teşkilatında Operasyonlar durdurulsun, tecrit kaldırılsın
afisleri altında açlık grevine gidildiği, parti binasında izinli olarak
yapılan arama sonucu bol miktarda örgütü övücü yasak yayın ele geçirildiği,
eylemin. DTP ilçe yöneticileri Salih Yalçınkaya, Seyit Ahmet Öcalan, Müslüm
Kılıç, Saban Yılmaz ve Mehmet Ali Öcalan’ın idaresinde gerçekleştiğinin
anlaşılması karsısında, ilgililer hakkında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan başlatılan soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 84- DTP GENEL BAŞKAN
YARDIMCISININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN AÇILAMASI: 25.03.2007 tarihinde DTP organizasyonunda Ankara’da
gerçeklesen gösteride konuşan DTP genel başkan yardımcısı Orhan Miroglu,
terör örgütü ve amacı ile elebaşı Abdullah Öcalan’ı övücü beyanları nedeniyle
3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2007/160 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 85- DTP KURUCU ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 05.07.2007 tarihinde öldürülen PKK elemanının idil
ilçesi Yarbası köyünde açılan taziye çadırına giden DTP kurucu üyesi Selim
Sadak’ın “ gençlerin aç ve cahil olduklarından dağa çıktıklarını söylerlerdi
ancak bu böyle değildir. Rojda (Öldürülen PKK’lı) Avrupa’da eğitimini almış
ve açlık sorunu olmadığı halde Avrupa’dan katılmıştır. Rojda’nın sadece
özgürlük sorunu vardı, bir nefes özgürlük için dağlara çıktı” seklindeki
terör örgütünü ve amacını övücü sözleri nedeniyle başlatılan soruşturma devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
Ceza sorumluluğu şahsîdir 86- GEÇMİŞTE TERÖR
ÖRGÜTÜ MENSUPLARINA YURT DIŞINA ÇIKABİLMELERİ İÇİN SAHTE KİMLİK BELGESİ DÜZENLEYEN ARİF YAYLA’NIN DTP SEHİTKAMİL İLÇE YÖNETİM KURULU ÜYESİ OLMASI: 07.02.2004 tarihinde terör örgütü mensuplarına yurt
dışına çıkabilmeleri için sahte kimlik belgesi düzenlemek eylemi nedeniyle
yargılanıp, 765 sayılı TCY.nın 169. maddesi gereğince mahkum olduğu 3 yıl 9
ay hapis cezası Yargıtay’ca onanması suretiyle kesinlesen Arif Yayla’nın DTP
Gaziantep ili Şehitkamil ilçesi ilçe yönetim kurulu üyesi olarak görev
yaptığı anlaşılmıştır. DTP.nin kurulusundan önce söz konusu eylemi ile
kişilik yapısı ortaya çıkan Arif Yayla’nın DTP kadroları içerisinde yönetici
sıfatını alabilmesi DTP.nin PKK terör örgütü ile olan organik bağıyla ilgili
olduğunu göstermektedir. SAVUNMA: SUÇ tarihi PARTİ
kuruluşundan öncedir. İktidar Partisi dahil Halen birçok partide hüküm giymiş
birçok kişi yeralmaktadır. Bu anlayışla Başsavcılığın tüm partiler için
kapatma davası açması gerekirdi. 87- DTP MİLLETVEKİLİ SABAHAT TUNCEL’İN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN KONGRESİNE DELEGE OLARAK
KATILMASI: İstanbul ilinde karıştığı bir cinayet olayı nedeniyle
sorgulanan İbrahim Çakmaz isimli sahsın beyanlarında bir ara PKK örgüt
kamplarına katıldığını ancak daha sonra İstanbul’a döndüğünü, bu arada DTP
faaliyetleri içinde gördüğü kişilerden bazılarının da örgüt kamplarına
katıldığını bunlardan teşhis ettiği kişi olarak DTP merkez yürütme kurulu
üyesi Sabahat Tuncel’i göstermiş ve kendisinin üzerinde örgüt elemanlarının
giydiği kıyafet olduğu halde 2004 yılında yasa dışı örgütün kongresine delege
olarak katıldığını beyan etmiştir. Bu şekilde örgüt kamplarında terörist
kıyafetleri içinde dolasan Sabahat Tuncel hakkında TCY.nın 314/2. maddesi
gereğince cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası tutuklu olarak devam
ederken, ilgili 22.07.2007 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerine DTP
destekli bağımsız aday olarak katılmış ve seçim sonucu milletvekili olmuş,
daha sonra da Demokratik Toplum Partisi’ne katılmıştır. Halen yargılanmasına
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/358 esas sayılı dosyası üzerinden
devam edilen Sabahat Tuncel’in yasa dışı terör örgütü delegeliğinin yanı sıra
DTP Milletvekili ünvanını da taşıması davalı partinin terör örgütü ile ne
kadar içlidışlı olduğunu kanıtlamaktadır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 88- TERÖR ÖRGÜTÜ LEHİNE GÖSTERİYE DÖNÜSEN MİTİNG SIRASINDA DTP MİLLETVEKİLİ VE GENEL BAŞKAN
YARDIMCISI AYSEL TUGLUK’UN
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2007 tarihinde Van ilinde DTP tarafından
düzenlenen miting sırasında teröristbası Öcalan’ın posterleri sergilenmiş,
PKK üyelerinin resimlerinin bulunduğu pankartlar açılmış, PKK’yı simgeleyen
bayraklar ortada dolaştırılmıştır. Bu ortamda konuşma yapan DTP genel Başkan
yardımcısı Aysel Tugluk, “sayın Öcalan sıradan biri değildir. Kürt sorunu
konusunda savunduğu fikirler geniş kesimler tarafından kabul görmektedir” ve
benzeri sözlerle terör örgütünün ve elebaşının propagandasını yapması
nedeniyle hakkında 3713 SY.nın 7. maddesi gereğince terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası
Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/273 esas sırasında devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 89- DTP HATAY iL BAŞKANININ
ÖCALAN’I ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP Hatay il başkanı olan Halis
Yurtsever düzenlenen toplantıda Öcalan’a saygıyla yaklaşıp, söz ve
eylemlerini onaylamak seklinde yaptığı konuşma nedeniyle hakkında suç ve
suçluyu övme suçundan açılan kamu davası Dörtyol Sulh Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 90- DTP GAZİANTEP iL BAŞKANININ ÖLDÜRÜLEN TERÖRİSTİN CENAZESİNDE TERÖR
ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 04.09.2007 tarihinde öldürülen terör örgütü
elemanının Nizip ilçesinde yapılan cenazesine katılan DTP Gaziantep il
başkanı Mustafa Tuç’un burada yaptığı konuşmada öldürülen teröristleri
Kürdistan şehidi diye tanımladığı, bu ve diğer ifadeleri ile terör örgütünün
propagandasını yaptığı anlaşılması nedeniyle hakkında başlatılan soruşturmaya
Adana Cumhuriyet Başsavcılığının (CMK 250. md. ile yetkili) 2007/522 sayılı
evrakı üzerinden devam edilmektedir. SAVUNMA: Soruşturma sürmektedir. Örgütlenme
ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 91- DTP DİYARBAKIR iL BAŞKANININ ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BASIN
AÇIKLAMASI: 24.01 2006 tarihinde Diyarbakır DTP il başkanı olan
Ahmet Cengiz terör örgütü ve Öcalan’ı övücü mahiyette yaptıkları basın
açıklaması nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övme suçundan cezalandırılması
istemiyle kamu davası açılmış, yapılan yargılaması sonucu Diyarbakır 2. Sulh
Ceza Mahkemesinin 12.12.2006 gün ve 2006/431-296 sayılı kararı ile TCY.nın
215 maddesi gereğince mahkumiyetine karar verilmiştir. SAVUNMA: DTP Diyarbakır il başkanı Ahmet Cengiz
hakkında suç ve suçluyu övmekten açılan dava sonucu 1 ay ceza verilmiş ceza
1000 ytl para cezasına çevrilmiştir. Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme
ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 92- DTP MİLLETVEKİLİ SELAHATTİN DEMİRTAŞ’IN ROJ TV’DE TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: 05.07.2005 tarihinde daha sonra DTP milletvekili olan
Selahattin Demirtaş, ROJ TV isimli televizyon kanalına canlı telefon
bağlantısı yolu ile katılarak, Öcalan’ın saygıdeğer bir insan ve Kürtlerin
önderi olduğunu belirterek övdüğü, “.. hükümet ve ordu buna karsı duyarlı
davranırsa, bu taleplere duyarlı davranılırsa artık bayraklara sarılı yada
kesk-zor-zerlere (yeşil, sarı ve kırmızılara) sarılı cenazeler gencecik
evlere gitmeyecek diye düşünüyorum” diyerek PKK terör örgütünü mensuplarının
cenazelerine sahip çıktığı ve destek vermek suretiyle örgütün propagandasını
yaptığı anlaşıldığından yargılandığı Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin
14.11.2006 gün ve 2005/258-2006/175 sayılı kararı ile TCY.nın 220/8. maddesi
gereğince 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 93- DTP SİLOPİ
iLÇE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜ VE
ELEBAŞINI ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 21.03.2006 tarihinde Silopi ilçesinde yapılan
gösteride konuşan DTP ilçe başkanı Hacı Üzen ve parti üyesi Kemal Aktas
haklarında terör örgütü ve amacını ile elebaşı Abdullah Öcalan’ı övücü
beyanları nedeniyle terör örgütünün propagandasını yaptıkları gerekçesiyle
3713 SY.nın 7. maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle açılan kamu
davası Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/204 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
Ceza sorumluluğu şahsîdir 94- DTP ARDAHAN iL BAŞKANI
ÖMER YILMAZ’IN BASIN AÇIKLAMASI: 01.09.2006 tarihinde DTP Ardahan il başkanı olan Ömer
Yılmaz yaptığı basın açıklamasında terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan için sayın
sıfatını kullanması ve konuşma içeriğinde kendisinden bahisle yaptığı islerin
önemli olduğunu ve barışın sağlanmasında önemli bir rol oynadığını beyan
etmesi, bu şekilde ilgili sahsı övüp, yücelttiğinin sabit olması karsısında
suç ve suçluyu övme suçu nedeniyle başlatılan soruşturma Ardahan Cumhuriyet
Başsavcılığı nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA: DTP Ardahan il başkanı Ömer Yılmaz hk suç ve suçluyu
övmekten açılan dava sonucunda 25 gün hapis cezası verilmiş olup, ceza 500
ytl para cezasına çevrilmiştir.Dava Yargıtay aşamasındadır. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa
hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 95- DTP GAZİOSMANPAŞA ARNAVUTKÖY BELDE TEŞKİLATINDA YAPILAN İZİNLİ ARAMA: 11.09.2006 tarihinde DTP Arnavutköy Belde teşkilat
binasında izinli olarak yapılan arama sırasında teröristbası Öcalan’ın
resimlerinin duvardaki panolarda bulunduğu, yine öldürülen teröristlerin
resimlerinin yanında “şehitlerimize sahip çıkalım” ibarelerinin yer aldığı,
Türkiye’nin bir bölümünün sınırları içerisinde Kürdistan olarak gösterilen
haritanın asılı olduğu ve çok sayıda terör örgütü ile ilgili yasak yayın
bulunduğu tesbit edilmiştir. Dolayısıyla parti binasından ziyade terör örgütü
PKK kampı izlenimi uyandıran bulgular elde edilmesi üzerine teşkilat
görevlileri olan Mehmet Cevat ince, Memet Akkus, Ahmet Coskun, Enver Özbil,
Bedrettin Metin ve Sedat Çaycı haklarında yasadışı silahlı örgüte üye olma
suçundan dolayı açılan kamu davası İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006/226 esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 96- DTP KARS iL BAŞKANININ
BASBAKAN’A KÜRTÇE MEKTUP
GÖNDERMESİ: 06.01.2007 tarihinde DTP Kars il başkanı Mahmut
Alınak yaptığı basın açıklamasında Başbakan Recep Tayip Erdogan’a hitaben
taleplerini anlatan tamamı Kürtçe bir mektup (dilekçe) gönderdiğini beyanla
metni okumuştur. 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasasının 81. maddesinde “
Siyasi parti veya temsilcilerinin Türkiye Cumhuriyeti üzerinde milli veya
dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar
bulunduğunu ileri süremeyecekleri hüküm altına alınmıştır. İlgilinin söz
konusu eyleminin tahrik edici, bölücü nitelikte olduğu, toplumu germe ve
vatandaşları birbirlerine karsı kışkırtma amaçlı yapıldığı, bunun da terör
örgütünün amaçları ile örtüştüğü kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortadadır.
Siyasi partiler yasasına aykırı davranma suçu nedeniyle Mahmut Alınak
hakkında açılan kamu davası Kars 1. Asliye Ceza Mahkemesinin 2007/163 esas
sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 97- DTP YÖNETİCİLERİNİN TERÖRİST CENAZESİNE PROPAGANDA AMAÇLI KATILMALARI: 19.07.2006 tarihinde öldürülen terör örgütü
mensubunun PKK gösterisine dönüştürülen cenazesine katılan DTP Hakkari il
başkanı Sebahattin Suvagcı, il yöneticileri Alaattin Ege, Mikail Atan, Selim
Engin ve DTP’li Hakkari BELEDİYE BAŞKANI Metin Tekçe’nin terör örgütünün
faaliyeti çerçevesinde, suç ve suçluyu övme, örgüte desteğini açıklama
amacıyla cenaze töreninde bulundukları anlaşılmakla haklarında suç ve suçluyu
övme suçundan açılan kamu davası halen Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/231
esas sırasında kayıtlı dosya üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: DAVA B E R A A T İLE SONUÇLANMIŞTIR. 98- DTP VARTO iLÇE BAŞKANININ
TERÖR ÖRGÜTÜNE DESTEK AÇIKLAMASI: 18.07.2006 tarihinde DTP Varto ilçe başkanı olan Ali
Sever’in terör örgütünün sözcülüğünü yapmakta olan ROJ TV isimli televizyon
kanalına telefonla canlı bağlantı yaparak,ilçe merkezinde güvenliği sağlama
amaçlı bulunan kolluk kuvvetlerini istemediklerini beyan ederek terör
örgütünün propagandasını yapma suçu nedeniyle hakkında açılan kamu davası
halen Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/19 esas sayılı dosyası üzerinden
devam etmektedir. SAVUNMA : DAVA B E R A A T İLE
SONUÇLANMIŞTIR. 99- DTP HAKKARİ iL BAŞKANI
VE DTP’Lİ BELEDİYE BAŞKANININ
TERÖR ÖRGÜTÜ TALİMATI iLE SEMPOZYUM DÜZENLEMELERİ: Terör örgütünün internet siteleri vasıtasıyla ana
dilde eğitim, Kürtçe eğitim taleplerinin artırılması yolundaki talimatı üzerine
DTP Hakkari il başkanı Alaattin Ege ve DTP’li BELEDİYE BAŞKANI Metin Tekçe
tarafından 14.08.2006 tarihinde Hakkari ilinde “Kürt Dili Eğitim Hareketi”
isimli sempozyumun gerçekleştirildiği, bu şekilde ilgililerin terör örgütüne
yardım suçunu isledikleri anlaşıldığından haklarında açılan kamu davası halen
Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/29 esasına kayıtlı dosya üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: DAVA B E R A A T İLE
SONUÇLANMIŞTIR. 100- DTP ANKARA iL BAŞKANININ
TERÖR ÖRGÜTÜNÜ DESTEKLEYİCİ
BASIN AÇIKLAMASI: 02.12.2006 tarihinde DTP Ankara il örgütü tarafından
gerçekleştirilen ve atılan sloganlarla terör örgütünü destekler nitelikte
gerçekleştirilen basın açıklaması nedeniyle DTP Ankara il başkanı Salih
Karaaslan ve arkadaşları hakkında terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan açılan kamu davası halen Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/49
esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 101- DTP GENEL BAŞKAN
YARDIMCISI AYSEL TUGLUK VE DİYARBAKIR İL BAŞKANI HİLMİ
AYDOGDU’NUN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMALARI: 03.09.2006 tarihinde DTP genel başkan yardımcısı
Aysel Tugluk ve Diyarbakır il başkanı Hilmi Aydoğdu parti tarafından
düzenlenen mitingte terör örgütü ve Öcalan’ı övücü mahiyette yaptıkları
konuşmalar nedeniyle haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak
suçundan açılan kamu davası Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/368
esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 102- DTP GENEL BAŞKAN
YARDIMCISI AYSEL TUGLUK VE DTP’Lİ SİİRT iL BAŞKANI MURAT AVCI’NIN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMALARI: 16.05.2006 tarihinde DTP Batman il kongresine katılan
Aysel Tugluk ve Murat Avcı burada yaptıkları konuşmalarda Öcalan’ın siyasi
irade olarak muhatap kabul edilmesi gerektiğini, PKK’yı terörist ilan
etmelerinin sorunun çözümüne katkıda bulunmayacağını, terörist olarak nitelendirilen insanların kimilerine göre kahraman
olduğunu, Öcalan’ı terörist ilan etmeleri halinde halkın karsısına
çıkamayacaklarını ifade etmeleri nedeniyle oluşan terör örgütünün
propagandasını yapmak suçundan cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu
davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/369 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 103- DTP MALATYA İL YÖNETİCİ VE ÜYELERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ
PROPAGANDASI NİTELİĞİNDEKİ EYLEMLERİ: 15.02.2006 ile 31.03.2006 tarihleri arasında DTP
Malatya il yöneticisi ve parti üyesi olan Onur Geldi, Sebahattin Isıklı,
Mahmut Kayar, Pınar Uzun, Emral Dagdelen, Nimet Özalp, Zeynep Dogan, Mahmut
Güngör, Behçet Tunç, Hüseyin Yılmaz, Resul Atay, Kemal Çağlan, Nuray Kılınç,
Mehmet Ali Yaman, Gülhanım Doğan, Yusuf Tokdemir ve Erdogan Karaca tarafından
gerçekleştirilen yasa dışı gösterilerde slogan attıkları, öldürülen terörist
cenazelerinde olay çıkardıkları, Öcalan için parti, binasında açlık grevi
organize ettikleri anlaşıldığından haklarında terör örgütünün propagandasını
yapmak suçundan açılan kamu davası halen Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/14 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 104- DTP ŞIRNAK İL
ÖRGÜTÜNÜN ORGANİZE ETTİĞİ
İZİNSİZ GÖSTERİDE TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASININ
YAPILMASI: 02.12.2006 tarihinde Şırnak ilinde düzenlenen yasa
dışı gösteriye katılan DTP İl başkanı İzzet Belge ve yönetici Abdullah
İsnaç’ın terör örgütünü övücü nitelikte konuşmaları ve yasa dışı slogan
atmaları nedeniyle oluşan terör örgütünün propagandasını yapmak suçu
nedeniyle açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/81 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 105- DTP BAĞCILAR İLÇE BİNASINDA YAPILAN izinli ARAMA: 05.11.2006 tarihinde bir ihbar üzerine DTP Bağcılar
ilçe binasında gerçekleştirilen aramada teröristbası Öcalan ve terör örgütü
elemanlarının resimlerinin asılı olduğu, çok sayıda yasak yayın bulunduğu, terör
suçlarından aranılan şahısların yakalandığı, dolayısıyla parti binasının
terör örgütü PKK kampı görevini yerine getirdiği görülmüş, DTP yöneticileri
Lütfi Dağ, Mikail Varhan, Hüseyin Şahin, Cihan Gündüz ve Mehmet Sait Şaşmaz
haklarında terör örgütü üyesi olmak suçundan açılan kamu davası halen
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/391 esas sırasında kayıtlı dosya
üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 106- DTP KADIN MECLİSİ TEMSİLCİLERİNİN YAPTIKLARI BASIN AÇIKLAMASINDA TERÖR ÖRGÜTÜ VE ELEBAŞINI ÖVME
EYLEMLERİ: 24.11.2006 tarihinde DTP üyeleri Sara Aktas, Sebahat
Tuncel (DTP Milletvekili),
Yıldız Aktas, Selma Söker, Zahide Besi, Selma Irmak, Aynur Coskun, Sibel Öz,
Zeynep Karaman, Pelgüzar Kaygısız, Çimen Isık, Türkan Yüksel ve Ayfer Ekin
tarafından Ankara’da yapılan basın açıklamasında yer alan ibareler itibariyle
oluşan terör örgütü ve elebaşının propagandasını yapmak suçu nedeniyle açılan
kamu davası halen Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/85 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 107- BUCA DTP GENÇLİK MECLİSİ ADINA TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: 27.05.2007 tarihinde DTP Buca ilçe teşkilatı önünde
Yusuf Koçaklı tarafından okunan “ DTP Buca Gençlik Meclisi” imzalı basın
bildirisinde terör örgütü PKK ve onun elebaşı Öcalan’ı övücü nitelikteki
ifadeler nedeniyle örgüt propagandası yapmak, suç ve suçluyu övmek
suçlarından açılan kamu davası halen İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/309 esas sırasında kayıtlı kamu davası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 108- DTP AĞRI iL ÖRGÜTÜNÜN ORGANİZE ETTİĞİ İZİNSİZ GÖSTERİDE TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASININ YAPILMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP Ağrı il teşkilatı tarafından
organize edilen izinli gösteri sırasında yapılan konuşmaların içeriği, atılan
yasa dışı sloganlarla gösteri yine terör örgütünü övme niteliğini
kazanmıştır. Olay nedeniyle DTP yöneticileri Murat Öztürk, Hazal Aras ve
Murat Das haklarında terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan
kamu davası halen Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/156 esas sayılı
dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 109- DTP MYK ÜYESİ MEDENİ
KIRCI’NIN ÖRGÜT PROPAGANDASI YAPMASI: 21.03.2007 tarihinde DTP MYK üyesi Medeni Kırıcı Bingöl
ilinde yaptığı konuşmada terör örgütü ve elebaşını övücü beyanlarda bulunması
nedeniyle hakkında açılan soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: İddianamede adı geçen Medeni Kırıcı ile Büro Görmez
hakkında 12.12.2007 tarihinde Kocaeli 3.asliye Ceza mahkemesinin verdiği
beraat kararı önsavunma ekinde sunulmuştur. 110- DTP İSKENDERUN iLÇE BAŞKANININ VE YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ KONUŞMALARI: 21.03.2007 tarihinde İskenderun ilçesinde düzenlenen
gösteride konuşan DTP ilçe başkanı Mehmet Salih Koca ve ilçe yöneticisi
Mahmut Aydıncı’nın bölücü örgütü övücü beyanlarda bulunduklarının anlaşılması
nedeniyle haklarında suç ve suçluyu övmek suçlarından açılan kamu davası
halen İskenderun 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/438 esas sayılı dosyası
üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 111- DTP SULTANBEYLİ İLÇE
TEŞKİLATININ ORGANİZE ETTİĞİ
İZİNSİZ GÖSTERİ VE iLÇE BİNASINDA YAPILAN
ARAMA: 11.03.2007 tarihinde izinsiz olarak organize edilen
terör örgütü ve elebaşı lehine yapılan gösteri sırasında molotof kokteyli
atma gibi şiddet eylemleri gerçekleştirilmiştir. Görüntü kayıtlarının
incelenmesinde topluluğu DTP yöneticilerinin yönlendirdiğinin belirlenmesi
karsısında DTP Sultanbeyli ilçe teşkilatında yapılan izinli aramada “9 Ekim
senaryosunu nefretle kınıyoruz-Kürt sorununda çözüm gücü Öcalan’dır, derhal
diyalog kurulsun” seklinde ifade içeren pankart, yasa dışı yayınlar ele
geçirilmiştir. Olayla ilgili olarak DTP Sultanbeyli ilçe başkanı Ahmet
Narım’ın da aralarında bulunduğu kişiler hakkında başlatılan soruşturma devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve
ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 112- DTP KARAYAZI
TEŞKİLATINCA GERÇEKLEŞTİRİLEN AÇIK HAVA
TOPLANTISININ ÖRGÜTÜ ÖVME MİTİNGİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 22.03.2007 tarihinde Karayazı ilçesinde
gerçekleştirilen izinli gösteri terör örgütü mitingine dönüştürülmüş, konuşmacı
olan DTP Karayazı ilçe başkanı Fuat Arslan, Karaçoban ilçe başkanı Mehmet
Tilki, Erzurum il başkanı Bedri Fırat ve Parti Meclisi üyesi Cemal Cosgun
yaptıkları konuşmalarda “Önderliğimiz gün be gün sistematik bir biçimde zehirlenmektedir”
gibi ve benzeri ibarelerle terör örgütünü ve elebaşını övücü beyanlarda
bulunmaları nedeniyle olayla ilgili başlatılan soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve
İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 113- DTP PARTİ MECLİSİ ÜYESİ LEYLA ZANA’NIN
BÖLÜCÜ NİTELİKTEKİ KONUŞMASI: DTP PM üyesi eski DEP milletvekili Leyla Zana
19.07.2007 günü Bingöl ilinde DTP destekli bağımsız milletvekili adayı Mehmet
Nuri Özmen’in seçim mitinginde yaptığı “Bana Diyarbakır’lı diyorlar, ben
Diyarbakır’lı değil, Kürdistanlıyım. Buralara Doğu, Güneydoğu diyorlar.
Buralar Doğu, Güneydoğu değil Kürdistandır. Bizlere bölücü diyorlar, aslında
bu topraklar bizim” ifadeleriyle yaptığı konuşmanın bölücü terör örgütünün
amaçları doğrultusunda yapıldığına kuşku bulunmamaktadır. İlgilinin daha önce
de benzer eylemleri nedeniyle mahkumiyetleri bulunduğu, terör örgütüne
yakınlığı hatırlandığında toplumu birbirine karsı kışkırtma görevini üstlendiği
açıkça ortaya çıkmaktadır. Olayla ilgili soruşturma halen devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve
ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 114- DTP PARTİ MECLİSİ ÜYESİ LEYLA ZANA’NIN DİYARBAKIR’DA YAPTIĞI BÖLÜCÜ VE TERÖR
ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ NİTELİKTEKİ KONUŞMASI: 18.07.2007 tarihinde Diyarbakır ilinde düzenlenen DTP
destekli bağımsız milletvekili adayların seçim mitinginde konuşan DTP PM üyesi
eski DEP milletvekili Leyla Zana çok açık biçimde terör örgütü PKK ve elebaşı
Öcalan’ı övmüş, lehlerine slogan atılmasını sağlamıştır. Önderimiz İmralı’da
sözlerini sarfeden Leyla Zana hakkında açılan soruşturma halen devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve
İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 115- DTP MİLLETVEKİLİ AYSEL TUĞLUK’UN TERÖRİSTBAŞINI ÖVMESİ: DTP genel başkan yardımcısı ve Milletvekili olan
Aysel Tuğluk’un 17.07.2007 tarihinde yaptığı basın açıklamasında “Öcalan için
sayın ifadesini kullanmaya devam edeceğiz”, “PKK ve Öcalan Kürt sorunundan
bağımsız düşünülemez” seklindeki sözleri nedeniyle suç ve suçluyu övme ve
terör örgütünün propagandasını yapmak suçlarından açılan soruşturma halen
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam etmekte olup, ilgilinin
milletvekili olması nedeniyle yasama dokunulmazlığının kaldırılması talebinin
sonucu beklenmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve
ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 116- DTP ÜYELERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜ VE ELEBAŞINI ÖVME EYLEMLERİ: DTP üyesi olduklarını beyan eden Hediye Tekin ve
Nazime Ceren Salmanoglu 08.03.2007 tarihinde yaptıkları konuşmalarda açıkça
terör örgütü ve elebaşı Öcalan’ı övücü beyanlarda bulunmaları sebebiyle
haklarında suç ve suçluyu övme ve terör örgütünün propagandasını yapmak
suçlarından açılan kamu davası halen İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesinin
2007/311 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 117- DTP’Lİ BELEDİYE
BAŞKANININ SÖZDE KÜRDİSTAN SEKLİNDE HAVUZ YAPTIRMASI: 23.02.2007 ve öncesi tarihlerde yapımı devam eden
Diyarbakır Kayapınar Belediyesine ait havuzun sekli projesinde elips seklinde
tasarlandığı halde daha sonra DTP’li BELEDİYE BAŞKANI Zülküf Karatekin ve
elemanları tarafından sekil değiştirilip, bir kağıda kursun kalemle çizilmek
suretiyle müteahhitten yapımı istenildiği, çizilen seklin terör örgütü PKK
tarafından sözde büyük kürdistan olarak tanımlanan sınırlarla birebir uyumlu
olduğunun anlaşılması karsısında ilgililer hakkında terör örgütünün
propagandasını yapma suçundan açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır
Ceza Mahkemesinin 2007/277 esas sırasında kayıtlı kamu davası üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: Dava BERAATLA sonuçlanmıştır. 118- DTP MİLLETVEKİLİ SEBAHAT TUNCEL’İN TERÖR
ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 08.09.2007 tarihinde Batman ilinde BELEDİYE
tarafından düzenlenen festivalde konuşan DTP Milletvekili Sebahat Tuncel “
Bize denildi ki; çocuklarınızı terörist ilan edin, sizi farklılıklarınızla
kabul edeceğiz, hiçbir Kürt halkı, hiçbir Kürt ferdi bunu kabul etmez”
seklinde sözlerle terör örgütü PKK’yı açıkça övmüştür. İlgilinin PKK terör
örgütü üyesi olma suçundan yargılamasının devam ettiği dikkate alındığında
sarfettiği bu sözlerin aslında kendisi açısından yadırganacak sözler olmadığı
anlaşılacaktır. Ancak yadırganması gereken; şiddeti öngörmeden, hukuk
platformunda demokratik mücadele yapması öngörülen siyasi parti bünyesinde
terör örgütü üyeliğinden yargılanan ve halen de terör örgütünü savunan ve
hatta bunu kendisine görev edindiği anlaşılan kişilerin bulunmasıdır. Ulusal
ve uluslararası düzenlemelerde siyasi partilerin çalışma ilkelerini
belirleyen kurallar ve evrensel demokrasi ilkeleri açısından üzüntü verici bu
durum, Demokratik Toplum Partisi’nin siyasi parti olarak çalışmalarının
temelinde terör örgütünün dolayısıyla şiddetin yer aldığının açıkça
kanıtıdır. Sebahat Tuncel hakkındaki soruşturma halen devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma devam etmektedir. Örgütlenme ve
İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır
Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü
belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
Ceza sorumluluğu şahsîdir 119- DTP MİLLETVEKİLİ VE ESKİ GENEL BAŞKANI
AHMET TÜRK’ÜN TERÖR ÖRGÜTÜ İLE
İLGİLİ AÇIKLAMASI: 22 Temmuz 2007 seçimlerine DTP destekli bağımsız aday
olarak giren ve milletvekili seçilen partinin eski Genel Başkanı ve DTP
milletvekili Ahmet Türk, 04.08.2007 tarihinde TBMM’de yeminler yapılırken
Meclis bahçesinde NTV isimli televizyon kanalına verdiği röportaj sırasında
“Bize PKK’yı kınayın diyorlar. Kınarsak etkimiz kalmaz” seklinde beyanda
bulunmuştur. Yukarıda belirtilen olaylarda da görülebileceği gibi DTP
yönetici ve üyelerinin hemen hemen tamamında görülen terör örgütüne yaklaşım
aynıdır. Tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği, ülkemizde otuzbini
askın insanımızın hayatına mal olan PKK’yı sadece ve sadece kınayamamak kınarsa
etkilerinin kalmayacağını beyan etmek dahi DTP’nin söz konusu örgütten
izinsiz hiçbir eylemde bulunamayacağının, kendilerinin varlık sebebi olarak
örgütü gördüklerinin kanıtıdır. Söz konusu televizyon programında sarfedilen
sözlerle ilgili Ahmet Türk hakkında başlatılan soruşturma halen devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 120- DTP VAN iL YÖNETİCİSİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASI YAPMASI: 16.04.2007 tarihinde DTP Van il yöneticisi Mehmet
Veysi Dilekçi yaptığı basın açıklamasında “PKK bu ülkenin gerçeğidir. Bunu
kabul etmek zorundayız. Bizim PKK ile organik değil duygusal bağımız
var……PKK’nın militanları da bu ülkenin evlatlarıdır. Devlette bunun için
çözüm geliştirmek zorundadır…….Öte yandan hükümetin PKK’nın yaptığı ateşkese
ve barış çağrısına cevap vermesini istiyoruz” seklindeki sözleri nedeniyle
terör örgütünü övme suçundan açılan kamu davası halen Van Ağır Ceza Mahkemesinde
devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 121- DTP ŞIRNAK İL ÖRGÜTÜ TARAFINDAN DÜZENLENEN AÇIK HAVA
TOPLANTISININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVEN MİTİNG HALİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ: 21.03.2007 tarihinde DTP Şırnak il örgütü tarafından
gerçekleştirilen toplantıda yapılan konuşmalarda DTP il başkanı izzet Belge
“doktorlardan bir açıklama gelmeden, bizim liderimizi sapasağlam görmeden bu
gerginlikler devam edecek. Ama Türkiye bunu yapmıyor, Apo zehirlenmedi öyle
bir şey yok, sapasağlamdır ama biz buna inanmıyoruz. Biz Türkiye’ye
sesleniyoruz sağlam bir doktor heyetini İmralı’ya gönderin onlardan açıklama
duyalım biz de rahatlıyalım. iste biz o zaman sakin olabiliriz.”, DTP kurucu
üyelerinden Selma Söker’de konuşmasında Öcalan’a övgüler düzdükten sonra “
sayın Öcalan son görüşmesinde botan halkına selamlarını iletmiştir. Biz de
buradan kendisine özgürlük çığlığımızı ulaştıralım” seklinde beyanlarda
bulunmuş, gösteri sırasında terör örgütü PKK ve elebaşı Öcalan lehine yoğun
biçimde sloganlar atılmış, sözde bayraklar alanda dolaştırılmıştır. Söz
konusu olayla ilgili soruşturma devam etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 122- DTP TUNCELİ iL
BAŞKANININ TERÖRİST BASI ÖCALAN’I ÖVMESİ: 18.03.2006 tarihinde DTP Tunceli il örgütünün
düzenlediği, atılan sloganlarla örgüt mitingine çevrilen açık hava
toplantısında partinin il başkanı olan Özgür Söylemez yaptığı konuşmada
“sayın Öcalan’a uygulanan ağır tecrit politikalarını doğru bulmuyoruz”
seklinde sözlerle suç ve suçluyu övme suçunu islediği anlaşıldığından
hakkında açılan kamu davasının Tunceli Sulh Ceza Mahkemesinin 2006/103 esas
sayılı dosyası üzerinden yapılan yargılaması sonucu TCY.nın 215. maddesi
uyarınca cezalandırılmasına karar verilmiştir. SAVUNMA : DTP Tunceli il
başkanı Özgür Söylemez hakkında suç ve suçluyu övmekten açılan dava 25 gün
hapis cezasıyla sonuçlanmış olup, ceza 500-YTL para cezasına çevrilmiştir Karar kesinleşmemiştir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa
hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 123- DTP MYK ÜYESİ MEHMET ZEKİ
DOGRUL’UN ÖCALAN’I ÖVÜCÜ BEYANI: 05.05.2007 tarihine DTP Bingöl il teşkilatının olağan
kongresinde konuşan partinin MYK üyesi Mehmet Zeki Doğrul’un “sayın Öcalan”
diye başlayan ve örgüt liderini övücü sözlerin yer aldığı konuşmasında suç ve
suçluyu övme suçunu islediği anlaşıldığından TCY.nın 215. maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle açılan kamu davasın halen Bingöl Sulh Ceza
Mahkemesi nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa
hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 124- DTP SİLOPİ
iLÇE TEŞKİLATININ DÜZENLEDİĞİ YASA DIŞI GÖSTERİ: 24.04.2007 tarihinde DTP Silopi ilçe başkanı ve
yöneticileri olan Haci Üzen, Sabriye Burumtekin ve Fatma Gündüz tarafından
düzenlenen izinsiz gösteri sırasında “Dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan”,
“Öcalan’sız dünyayı basınıza yıkarız”, “biji serk Apo” gibi yasa dışı
sloganların atıldığı, Fatma Gündüz tarafından okunan Öcalan’ı övücü
nitelikteki basın açıklaması ve gösterinin terör örgütü gösterisine
dönüştürüldüğünün anlaşılması karsısında ilgilileri hakkında 2911 sayılı
yasanın 28/1. maddesi gereğince cezalandırılmaları istemiyle açılan kamu
davası halen Silopi 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 2007/666 esas sırasında
kayıtlı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA : Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 125- DTP’NİN YASADIŞI EYLEMLERDE YAŞI KÜÇÜK KİŞİLERİ KULLANMASI: 19.03.2006 tarihinde Antalya ili Konyaaltı Açıkhava
Tiyatrosu’nda DTP tarafından izinli olarak düzenlenen açık hava gösterisi
sırasında elde edilen görüntüler üzerinde ve alanda kolluk kuvvetlerinin
yaptıkları tesbitler sonucu terör örgütü PKK’yı simgeleyen sözde bayrakları
taşıyan, üzerlerinde beyaz penye üzerine yazı ile “ Öcalan irademizdir” yazdırılmış
ve özel olarak yaptırılmış tişörtleri giyen1990 doğumlu Ayten Dursun, 1989
doğumlu Hüsna Adam ve 1989 doğumlu Hülya Kılıç yakalanmışlardır. Haklarında
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davasında İzmir 8.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/348 esas sayılı dosyası üzerinden yapılan
yargılamaları sonucu adı geçenlerin TCY.nın 314/2. maddesi delaletiyle 220/8.
maddesi gereğince cezalandırılmalarına karar verilmiştir. Sanıklar söz konusu
yargılamaları sırasında verdikleri ifadelerinde üzerlerine giydikleri
tişörtleri ve salladıkları örgüt bayraklarını olaydan 3-4 gün önce evlerine
gelen ve DTP’den geldiklerini söyleyen kişilerin kendilerine verdiğini ve
giymelerini istediklerini beyan etmişlerdir. Aynı olayda yargılanıp, işlediği
fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamadığı yönünde uzman hekim kurulu
raporu bulunması nedeniyle atılı suçtan ceza tertibine yer olmadığına karar
verilen 1992 doğumlu Dilan Tas’ta aynı şekilde beyanda bulunmuştur. Söz
konusu yargılama dosyasındaki bilgilerden açıkça anlaşılabileceği gibi
Demokratik Toplum Partisi terör örgütünü övme, yüceltme eylemlerinde
çocukları dahi kullanmıştır. Yasa dışı gösteride küçük çocukların
kullanılmasının siyasi partinin amaçlarına ulaşmada kullanması gereken
demokratik araçlardan birisi olamadığı tartışmasızdır. SAVUNMA: Başsavcılıkça “çocuk”
olarak nitelenen kişiler,19 ve 18 yaşında, reşit kişilerdir. Kaldı ki, müvekkil
partiyi “çocukları kullanmakla “suçlayan Başsavcı, aynı “çocukların”
yargılanıp ceza almasını olağan karşılamış gözükmektedir. Diğer yandan,
anılan kişilerin parti tarafından yönlendirildikleri kanıtlanmış olmadığı
gibi karar da kesinleşmemiştir. 126- DTP ÜYELERİNİN YASADIŞI SLOGAN ATTIKLARI Şiddet İÇERİKLİ GÖSTERİ: 24.11.2006 tarihinde Malatya DTP üyeleri Mehmet Emin
Yanardağ ve Bayram Bozan’ın da içlerinde bulunduğu bir grup tarafından
gerçekleştirilen yasa dışı gösteride terör örgütü ve elebaşının sloganlarla
propagandasının yapıldığının belirlenmesi karsısında haklarında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davası halen Malatya 3.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/116 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: DAVA B E R A A T İLE
SONUÇLANMIŞTIR. Bu davayla ilgili iddia dahi Başsavcı’nın DTP ile ilgili
kanaatinin tarafsız değil hasmane olduğunun iyi bir göstergesidir. Gerçekten
de propaganda ile ilgili bir davanın üstelik Yargıtay Başsavcılığına gelmiş
bir hukuk insanı tarafından ŞİDDET İÇERİKLİ olarak nitelenebilmesinin hukuka,
vicdana ve akla yakın bir açıklaması yoktur 127- EYLEM YAPMAK için İSTANBUL’A GELEN TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYESİNİN DTP iL BİNASINDA KARSILANIP, LOJİSTİK DESTEK SAGLANMASI: 16.09.2006 tarihinde İstanbul ilinde yakalanan PKK
terör örgütü üyesi Müslüm Karadağ ifadesinde PKK terör örgütüne katılısını,
örgütün kırsal alanında eğitim gördüğünü detaylı olarak anlatmış, ifadesinde
devamla 2006 yılında eylem için İstanbul’a geldiğini, burada İstanbul DTP il binasında tanıştığı Lezgin isimli sahsın barınma konusunda kendisine yardımcı
olduğunu, DTP il teşkilatında bulunan “yurtsever” tabir edilen ailelere
kendisini teslim ederek barınma konusunda yardımcı olduğunu, bu kapsamda İstanbul’un muhtelif yerlerinde çeşitli şahıslara ait evlerde kaldığını, gündüzleri ise DTP il binasına
götürüldüğünü beyan etmiştir. Söz
konusu olayla ilgili olarak Müslüm Karadağ hakkında terör örgütü üyesi olmak
suçundan açılan kamu davası halen İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006&250 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: SANIK PARTİ ÜYESİ DEĞİLDİR.
DTP ile ilgili açıklamalarının doğruluğu kanıtlanamamıştır. Kaldı ki, Karar
kesinleşmemiştir. Dava halen derdesttir.
Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 128- KIZILTEPE İLÇESİNDE DTP TARAFINDAN ORGANİZE EDİLEN ŞİDDET EYLEMLERİ
VE PARTİ İL BİNASINDA YAPILAN ARAMA SONUCU ELE GEÇEN SUÇ UNSURLARI: 02.04.2006 tarihinde 14 teröristin öldürülmesini protesto
amaçlı olarak DTP tarafından düzenlenen basın açıklamasının şiddet
eylemlerine dönüştüğü, parti binasından tas atılması ve bir polis memurunun
tabancasının gasp edilip, güvenlik kuvvetlerinin üzerine ateş açılması
üzerine merciinden izin alınarak girilen DTP Kızıltepe ilçe binasında yapılan
aramada; “BİZLER TÜRKİYELİYİZ AMA KÜRDÜZ ÖNDERİMİZ ABDULLAH ÖCALANDIR”, “KÜRT
HALKINA UZANAN ELLER KIRILSIN”, “KÜRT HALKI ÖZGÜRLEŞİNCEYE KADAR DİRENECEK”
gibi terör örgütü ve elebaşını övüp, sahiplenen hazır pankartların, bol
miktarda asılı Öcalan ve terör örgütü elemanlarının resimlerinin bulunduğu
tesbit edilmiştir. Olaylara fiilen katılan ve yaptıkları açıklama ve
hareketlerle olayları başlatan DTP Mardin il yöneticileri Ferhan Türk,
Cebrail Sayar, Osman Akkoyun, Ahmet Temel, Süleyman Ökmen ve Gülser
Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu kişiler hakkında terör örgütüne üye olma
suçundan açılan kamu davası halen Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin
2006/159 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 129- DTP MİLLETVEKİLİ AHMET TÜRK’ÜN TERÖR ÖRGÜTÜ PKK’YA TESEKKÜR ETMESİ: DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün 06.11.2006 tarihinde
Manisa’da yaptığı konuşma sırasında PKK’ya gerçekleştirdiği sözde ateşkesle
ilgili teşekkür ettiği iddiası ile ilgili olarak kendisine soru yönelten
Batman Çağdaş Gazetesi muhabirlerine olayı doğrulayan beyanda bulunduğu
iddiası ile hakkında açılan soruşturma Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı
nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA: Teşekkür nedeni ateşkesle ilgili olup, Soruşturma
halen devam etmektedir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa
hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 130- DTP MİLLETVEKİLLERİ AYSEL TUGLUK VE AYLA
AKAT ATA’NIN TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYELİĞİ SUÇUNDAN YARGILANMALARI: Terör örgütü PKK’nın kurucusu ve elebaşı Abdullah
Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp, ülkemize getirilmesinden sonra gerçeklesen
yargılama süreci sonrasında mahkum olduğu cezası İmralı Cezaevinde infaz
edilmektedir. Yasalar gereğince avukatlarıyla görüşme olanağı tanınan
teröristbaşının avukatları yasal haklarını kötüye kullanarak teröristbaşının
terör örgütünü ve kurdurduğu siyasi partileri (geçmişte DEHAP, simdi ise DTP)
yönetmesine olanak sağlayan talimatlarını her görüşme sonrası “GÖRÜŞME
NOTLARI” adı altında terör örgütüne yakınlığı ile bilinen internet
sitelerinde yayınlanmasını sağlamışlardır. Bu açıdan bakıldığında
elebaşına yakınlıklarından ve sadakatlerinden kuşku duyulmayacak avukatlarından bazılarının
DTP destekli bağımsız aday olarak milletvekili seçimlerine katılmaları ve
hatta milletvekili seçilmeleri beklenen sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.
Nitekim teröristbaşının bu süreçte avukatlığını yapan Aysel Tuğluk ve Ayla
Akat Ata 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan seçimler sonucu milletvekili
seçilmişler ve derhal Öcalan’ın talimatı ile kurulun Demokratik Toplum
Partisi’ne katılmışlardır. İlgililer hakkında teröristbaşının talimatlarını
gerekli gördükleri yerlere iletmeleri nedeniyle açılan soruşturma sonucu
eylemlerinin çok sayıda olması nedeniyle örgüt propagandası niteliğini asıp,
örgüt üyeliği vasfına ulaştığı anlaşıldığından terör örgütüne üye olmak
suçundan haklarında açılan kamu davaları birleştirilerek halen İstanbul 10.
Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/358 esas sayılı dosyası üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: Türkiye de
milletvekillerini seçen halk olup,Başsavcının halkın seçimlerinden bile
rahatsız olduğu ortadadır.Kaldı ki, Karar kesinleşmemiştir. Dava halen
derdesttir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 131- DTP GENEL BAŞKAN
YARDIMCISI SELMA IRMAK’IN TERÖRİSTBAŞINI ÖVÜCÜ BASIN AÇIKLAMASI: DTP Genel Başkan yardımcısı Selma Irmak 05.10.2007
tarihinde Ankara’da yaptığı basın açıklamasında terör örgütü PKK’nın elebaşı
Öcalan’ı övücü beyanlarda bulunması nedeniyle hakkında suç ve suçluyu övmek
suçundan başlatılan soruşturma Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 132-
DEMOKRATİK TOPLUM PARTİLİ BELEDİYE BAŞKANLARININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN YAYIN ORGANI ROJ İSİMLİ TELEVİZYON KANALININ KAPATILMASINI ÖNLEMEK İÇİN DANİMARKA BASBAKANINA MEKTUP YAZMALARI: Daha önce Avrupa çıkışlı yayın yapan ve bu yayını
ilgili ülkeler nezdinde Devletimizin “terör örgütünün sözcüsü gibi yayın
yaptığı gerekçesi ile” yaptığı girişimler sonucu bu durumun sabit olduğunun
ilgili ülkelerce de anlaşılmasıyla kapatılmasına karar verilen MED TV, daha
sonra kurulup aynı akıbete uğrayan MEDYA TV adlı televizyon kanallarının
devamı niteliğinde, aynı kadrolar tarafından kurulan ROJ TV, halen Avrupa
çıkışlı olarak yayınına devam etmektedir. Bu yayının kaldırılmasına ilişkin
girişimlerde bulunulması karsısında etkili propaganda vasıtasını kaybetmekten
korkan terör örgütüne paralel olarak DTP yöneticileri de yayının
“durdurulmaması” için girişimlerde bulunmuş, bu anlamda çeşitli etkinliklerin
yanı sıra DTP’li 56 BELEDİYE BAŞKANI imzası ile yayının yapıldığı Danimarka
Başbakanına bir mektup gönderilmiş, parti mitinglerinde konuşan tüm yöneticiler
söz konusu yayını savunan beyanlarda bulunmuşlardır. Halen söz konusu
televizyon kanalının basında bulunan Abdullah Hicab adlı kişinin PKK üst
yönetiminde de yer alması ve örgüt tarafından bu isle görevlendirilmesi,
terörist bası Öcalan’ın avukat görüşmelerinde (örneğin 12.Mayıs 2004 tarihli
avukat görüşmesindeki beyanları) söz konusu kanalın yapısını ortaya
koymaktadır. Terör örgütünün sözcülüğünü yaptığından kuşku bulunmayan, bu
nedenle Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlarının engellenmesi amacıyla yayının
yapıldığı Danimarka ülkesi nezdinde başlatılan girişimler karsısında DTP’li
BELEDİYE başkanları tarafından Danimarka Basbakanına yazılan ve ROJ TV’nin
kapatılmaması talebini içeren mektup nedeniyle mektuba imza koyan Osman
Baydemir, Fırat Anlı, Abdullah Demirbaş, Yurdusev Özsökmenler, Zülküf
Karatekin, Mehmet Salih Yıldız, Hüseyin Kalkan, Metin Tekçe, Gülcihan Simsek,
Muzaffer Yöndemli, Songül Erol Abdil, Cihan Sincar, Mehmet Nasır Aras, Demir
Çelik, Ali Yıldız, Memet Tahir Kahramaner, Seyfettin Aydın, Mulla Simsek,
Abdülkerim Adam, Nusret Aras, Fahrettin Astan, Mehmet Selim Demir, Mehmet
Tanhan, Mukaddes Kubilay, Fikret Kaya, Kutbettin Taskıran, Aydın Budak,
Hursit Tekin, Seyhmus Bayhan, Faik Dursun, Sükran Aydın, Ramazan Kapar, Nadir
Bingöl, Hüseyin Ögretmen, Murat Ceylan, Abdullah Akengin, Esat Üner, Osman
Keser, Leyla Güven, Etem Sahin, Süleyman Anık, Resul Sadak, Hasan Karakaya,
Nuran Atlı, Zeyniye Öner, Emrullah Cin, Muhsun Kunur, Burhan Kurhan,
Seyfettin Alkum, Hursit Alptekin, Mehmet Kaya, Orhan Özer, Ahmet Ertak,
Abdulkadir Agaoglu, Ayhan Erkmen ve ismail Arslan haklarında silahlı örgüte
bilerek ve isteyerek yardım etmek suçundan açılan kamu davası halen
Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/205 esas sayılı dosyası üzerinden
devam etmektedir. SAVUNMA: DTP BELEDİYE başkanlarının
ROJ TV nin kapatılmaması için Danimarka başkanına yazdığı mektup nedeniyle
açılan dava sonucu her birine 2 ay 15 gün hapis cezası verilmiş olup, cezalar
1875 ytl para cezasına çevrilmiştir. Karar kesinleşmemiştir. Örgütlenme
ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın
iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere
aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 133- DTP MİLLETVEKİLLERİNİN TERÖR ÖRGÜTÜ
TARAFINDAN KAÇIRILAN SEKİZ
ASKERİN GERİ ALINMASINI ÖRGÜT PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRMESİ: 21 Ekim 2007 tarihinde terör örgütü tarafından
kaçırılan sekiz askerin geri alınması olayı DTP milletvekilleri Aysel Tugluk,
Fatma Kurtulan ve Osman Özçelik tarafından tam bir örgüt propagandasına
dönüştürülmüştür. Roj TV gibi örgütün yayın organlarında olaydan sonra
askerlerin teslim edilmeleri için özellikle ailelerinin DTP’ye
yönlendirilmeleri ve nihayetinde üç milletvekilinin Kuzey Irak’a giderek
terör örgütü elebaşının resimleri ve sözde bayrakları önünde askerleri
almalarına ait görüntülerle istenilen propaganda amacına ulaşılmak istenilmiştir.
Terör örgütünün aileleri DTP’ye yönlendirmesinden de anlaşılacağı gibi söz
konusu eylemin propaganda amaçlı planlandığı çok açık olarak ortaya çıkmıştır.
Olayla ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Aysel Tugluk,
Fatma Kurtulan ve Osman Özçelik haklarında başlatılan soruşturma devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Ancak bu iddiayı anlamak gerçekten
güçtür. Bir an için teslim töreninde PKK bayraklarının olmasının propaganda
amaçlı olduğu kabul edilse dahi propagandaya dönüştüren milletvekilleri
değildir ki? Bayrakları onlar asmamıştır ki? PKK’nın astığı bayraktan neden
milletvekilleri sorumlu olsun? Onların oraya neden gittiği bellidir,
amaçlarına da ulaşmış ve 8 eri alıp dönmüşlerdir. Bu ülkede bazı şeyleri
anlamak gerçekten zordur. İnsan hayatı o kadar ucuzdur ki, televizyonlarda
bir saniye PKK bayrağı görüneceğine 8 erin cenazesi görünseydi sanki daha iyi
olacaktı. Adalet Bakanı’nın dönmelerine sevinemediği 8 erin ailelerine
kavuşmalarının, hayatta olmalarının hiç mi önemi yoktur? Bunu değerlendirmek
için hukuk bilgisine bile ihtiyaç yok ki... Yasama dokunulmazlığı kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 134- DTP MİLLETVEKİLİ İBRAHİM BİNİCİ’NİN TERÖR ÖRGÜTÜ MENSUBUNUN CENAZESİNDE YAPTIĞI BASIN AÇIKLAMASI: İran-Irak sınırında öldürülen terör örgütü PKK
mensubu Ayfer Serçe ile ilgili olarak 29.07.2007 tarihinde Viranşehir
ilçesinde yasa dışı sloganların atıldığı örgütün elebaşının posterlerinin
açıldığı, sözde bayraklarının sergilendiği gösteri sırasında basın açılaması
yapan DTP Milletvekili İbrahim Binici’nin “Kürt halkına karsı tüm bu vahşi ve
kanlı yönelimler Türk ve İran Devletlerinin es zamanlı olarak
gerçekleştirdikleri operasyonlarla direk bağlantılı olduğu bilinmelidir” gibi
sözleri nedeniyle islemiş olduğu halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçu
nedeniyle hakkında açılan kamu davası halen Viranşehir Asliye Ceza
Mahkemesinin 2007/39 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir. Dava
halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 135- DEHAP’IN DTP’YE KATILIS BİLDİRGESİ: Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik
eylemleri odağı olduğu gerekçesiyle hakkında Anayasa Mahkemesi’ne kapatma
davası açılmış olan Demokratik Halk Partisi (DEHAP) parti meclisi ve il
başkanlarının katılımıyla 16 Ağustos 2005 tarihinde “ Demokratik Toplum
Hareketi’ne katılım” adı altında gerçekleştirdikleri toplantının sonuç
bildirgesinde DEHAP’ın “…ciddi bir tecritle iç içe yaşatılan sayın Abdullah
Öcalan’ın sorunun çözümünde muhatap olma bakış açısının kabulünde rolünü
oynamaya çalıştığı….” beyanla, bundan sonra yola Demokratik Toplum Hareketi
(daha sonra DTP olarak partileşen oluşum) bünyesinde devam edeceklerini
deklare etmeleri nedeniyle Tuncer Bakırhan, ve diğer ilgililer hakkında suç
ve suçluyu övme suçundan açılan kamu davası halen Ankara 3. Sulh Ceza
Mahkemesinin 2007/265 esas sayılı dosyası üzerinden devam etmektedir.
Hakkında açılan kapatma davası dikkate alındığında DEHAP’ın üstlendiği görevi
belirterek, aynı yönde çalışmak için DTP’ye katılması, davalı partinin asıl
amacının terör örgütü ve liderinin savunulması olduğunu açıkça
kanıtlamaktadır. SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 136- DTP ANKARA İL YÖNETİCİSİNİN YASADIŞI GÖSTERİLERİ ORGANİZE ETMESİ: 11 Eylül 2007 tarihinde Ankara TED Koleji çok katlı
otoparkında ele geçen düzenekli patlayıcı yüklü Mercedes Vito marka araçla
ilgili yapılan soruşturma sırasında ulaşılan zanlı Alpaslan Özkan
ifadelerinde Ankara’da üniversitelerde okuyan öğrencilere PKK propagandası
yapılarak örgüte eleman kazandırılması amacıyla kurulan Gençlik Kültür
Merkezi (GKM)’nin DTP Ankara il yönetiminde görevli Fevzi Kara isimli sahsa
ait olduğunu, yine DTP Ankara il yönetiminde görevli Taylan Gürel isimli
sahsın sürekli GKM’ne gelip gittiğini, terör örgütünün yayın organlarında
verilen örgüt ve elebaşısı Abdullah Öcalan lehine yasa dışı eylem
talimatlarının gereğini yapmak üzere Ankara DTP il yönetimince alınan
kararların bu şahıslar tarafından duyurulup, eylemlerin organize edildiğini beyan
etmiştir. Olayla ilgili soruşturma halen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
nezdinde devam etmektedir. SAVUNMA: GKM (gençlik kültür merkezi) gençliğin sosyal,
kültürel maçlı bir araya gelerek çalışma yürüttükleri bir gençlik örgütüdür.
DTP ile organik veya inorganik hiçbir bağlantısı yoktur, parti organı
değildir. Kaldı ki, soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında
ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 137- DTP MİLLETVEKİLLERİ FATMA KURTULAN VE SEVAHiR
BAYINDIR’IN TERÖR ÖRGÜTÜ KAMPLARINDA Eğitim ALMASI: Terör örgütü içerisinde faaliyette bulunduktan sonra
ayrılan Dicle kod S.S. isimli şahıs daha sonra verdiği ifadelerinde; örgüt
içerisinde faaliyet gösterdiği sırada HADEP-DEHAP parti teşkilatından birçok
insanın örgütün kamplarına gelerek siyasi eğitim aldıktan sonra tekrar
Türkiye’ye dönerek bu partiler içerisinde faaliyet gösterdiğini, 2003 yılında
(halen DTP milletvekili olan) Fatma Kurtulan ve Sevahir Bayındır’ın örgüte
ait Şehit Harun kampına geldiklerini, kendilerine üç ay süreyle PJA
içerisinde üst düzey sorumlusu Pelsin kod Gülizar Tural tarafından siyasi
eğitim verildiğini, bu süre zarfında her ikisinin de örgüt kıyafetlerini
giydikleri, eğitimin sonunda siyasi çalışmalarda bulunmak üzere Türkiye’ye
döndüklerini beyan ettiği görülmüştür. Resmi nikahlı esi Salman Kurtulan’ın
halen örgüt içerinde faaliyet gösterdiği anlaşılan Fatma Kurtulan ve Sevahir
Bayındır haklarında olayla ilgili soruşturmaya devam edilmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Fatma
Kurtulan, bu haberleri yayınlarken kendisine ait olduğu iddiasıyla bir başka
sına ait fotoğrafları basan Akşam ve Tercüman Gazeteleri aleyhine dava
açmıştır. Açtığı davalar da devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 138- DTP’Lİ ŞIRNAK
BELEDİYE BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ AÇIKLAMASI: 07 Eylül 2007 tarihinde DTP’li Şırnak BELEDİYE
BAŞKANI Ahmet Ertak’ın Şırnak’ta Fransız haber ajansı “France SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 139- DTP ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI,
DOGUBAYAZIT İLÇE BİNASININ TERÖR ÖRGÜTÜ MERKEZİNE ÇEVRİLMESİ: 21.02.2006 tarihinde kuruluş aşamasındaki DTP
Doğubayazıt ilçe binasında yapılan izinli arama sırasında duvarlarda terör
örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın posterlerinin asılı olduğu, bina içerisinde
“ Ben bir Kürdistanlı olarak, Kürdistan’da sayın Abdullah Öcalan’ı siyasal
irade olarak görüyor ve kabul ediyorum” içerikli Türkçe ve Kürtçe matbu dilekçelerin
bulunduğu belirlenmiştir. Partinin kuruluş çalışmalarını yapan ve terör
örgütü üyeliği suçundan mahkum olduğu önceki cezasını çektikten sonra
cezaevinden 01.11.2004 tarihinde tahliye edilen Ahmet Özbay hakkında terör
örgütünün propagandasını yapmak suçundan açılan kamu davasının yapılan
yargılaması sonucu Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 30.05.2006 gün ve
2006/55-76 sayılı kararı ile 3713 sayılı yasanın 7/2. maddesi gereğince 10 ay
hapis ve 416.00 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği
anlaşılmıştır SAVUNMA: Karar kesinleşmemiştir.
Dava halen derdesttir. Örgütlenme ve ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir 140- DTP ÜYESİNİN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN PROPAGANDASINI YAPMASI: DTP üyesi olduğunu beyan eden Orhan Tunç’un 02.10.2006
ve öncesi tarihlerde Diyadin ilçesinde terör örgütü PKK’nın propagandasını
yapıp, eleman kazandırmaya çalıştığının anlaşılması karsısında hakkında
başlatılan soruşturma Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde devam
etmektedir. SAVUNMA: Zanlı DTP ÜYESİ DEĞİLDİR. Soruşturma halen devam
etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olaydır Başsavcılığın iddiası
öncelikle Anayasa hükümlerine, devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir. 141- DTP’Lİ BELEDİYE
BAŞKANININ TERÖR ÖRGÜTÜNÜ ÖVÜCÜ KONUŞMASI: 02.10.2007 tarihinde öldürülen terör örgütü mensubu
Mehmet Bayram’ın ailesi tarafından Adana ilinde kurulan taziye çadırına gelen
Yakapınar beldesinin DTP’li BELEDİYE BAŞKANI Osman Keser’in burada yaptığı
konuşma sırasında “…bugün acı günü yasıyoruz. Kürdistan halkı bir evladını
daha toprağa verdi ve Hamit arkadaşımızı toprağa verdik. Bu bizim ne ilk
şehidimizdir, ne de son şehidimiz olacaktır…..otuz yıldır silahlarla,
operasyonlarla köylerimizi, coğrafyamızı yok ettiler.Hiçbir sonuç alamadılar
ve alamayacaklardır….” gibi sözlerle açıkça terör örgütünün propagandasını
yapması nedeniyle hakkında başlatılan soruşturma halen Adana Cumhuriyet
Başsavcılığı nezdinde 2007/566 sayılı soruşturma evrakı üzerinden devam
etmektedir. SAVUNMA: Soruşturma halen devam etmektedir. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi
gereken bir olaydır. Başsavcılığın iddiası öncelikle Anayasa hükümlerine,
devamında ulusalüstü belgelere aykırıdır TC ANAYASASI MADDE 38.– (…) Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak
kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu
sayılamaz. Ceza sorumluluğu şahsîdir Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin 16.6.1964 günlü, E:
1963/101, K: 1964/49; 3.11.1983 günlü, E: 1983/4, K: 1983/4 (Muhafazakar
Parti); ve yukarda konu edilen DYP kararlarında, parti kapatma dâvâlarında
Ceza Hukuku’nun bütün kurallarının, bu arada Ceza Hukuku temel prensiplerinin
uygulanacağı, “Kanunsuz suç ve ceza olmaz”, “Kıyasa yer verilemez”, “Şüphe
sanık lehine yorumlanır”, “Kanun boşluğu, ancak yine kanunla doldurulabilir,
yorum ve içtihatla suç ve ceza ihdas olunamaz”, “Ceza sorumluluğu şahsidir.
Bir kimse başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz” ilkelerine de atıfta
bulunularak, CEZA HUKUKUNUN TEMEL, GENEL VE EVRENSEL DEĞERLERİNE ATIFTA
BULUNMUŞTUR. Ve özellikle suç ve cezalara ilişkin Anayasa’nın 38. maddesi
daima göz önünde tutulmuştur 3- İDDİANAMADE YER ALAN 141 EYLEM PARTİNIN
KAPATILMASINI GEREKTİRCEK NİTELİKTE OLMAYIP, 129’U YANİ %93’Ü İFADE VE
ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ GEREKEN OLAYLARDIR: İddianamede,
müvekkil partinin kuruluşundan sonraki, KAPATMAYA NEDEN OLACAK eylemleri
olarak 141 maddelik bir liste oluşturulmuştur. Asgari 200 BİN ÜYESİ bulunan, Müvekkilimiz Partinin kapatılması nedenini oluşturduğu iddia edilen 141
maddelik eylem (!) listesi incelendiğinde; - 129 adet iddianın SÖZLÜ BEYAN VEYA BASIN AÇIKLAMASI
OLDUĞU; - 4 olayda isimleri geçen kişilerin parti üyesi
olmadığı - 8 dava beraatle sonuçlandığı, - 33 davanın halen derdest olduğu - 33 hazırlık soruşturmasının devam ettiği; - 38 davanın Yargıtay aşamasında olduğu, - 9 davada verilen kısa süreli verilen cezalar
nedeniyle cezaların para cezasına çevrildiği; - Bir davada da kısa süreli ceza nedeniyle erteleme
mevcut olduğu anlaşılmaktadır. - Esasen birçok mahkumiyet kararında Ceza
Muhakemeleri K.’nun 231. maddesindeki ‘HÜKMÜN AÇIKLANMASININ ERTELENMESİ’
uygulamasının yapılmadığı, yapılması halinde ‘hiçbir hukuksal sonuç
doğurmayacağı’ İddianameye konu olan 141 eylemin 129’u yani %93’ü
düşünce açıklama özgürlüğüyle ilgili olduğu ve bunların
‘kesinleşmeleri’ halinde bile, birçoğunun AİHM den geri döneceği davalar
niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. 4- İDDİANAMEDE SUNULAN KANITLARIN BİR KISMI GERÇEĞE
AYKIRI, ÇARPITILMIŞ VE HUKUKSAL DEĞERİ OLMAYAN, ZORLAMA KANITLARDIR : İddianamede yer alan 141 maddelik eylem listesinin; - 8 davada verilen BERAAT KARARLARININ Yüksek
Mahkemeden gizlendiği; - 4 ayrı eylemde partili olduğu iddia edilen
kişilerin müvekkil parti ile hiçbir ilişkisi bulunmadığı, - 21. sırasında yer alan “ DTP YÖNETİCİSİ ZEKİ
KILIÇ’IN TERÖR ÖRGÜTÜNÜN EYLEM TALİMATLARINI BİLDİRİ HALİNDE HALKA DAĞITMASI:
İstanbul DTP İl yönetiminde görevli Zeki Kılıç’ın 27.03.2006 tarihinde
bildiri dağıttığı anlaşılmış, eylemine uyan yasadışı örgüt üyeliği suçundan
Türk Ceza Yasasının 220/7 Maddesi uyarınca Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesinin 17.05.2007 gün ve 2007/201 sayılı kararı ile 6 yıl 3 ay hapis
cezası ile cezalandırılmıştır.” ifadesi Sayın Başsavcının amacına ulaşmak
için yüksek Yargıyı yanıltmayı dahi göze aldığının açık kanıtıdır. Çünkü
Başsavcı tarafından müvekkil partinin kapatılmasına kanıt olarak gösterilen
burada sözü edilen kişinin yargılandığı Türk Ceza Yasasının 220/7. maddesi”
Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte
bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır”
hükmünü amirdir. Buna bağlı olarak, anılan kişinin örgüt üyesi olmadığı
Mahkemece saptanmış iken Başsavcılığın, bu kişiden (sanıktan) “örgüt üyesi”
gibi söz etmesi, iddianamedeki önyargılı ve taraflı yaklaşımın en açık
kanıtıdır. 5- İDDİANAME “KURGU VE ÖNYARGI” ÜRÜNÜDÜR: Yukarıda ki açıklamalarımız incelendiğinde, müvekkil
partinin kapatılması için ulusal ve ulusalüstü yasalarca geçerli tek bir
yasal neden ve tek bir yasal kanıtın bulunmadığı ortadadır. Oysaki Başsavcı,
aynı iddianamede, yukarıda KANIT NİTELİĞİ TAŞIMADIĞI açıklanan tümüyle,
iddiayı isbata elverişli olmayan argümanlara dayanarak; “09.11.2005 tarihinde davalı Demokratik Toplum
Partisi kurulmuştur. DEHAP hakkında dava süreci halen devam etmekte olup, bu
arada DEHAP 19.11.2005 tarihinde fesih kararı almıştır. 1990 yılından bu yana
devam eden ve yukarıda özetlenen süreçten anlaşılacağı gibi hemen hemen aynı
kadrolar tarafından kurulup, devam ettirilen HEP; ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP ve
simdi de DTP’nin aynı akıbete uğramaları rastlantı değildir. Söz konusu
partilerin tamamının terör örgütü PKK ile bağlantılı faaliyet gösterdikleri
toplumda inkar edilemeyen bir gerçekliktir. Nitekim davalı parti DTP’de
süreçte görevini yerine getirirken yukarıda bahsedilen olaylarda açıkça
görüleceği gibi tüm eylemlerini terör örgütü güdümünde gerçekleştirmiş,
örgütün ve elebaşısı Abdullah Öcalan’ın savunulmasından başka demokratik
anlamda bir siyasi partiden beklenilebilecek hiçbir girişim veya söylem
geliştirmemiş, deyim yerinde ise kendisini terör örgütü savunmanlığına
özgülemiştir. Terör örgütüne terör örgütü diyememenin yanında “kardeşlerimiz”, “tabanımız”,muhatap alınması gereken
kurum” gibi ifadeler kullanılmış, parti binaları örgüt kampları gibi terörist
resimleri, sözde örgüt bayrakları ile donatılmış, örgüt lehine eğitim
faaliyetleri yapılan, terör örgütü ve elebaşı lehine yasa dışı gösterilerin
organize edildiği, teröristlerin buluşma noktası haline getirilmiştir.
Öldürülen terör örgütü elemanları “şehit” olarak tanımlanmış, ROJ TV gibi
örgütün yayın organları birinci derece muhatap alınarak programlarına
partinin her kademesinden kişiler vasıtası ile katılınmış, telefonla canlı
bağlantılar yapılmış, hepsinde de örgüt propagandası içeren, halkı kin ve
düşmanlığa tahrik eden beyanlarda bulunulmuştur. Terör örgütünün yayın organı
olduğu kuskusuz olan, daha önceki versiyonları MEDTV, MEDYA TV gibi
televizyon kanallarının yetkili mercilerin girişimleri üzerine yayın
yaptıkları ülkelerce kapatılması sonrasında kurulan ROJ TV hakkında yine
yayın yaptığı ülke nezdinde yayının engellenmesi girişimlerinde bulunulması
üzerine partinin tüm kademelerinde yer alan görevliler tarafından yoğun bir
şekilde sözkonusu kanalın kapatılmaması için kampanya başlatılmıştır. Davalı
partinin tüm gösteri ve toplantıları, hatta olağan kongreleri dahi terör
örgütü ve elebaşısı lehine atılan sloganlar, taşınan pankartlar, resimler,
sözde örgüt bayrakları, sergilenen şiddet görüntüleri ile gerçekleşmiştir.
Parti mensuplarının eylemleri propaganda boyutlarını asarak şiddet
eylemlerinde görev almaya, terör örgütü bildirilerini halka dağıtmaya,
talimatlara uymayanları tehdide, adliye binalarına bomba koymaya, terör
örgütüne eleman kazandırıp, kırsala göndermeye, teröristlerin talimatlarını
alıp, gereğini yapmaya, partililerin örgüt kamplarına gidip, toplantılara katılmasına,
buralarda eğitim aldıktan sonra ülkeye dönüp faaliyette bulunmaya, hatta
gösterdikleri liyakat gözetilerek milletvekili olmaya, terör örgütünün ihtiyaçlarını
karşılamak için halktan para toplamaya dönüşmüştür. Davalı partinin eylemlerinin
demokratik hukuk düzeninde olması gereken hiçbir unsuru taşımadığı gibi,
olmaması gereken tüm unsurları taşıdığı tartışmaya yer vermeyecek bir
gerçeklik olarak önümüzdedir. PKK’lı teröristlerin yol kesip, 22 Temmuz 2007
tarihinde yapılan milletvekilliği seçimleri için DTP destekli seçime giren
(seçimden sonra DTP’ye katılan bağımsız adaylara oy verilmesi için propaganda
yapması durumun ne derece vahim olduğunun kanıtıdır.” İddiasında bulunmakta hiçbir sakınca görmemiş. II- DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ DEMOKRATİK TOPLUM
PARTİSİ’NİN TÜZÜK VE PROGRAMI Demokratik Toplum Partisi’nin Tanımı: Demokratik Toplum Partisi, demokratik uygarlık çağı
değerleri olan özgürlükçü, eşitlikçi, adaletçi, barışçı, çoğulcu, katılımcı,
çok kültürlü toplumu zenginlik olarak gören ve yenileşmeyi savunan; insan ve
toplum odaklı diyalog ve uzlaşıya dayalı, otoriter-merkezi-hiyerarşik siyaset
yapma tarzı yerine; demokratik-yerel-yatay işleyişi benimseyen, demokratik iç
işleyişi kararlılıkla savunan, barışçıl demokratik siyaseti esas alan,
evrensel değerlere sahip çıkan, her türlü ayrımcılığı ve ırkçılığı ret eden,
insanlığın özgürleşmesini cinsler arası eşitlikte gören, bu temelde özgür,
demokratik-ekolojik toplumu hedefleyen demokratik özgürlükçü eşitlikçi sol
bir kitle partisidir. Demokratik Toplum Partisi’nin Amacı Demokratik Toplum Partisi; Türkiye’nin hukuki,
siyasi, idari, sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer bütün alanlarda kapsamlı
demokratik reformlarla yeniden yapılandırılmasını ve bu sürecin etkin ve
kalıcı kılınabilmesi için toplumsal barışın sağlanmasını acil bir ihtiyaç
olarak tespit eder. Bunun için, halkın demokratik iradesine dayalı, etnisite,
sınıf, cins ayrımı yapmadan, başta emeğiyle geçinen tüm toplumsal kesimler
olmak üzere, kadın, gençlik ve farklı inanç gruplarının ortak mücadele örgütü
olarak, kuruluşu ve işleyişiyle özgürlükçü demokratik siyasal mücadelesini
kurumlaştırarak yürütür. AB sürecini salt bir devletler topluluğu değil, aynı
zamanda bir halklar topluluğu olarak da gören DTP, bu süreci kararlılıkla
savunur. Türkiye’nin AB sürecinin gerektirdiği reform ve düzenlemelerin
hayata geçirilmesinin takipçisi olmak ve bu sürecin toplumun en geniş çıkarlarına
hizmet etmesi için başlamış bulunan müzakere sürecine aktif katılımı öngörecek
girişimlerde bulunur. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkler, Kürtler ve diğer
etnik gruplar tarafından kurulduğunu ve kardeşliğin temelinin tarihin
derinliklerinde yattığını beyan eder; halkların geleceğini ve Kürt sorunun
çözümünü ortak vatanda özgür birliktelikte ve Demokratik Cumhuriyette görür. Demokratik bir mücadeleyle evrensel hukuk kurallarına
uygun yeni bir anayasa çerçevesinde, barışçıl, özgürlükçü, adaletçi,
eşitlikçi, değişimci, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi, ihtiyaçlara
dayalı yaygın örgütlü sivil toplumu, demokratik siyasi, herkesin kendi kimlik
özelliklerini geliştirebileceği toplumsal bir yapıyı savunur. Devleti, kutsal ve halkın üzerinde gören anlayış yerine,
devleti halkın hizmetine sokacak düzenlemeler yaparak otoriter-bürokratik
devletin giderek küçülmesini öngörür. Yasak ve tabuları temel alan
anlayışların terk edilmesi; bireysel, kolektif, siyasal, ekonomik, sosyal ve
kültürel temel hak ve özgürlüklerin etkin biçimde kullanılmasını sağlayacak
siyasal ve toplumsal bir yapılanmanın oluşturulması; herkese ayrımsız,
anadilinde eğitim ve öğretim hakkının sağlanması, basın, düşün, kültür-sanat
ve diğer alanlarda özgürlükçü ve demokratik anlayışın yerleşmesi için
mücadele eder. Cins ayrımcılığı ve kadına yönelik her türlü şiddeti
ret eder, toplumun özgürleşmesinin kadının özgürleşmesine bağlı olduğundan
hareketle, yaşamın tüm alanlarında cinsler arası eşitliğin yaratılabilmesi
için; hukuki, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel tedbirlerin alınmasını
sağlar. Cinsiyet özgürlüğünü sağlamanın demokratik toplum
hedefine ulaşmada belirleyici bir etken olduğundan hareketle, cinsiyet
özgürlüğü önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması için başta
kadınların öz iradesine dayalı olarak gelişecek kadın örgütlülüğünü
yaratarak, kararlılıkla mücadele eder. Gençliği, özgür ve demokratik geleceği yaratmanın
temel dinamiği olarak görür. Gençliğin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik
yaşamda kendini ve toplumu geliştirmesinin önündeki her türlü engelin
kaldırılması ve gençliğin özgür örgütlülüğünü yaratarak siyasetin
gençleştirilmesi için mücadele eder. Ulusal ve küresel ekonominin dengeli uyumu temelinde
kamu ve özel mülkiyetin birlikte ele alındığı, rantçılığa karşı üretken
sermayeye yer veren, sosyal adaleti her alanda gerçekleştiren, yoksulluğa ve
açlığa karşı adil paylaşımı ve üreticiliği ön gören bir felsefeyle hareket
eder. İnsanlığın geleceğinin doğa ve çevre ile uyumlu
demokratik bir toplumdan geçtiğini savunur; doğa üzerinde sistemli bir
şekilde sürdürülen tahribatı sona erdirecek ekolojik-demokratik bir toplumun
yaratılması için mücadele eder. Her türlü inancın kendisini özgürce ifade
edebileceği, devletin tüm inançlara eşit mesafede duracağı, bilimsel düşünceyi
esas alan, özgürlükçü, demokratik laiklik anlayışın esas alınması için
mücadele eder. Türkiye’nin katı merkeziyetçi ve tekçi yapılanmasına
karşı yerinden yönetimi ve yerel demokrasinin geliştirilmesini savunur. Yerel
demokrasinin bir an önce hayata geçirilebilmesi için, Türkiye’nin mevcut
idari işleyişinde gerekli acil reformları gerçekleştirmeye yönelik kapsamlı
çalışmalar yürütür, bu amaç doğrultusunda bilimsel araştırma ve tartışmalar
geliştirir. Demokratik Toplum Partisi, yaşamın her alanında kadın-erkek
eşitliğinin sağlanmasını savunur. Kadın-erkek eşitliğinin siyasal alanda
uygulanabilmesi için her türlü önlemi alır. Kadın-erkek eşitliğini en üst
düzeyde sağlamak üzere “eşbaşkanlık” sistemini savunur ve bunun
kurumsallaşması için mücadele yürütür. DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ, AB’YE TAM ÜYE OLMUŞ BİR
TÜRKİYE’Yİ HEDEFLEMEKTEDİR Dünyadaki değişim ve dönüşümler, insanlığın
paylaştığı ortak değerler noktasında bireyleri ve sistemleri demokratikleşmeye
zorluyor. Demokratikleşmenin önemli bir boyutu da, siyasetin
demokratikleşmesidir. Bu da ancak farklı toplumsal taleplerin belirli bir
zeminde karşılanması, tartışılması, uzlaşması ve karar süreçlerine
ulaşmasıdır. Türkiye’nin dış politikada söz sahibi olabilmesi,
ancak iç ve dış kamuoyunun desteği ile yapacağı cesur reformları, ayrıca
ekonomik istikrar ve demokratikleşmeyi başarmasına bağlıdır. Radikal bir
hukuk reformuyla bunlar mümkündür. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, Kopenhag
Kriterlerinde ifadesini bulan, sürece ve pratik içinde daha somutlaşacak olan
ilke ve kuralların benimsenmesini gerektirir. DTP, Türkiye’nin çağcıl bir dünya ülkesi olması için,
iç ve dış diplomasi girişimleriyle her platformda büyük gayretler
göstermiştir. Türkiye’nin AB’ye tam üye olması için ülkede kamuoyu
oluşmasında, ülke dışında tüm diplomasi olanaklarıyla en büyük çabayı
gösteren partidir. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri, her alandaki
büyüme ve çağdaşlaşma stratejisini AB’ye katılmada görmüştür. DTP’nin program
ve siyasetinin önemli bir ayağı da bu stratejinin gerçekleştirmesini
hızlandırmaktır. DTP, Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü içinde, barışı,
toplumsal uzlaşmayı ve demokratikleşmeyi savunur. Bunu partinin tüm resmi
başvurulu eylem ve etkinlikleriyle, her kademedeki tüm yöneticilerinin söylem
ve mesajlarıyla kanıtlanmıştır. Demokrasilerde elbette, muhalif görüşler ve bu
görüşlerin siyasi partileri olacaktır. Var olan sisteme, statükoya alternatif
politikalar oluşturmak; sistemin iktidarını, söylem ve eylemleriyle
eleştirmek, demokrasinin vazgeçilmezliğidir. Bu duruş ve bakış açısı ile meşru eylemleri hukuken
ve siyaseten parti kapatma gerekçeleri olamaz. Görüldüğü gibi Demokratik Toplum Partisi’nin tüzük ve
programı Anayasa ve hukuk düzeni çerçevesi içindedir. Esasen Savcı da
iddianamesinde program ve tüzükten bahsetmemektedir. III- SONUÇ DEĞERLENDİRMELERİ: III/I- DAVADAKİ HUKUKSAL DURUM. (2001 ÖNCESİ /2001/4709 SAYILI DEĞİŞİKLİK SONRASI
DURUM ANAYASAL ve YASAL NORMLAR) Öncelikle belirtelim ki Anayasamızdaki 2001
değişiklikleri öncesinde; Türkiye’ye karşı 11. maddenin ihlali iddiasıyla
yapılan başvuruların önemli bir kısmı, kapatılan siyasi partilerle ilgilidir.
Bu başvurular içinde AİHM, kapatılan 6 siyasal parti bakımından 11. maddenin
ihlal edildiğine karar vermiştir: TBKP, SP, ÖZDEP, HEP, DEP ve STP. Buna
karşılık Refah Partisinin başvurusunda herhangi bir Sözleşmeye aykırılık
saptanmamıştır. Siyasal partilerin kapatılması konusundaki AİHM
içtihadı, bu konudaki ilk başvuru olan Türkiye
Birleşik Komünist Partisi (TBKP) ve diğerleri [28] davasında ortaya
konulmuştur. Bu başvuruda 4 Haziran 1990’da kurulan TBKP’nin Anayasa
Mahkemesi’nce 16 Temmuz 1991’de kapatılmasının[29]
ve parti liderlerinin bir başka siyasal partinin kurucusu ve yöneticisi
olmalarına getirilen yasağın 412 [30]
örgütlenme özgürlüğünü ihlal ettiği ileri sürülmüştür. Kararında öncelikle 11. maddenin bu davada
uygulanabilirliği Sorununu ele alan AİHM, 11. maddenin siyasal
partilere uygulanamayacağı yönündeki Hükümet tezini kabul etmemiş ve siyasal
partilerin de 11. maddenin korunmasından yararlanacağı görüşüne ulaşarak, 11.
maddeyi uygulanabilir bulmuştur. TBKP’nin kapatılmasının 11. maddeye
uygunluğunu incelerken de, başvurucuların örgütlenme özgürlüğüne bir
müdahalenin varlığını saptamış ve bu müdahalenin – Anayasanın ve 2820 sayılı Siyasal
Partiler Yasasının ilgili hükümleri çerçevesinde – “ hukuken öngörüldüğünü”
ve -m. 11/2’de sayılan –enaz bir “meşru amaca” (ulusal güvenlik) dayandığını
kabul etmiştir. TBKP’nin kapatılmasını “demokratik toplumda gereklilik”
koşulu bakımından incelenmesi sonucunda ise, bu müdahalenin “gerekli
olmadığı” görüşüne varmıştır: Mahkeme bu bağlamda, TBKP’nin henüz faaliyetlerine
başlamadan kapatılmasını ve kapatma kararının yalnız partinin tüzüğüne ve
programına dayandığını kaydetmiştir (par. 51). Anayasa Mahkemesi’nin TBKP’yi
kapatma kararının iki gerekçeyle verildiğini dikkate alan AİHM, daha sonra bu
gerekçeleri değerlendirmiştir. Bu gerekçelerden biri, -2820 sayılı Yasa m.
96/3’e aykırı biçimde- partinin adında “komünist” sözcüğünün bulunmasıdır.
AİHM’ye göre, bir siyasal partinin seçtiği isim, ilke olarak, tek başına
kapatma kadar köklü bir önlemi meşrulaştıramaz. TBKP’nin “komünist” olarak
adlandırılmayı seçerken “ Türk toplumuna ya da Türk devletine gerçek bir
tehdidi temsil eden bir politikayı seçtiğini gösteren herhangi bir somut
kanıtın olmadığı” kanısına varan AİHM, yalnız partinin ismine dayanan bir
kapatma önleminin kabul edilemeyeceğini belirtmiştir (par. 54). TBKP’nin kapatılma kararının gerekçelerinden ikincisi
ise, Anayasa Mahkemesi’nin partinin tüzüğü ve programında “devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırılık saptamış olmasıdır.
AİHM, TBKP’nin programında Kürt halkına, ulusuna ve yurttaşlarına atıfta
bulunulmuş olmasına rağmen, Kürtlerin Türk nüfusundan ayrılmasının talep edilmediğini
dile getirmiş (par. 56) ve bu bağlamda ifade özgürlüğünün önemini
vurgulayarak, bir siyasal grubun yalnız nüfusun bir kısmının durumunu kamusal alanda tartışmaya ve
demokratik kurallara uygun çözümler bulmaya çalıştığı için engellenmesinin
meşru olmadığını belirtmiştir (par. 57). TBKP ve diğerleri kararının önemli yönlerinden biri,
bu davada Sözleşmenin 17. maddesinin uygulanmasına gerek duyulmamış
olmasıdır. Kararın bu yönü, Alman komünist Partisinin kapatılmasının şikayet
edildiği eski bir başvuruyla ilgili Komisyon kararı göz önünde tutulduğundan
önem taşımaktadır: 1956’da Alman Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Alman
Komünist Partisinin başvurusunu Komisyon, -Sözleşmedeki hak ve özgürlükleri
yok etmek için Sözleşmedeki ilkelerin kötüye kullanılamayacağını öngören- 17.
maddeye dayanarak kabul edilemez bulmuştur. [31]
TBKP başvurusu hakkında ise Sözleşme organları, TBKP’nin Alman Komünist
Partisinden farklı olduğunu vurgulayarak, 17. maddenin uygulanmasına gerek
olmadığı görüşüne varmışlardır: Bu bağlamda Komisyon, TBKP’nin siyasal
hedeflerine yalnız yasal yollarla ulaşmak istediğini belirtmiş ve bu bakımdan
TBKP’nin “devrimci yolla proletarya diktatörlüğü kurma amacını izlediğini
açıkça bildiren” Alman Komünist Partisinden ayrıldığını dile getirmiştir.[32] AİHM de, TBKP hakkındaki
kapatma kararında Anayasa Mahkemesi’nin “TBKP’nin, ismine rağmen, bir sosyal
sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenliğini kurmaya çalışmadığını, tersine,
siyasal çoğulculuk, genel seçimler ve siyasete katılma özgürlüğünü içeren
demokrasinin gerekliliklerine uyduğuna” dair tespitlerine büyük ağırlık
verdiğini dile getirmiş ve bu bakımdan TBKP’nin Alman Komünist Partisinden
açıkça farklı olduğunu vurgulamıştır (par 54). TBKP’nin tüzüğü ve programında
Sözleşmeye dayanarak Sözleşmedeki hak ve özgürlüklerin yok edilmesinin
amaçlandığına dair bir şey görmediğini belirten AİHM, sonuç olarak bu davada
17. maddenin uygulanmasına gerek olmadığı kanaatine varmıştır (par 60). AİHM, TBKP ve diğerleri kararından sonra, ikinci
olarak Sosyalist Parti (SP) ve
diğerleri[33]
davasında 11. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir. 1 Şubat 1988’de
kurulan sosyalist Parti, Anayasa Mahkemesi’nin 10 Temmuz 1992 tarihli
kararıyla [34] kapatılmıştır. Kapatılma gerekçesi, partinin Genel Başkanı Doğu
Perinçek’in konuşmalarında “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne” aykırılık saptanmış olmasıdır. AİHM, kapatılma önleminin
“demokratik toplumda gerekliliğini” incelerken, TBKP kararında olduğu gibi,
öncelikle demokrasilerde ifade özgürlüğünün siyasal partiler açısından
taşıdığı önemi vurgulamıştır (par. 41). Daha sonra ise partinin
kapatılmasının Perinçek’in konuşmalarına dayandığını dikkate alarak, bu
konuşmaların içeriğini incelemiştir: AİHM, “Sosyalist Partinin siyasal
faaliyetlerinin amacı ile terör örgütlerinin amacını aynı” (par. 43) bulan
Anayasa mahkemesi’nin görüşüne katılmamış ve Perinçek’in konuşmalarında
şiddet kullanmaya, ayaklanmaya çağıran ya da herhangi bir şekilde demokratik
ilkeleri reddeden bir şey görmediğini belirtmiştir: “Tersine, Perinçek birçok
defa seçim sandığı ve referandum yoluyla demokratik ilkelere uygun olarak,
önerdiği politik reforma ulaşma ihtiyacını vurgulamıştır” (par. 46). AİHM, Perinçek’in
konuşmalarında “Türklerin ve Kürtlerin eşit biçimde temsil edileceği ve
gönüllülük temelinde demokratik ilkelere göre bir federal sistemin kurulması”
amacının yer aldığını, bu konuşmalar da “Kürt ulusunun self-determinasyon
hakkı” ile “ayrılma hakkı”na referansta bulunulduğunu da belirtmiş, ancak
bu ifadeleri Anayasa Mahkemesi’nden farklı yorumlamıştır: AİHM’ye göre,
bu ifadeler kendi bağlamlarında okunduğunda, Türkiye’den ayrılmayı teşvik
eden ifadeler değildir, daha çok Kürtlerin özgür rızaları olmadan önerilen
federal sistemin mümkün olamayacağını vurgulamak tadır. “Mahkemenin görüşüne
göre , böyle bir politik programın Türk devletinin mevcut ilkelerine ve
yapısına uygun sayılmaması, demokrasinin kurallarına aykırı olduğu anlamına
gelmez. Demokrasinin özü, demokrasinin kendisine zarar vermemek koşuluyla,
bir devletin mevcut örgütlenme şeklini tartışmaya çağırsa bile, çeşitli
politik programların önerilmesine ve tartışılmasına izin vermektir” (par.
47). Siyasal partilerin demokrasilerin işlemesindeki önemli rolünü dikkate
alarak, siyasi partiler söz konusu olduğunda 11. maddedeki istisnaların dar
yorumlanması gereğini vurgulayan (par. 50) AİHM, bu olaydaki müdahaleyi
“radikal” bir müdahale olarak yorumlamıştır. Sosyalist Parti temelli olarak
kapatılmış, malvarlığı Hazineye geçmiş ve liderleri benzer siyasi
faaliyetlerden yasaklanmıştır. Mahkemeye göre, bu önlemler yalnız çok ciddi
olaylarda uygulanabilecek kadar ağırdır (par. 51). Sonuç olarak Mahkeme, bu
önlemleri izlenen amaçla “orantısız” bularak, Sözleşmenin 11. maddesinin
ihlal edildiğine karar vermiştir. AİHM’nin Sosyalist Parti ile ilgili bu kararı,
Türkiye’nin bu kararın gereklerini yerine getirmemesi nedeniyle, Avrupa
Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye’nin Sözleşmeden doğan yükümlülüklerini
hatırlatmasına da yol açmıştır: AİHM’nin 25 Mayıs 1998 tarihinde verdiği bu
karardan sonra Perinçek’in aynı ifadeleri nedeniyle süren yargılama süreci
tamamlanmış ve Yargıtay 8 Temmuz 1998’de Perinçek hakkındaki 14 aylık hapis
cezasını onamıştır. Perinçek’in 29 Eylül 1998’de cezasını çekmeye başladığını
ve hakkındaki siyasal faaliyet yasağının sürdüğünü belirten Bakanlar
Komitesi, Türk makamlarından Perinçek hakkındaki mahkumiyet kararını bütün
sonuçlarıyla ortadan kaldırma yükümlülüğünü gecikmeksizin yerine
getirmelerini istemiştir.[35] Türkiye’nin bu konuda bir
adım atmaması üzerine, Bakanlar Komitesi ikinci bir karar alarak istemini
yinelemiştir.[36] Gerek Sosyalist Parti, gerek TBKP hakkındaki AİHM
kararlarından sonra, kapatılan bu partilerin liderleri hakkındaki siyaset
yasağının sürmesi, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin gündemine girmiş
ve bazı parlamenterler, sözkonusu kararların uygulanması hakkında Bakanlar
Komitesi’nden bilgi istemiştir.[37] AİHM, üçüncü olarak Özgürlük ve Demokrasi Partisi
(ÖZDEP)[38] başvurusunu incelemiştir.
19 Ekim 1992’de kurulan ÖZDEP hakkında Anayasa Mahkemesi 23 Kasım 1993’te
kapatma kararı vermiştir.[39] Partinin kapatılma
gerekçesi, programında “devletin bölünmez bütünlüğüne” aykırılık
saptanmış olması ve partinin programında Diyanet İşleri Başkanlığının
kaldırılmasının savunulmasının laiklik ilkesine aykırı bulunmasıdır. AİHM,
bu gerekçeleri dikkate alarak kapatılmaya neden olan programdaki ifadeleri
incelemiş ve bu ifadelerde şiddet kullanmaya, ayaklanmaya çağıran ya da
demokratik ilkeleri reddeden bir yön görmemiştir. Bu saptamayı önemli bir
faktör olarak kararında dikkate alacağını vurgulayan Mahkeme, ÖZDEP’ in
“genel seçimler yoluyla belirlenen halkın temsilcilerinden oluşan demokratik
bir meclisin yaratılmasını önerdiğini” ve “Kürt sorununa barışçı ve
demokratik bir çözümü desteklediğini” kaydetmiştir (Par. 40). AİHM, ÖZDEP’ in
programında “ulusal ve dinsel azınlıkların selfdeterminasyon hakkı”ndan söz
ettiğini belirtmiş, ancak bu ifadeleri Türkiye’den ayrılmayı teşvik edici
nitelikte bulmamıştır (par. 41). AİHM’nin kararındaki önemli vurgulardan
biri de, ÖZDEP’ in programındaki ifadeler nedeniyle kapatılmasını,
“yalnız ifade özgürlüğünü kullandığı için cezalandırıldığı” biçiminde
yorumlamasıdır (par. 42). Sonuç olarak, ÖZDEP’in kapatılmasını izlenen amaçla
“orantısız” bularak “demokratik toplumda gerekli olmadığı” görüşüne varan
AİHM, 11. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir. Bu bakımdan Yüksek Mahkememizin, yukarıda
müvekkilimiz Partinin ‘Tüzük ve Programı’na ilişkin bölümde
belirttiğimiz niteliklerine değer vereceğine de inanıyoruz. AİHM, Halkın
Emek Partisi (HEP)[40]ve
Demokrasi Partisi (DEP)[41]başvurularında
da bu partilerin kapatılmasının 11. maddeyi ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır.
Anayasa Mahkemesi her iki parti hakkındaki kapatma kararını da, “devletin
bölünmez bütünlüğüne” aykırılık gerekçesiyle vermiştir.[42] 2001 Anayasa değişikliğinden sonraki durumu kısaca
değerlendirdiğimizde, hem Anayasal düzlemde, hem de yasal düzlemde; gerek
siyasal partilerin kapatılması, gerek temel hak ve özgürlüklerin anası olan
‘ifa özgürlüğü’ ve bu özgürlüğün ayrılmaz parçası olan ‘örgütlenme
özgürlüğüne’, özellikle AY.90/son düzenlemesi ile genişlemeler geldiğini
ifade etmek gerekir. Bu bakımdan, iş bu davamızda kullanılması gereken
ölçütler ve kanıtlanması gereken unsurlar, Avrupa ölçeğinde İHAS, İHAM
düzenlemeleri kararları ile belirlenen kurallar ve Anayasa’da yapılan son
düzenlemeler gereğince ortaya konmalı, tartışılmalı ve karara bağlanmalıdır.
Bu bakımdan, 2001 değişikliğinin getirdiği yeni hukuki statü, dikkate alınmalıdır: 1- Şiddetin söz konusu olup olmadığı: parti program,
tüzük, Parti karar Organlarının, karar ve eylemleri
bakımından şiddet öğesinin mevcut olup olmadığı test edilmelidir. Bu, genel
ilkedir. 2- Ölçülülük ilkesi: 2001 Anayasa değişikliği ile, bu
ilke siyasal partilere yaptırım uygulanması konusunda açıkça öngörülmüştür.
Anayasaya aykırılık varsa, yaptırım gerekir, ancak yaptırım ölçülü olmak
zorundadır. Dolayısıyla, Anayasa mahkememizin elinde artık ‘aşamalı yaptırım’
için olanak da mevcuttur. 3- ‘Odak’ kavramının doğrudan Anayasada tanımlanmış
olması, Siyasi Partiler lehine bir düzenleme (güvence) dir. 4- Zira, a) en üst normda belirleniyor b) AYM ön
sorun yoluyla artık iptal edemeyecek 5- Odak kavramının tanımı Anayasa Mahkemesi’ne de bırakılmıyor. Bu durum karşısında,
Başsavcılığın kapatma talep edebilmesi için, 69/6’da yapılan odak tanımındaki
öğeleri teker teker kanıtlaması gerekir. Kapatmaya gerekçe oluşturabilecek
eylemler, yasada tanımlanan çerçeveyle çakışmadığı takdirde, kapatma kararı
verilemeyecektir. 6- Bu çerçevede kapatma, ya üyelerce yoğun biçimde
ortaya konan eylemlerin parti tarafından benimsendiği, ya da doğrudan parti
merkezi tarafından kararlılık ve süreklilik içinde (bir anlamda, istikrarla,
alışkanlık haline getirerek ve inatla) işlenmiş olmasının ispatlanması
koşullarından birine bağlıdır. 7- Son yıllarda konuya AB uyum sürecinde ve İHAS’a
Uygulamaları sürecinde bakacak olursak, siyasal partileri kapatma yaptırımını
tamamen istisnai kılan şu gelişmeleri kaydedebiliriz: bilindiği gibi,
Türkiye’nin siyasal partileri kapatma yönündeki yoğun uygulaması, Avrupa
anayasa hukuku ve anayasa yargısına mal olmuş bir olgu. Aslında bunu 3
faktörle açıklıyorduk: a. Birincisi, mevzuatın katı özelliği idi. 12 Eylül
dönemi anayasası ve SPK, siyasal partiler için çok dar bir faaliyet alanı
bırakıyordu. b. İkincisi ise, siyasal partilerin zaman zaman
sorumluluk duygusundan uzaklaşmaları idi. Bunda, siyasal partilerin örgütsel
süreklilik temelinde faaliyetlerini sürdürememelerinin payı bulunmaktadır. c. Anayasa Mahkemesi de, bu bağlamda siyasal
partilere anayasal ve yasal mevzuatı zaman zaman katı bir şekilde
uygulamıştır. İşte bu üç faktörün bir araya gelmesi, kapatılan
parti sayısını artırdığı gibi, Türkiye’de demokratikleşme sürecini de sekteye
uğratmıştır. 8- Son yıllara ilişkin anayasal ve siyasal
gelişmeler, yakın geçmişte tanık olunan bu olgular ışığında nasıl anlamlandırılabilir? a. Öncelikle, 1982 Anayasası’nda 1995 değişiklikleri
ile yetinilmemiş; 2001’de yapılan değişikliklerle, partilerin kapatılması
kademeli yaptırım sistemi ile ileri derecede zorlaştırılarak, istisnai bir
hale getirilmiştir. b. Siyasal aktörler olarak partiler de, geçen yıllara
oranla, işlem ve eylemlerini daha bir sorumluluk içerisinde yürütmüşlerdir. c. Anayasa Mahkemesi de, bütün bu değişmeler ve
gelişmeler ışığında, partilere daha esnek bir yaklaşımda bulunmak
durumundadır. AYM’nin içtihadlarını özgürlükler ve demokrasi
yönünde dönüştürmesinde, iç gelişmeler kadar İHAM ölçütleri ve bu konuda
ülkemizdeki ‘Siyasi Parti Kapatma Kararları’ ile ilgili verdiği kararlarda
rol oynamıştır. Buna paralel olarak, İHAM’ın da zaman zaman AYM
içtihadlarından etkilendiği dikkate alınırsa, aslında siyasal partiler, AYM
ve İHAM içtihadı arasında etkileşim süreci de pekiştirmiştir. Ancak buna karşın; İHAM, İHAS’ı siyasal çerçevesi
bulunan bir ‘anayasal belge’ olarak nitelemiş ve işte kendisini de, bu
belgenin çerçevelediği demokratik rejimin bekçisi olarak ilan etmiştir,
diyebiliriz. Anayasa yargılamasında bugün iki “Çevre” ya da
“Düzeyin varlığı sorusu: İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi “ANAYASA MAHKEMESİ”
midir? [43] İnsan Haklan Avrupa Mahkemesi, “DEMOKRATİK TOPLUM
DÜZENİ HUKUKU”NDA, özellikle “Ezelin Fransa’ya karşı” ve “Türkiye Birleşik
Komünist Partisi” davalarında, toplantı ve Örgütlenme hürriyetleri ile ifade
hürriyeti arasında bir bütünlük kurdu ama, inanç hürriyeti İle bu hürriyetler
arasında “TERS SİMETRİ YASASI”nı da uyguladı. Bu durumda bu hürriyetler RESMİ ANAYASA İDEOLOJİSİ
ile kayıtlanabilir mi? Düşünce açıklama ve parti kapatma davalarında, MERMER
-Resmi Anayasa İdeolojisi / MOZAİK - Demokratik Toplum Düzeni’nin plüralist
ortak hukuku - ikileminin anlamı bu soruya getirilecek cevapta (BÖLÜM İKİ).[44] Özellikle A.Y.90/son madde de yapılan değişiklikle de
durum değerlendirildiğinde, Anayasa’nın normlarını düzenleme tekeli olan
Yüksek Mahkeme (AYM) gibi, İHAS’ın normlarını yorumlama tekelinin de İHAM da
olduğu görünmektedir. Ve Yeni Siyasi Partiler Yasası ile Anayasa’nın gerek
‘siyasi partilere’ yönelik, gerekse ‘temel hak ve özgürlüklere’ yönelik
değerlendirmelerini A.Y.90. madde ile İHAM içtihatları ile birlikte
değerlendirme gereği doğmaktadır. Çünkü, A.Y.90. maddede ‘doğrudan uluslar
arası mahkemeler’ veya ‘İHAM içtihatlarını’ ifade etmemiş olması sonucu
değiştiremez. Çünkü sonuçta nasıl ki Anayasamız’daki ‘normları’, özellikle
özgürlükleri ‘nasıl anlayacağımız ve hatta nasıl yaşama geçirileceği’
sorusunun yanıtı, Anayasa Mahkemesi içtihadının gösterdiği yolda olacaktır.
Ve de İHAS’ nin gerek normlarını ve gerekse özgürlükler ile ilgili
düzenlemelerini nasıl anlayacağımız sorusunun yanıtını da Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin içtihadı doğrultusunda diye anlamak ve uygulamak
gerekecektir. İnsan Haklan Mekanı’nda “Plüralist ortak bir Hukuk’un
varlığı düşünülebilir mi? Düşünülebilirse bu Hukukun YARGICI kim? İnsan Haklan Avrupa Mahkemesi (İHAM) 29 Nisan 1938
tarihli “Belilos Kararı’nda bu sorulara bir ilk cevap getirmişti. ‘Belilos Kararı”nda Mahkeme, İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi’ne (İHAS) getirilen genel nitelikte “Çekinceleri geçersiz saymış,
İsviçre’nin rezervsiz bağlı olduğu sonucuna varmıştı (4). “Belilos Kararı’nda “Milli-Üstü Bir Mahkeme”, ilk
defa, uluslararası denetime tek taraflı getirilen kayıtlamaları,
Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü 36. madde düzenlemesini dikkate almadan,
geçersiz saydı (5). Avrupa Mahkemesi bu yaklaşımını, 23 Mart 1995 tarihli
ünlü “Loizidou Türkiye’ye karşı Davası”nda da kullandı(6)[45]. Yine bu temel ve genel
çevreler ışığında, davamızda “ODAK OLMA” kavramı ve uygulamasına bakarsak; Öncelikle, “odak olma” kriterinin geçirdiği serüvene,
AYM içtihadına ve İHAM’ın odak olma hakkındaki değerlendirmesine kısaca göz
atalım: 2001 Anayasa revizyonu sonucu
Anayasa 69/6’ya eklenen cümle 2 ile, odak haline gelme kriterinin Anayasal
çerçevesi de çizilmiştir. “Anayasal
çerçeve” diyoruz, çünkü, “yasal
çerçeve”si anayasal organlar arasında uzun ve yoğun bir mücadele ortamına
zemin hazırlamıştır. Daha önce SPK md. 103/2’de düzenlenen kriter, AYM’nin
sonuçlandırdığı iki siyasal parti kapatma dâvası (RP ve FP dâvaları)
öncesinde, ön-sorun mekanizmasının işletilmesi yoluyla, Anayasa’ya aykırı
bulunarak iptal edilmiştir. Her iki durumda da TBMM bu konuyu “ihmal” etmemiş ve yasal norm
boşluğunu doldurmuştur. 2820 sayılı SPK, 4.11.1983 tarihli olup; daha önce,
2001 Anayasa değişikliği ile yürürlükten kaldırılan Anayasa Geçici md. 15/3
korumasındaydı. Dolayısıyla, diğer çok önemli alanlara (dernekler, sendikalar,
toplantı ve gösteri yürüyüşleri, kimlik bildirme, ... vb.) ilişkin yasal
düzenlemeler gibi SPK da, “somut norm
denetimi yolu”yla Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemeyecek normlar
kategorisi içerisinde yer almaktaydı. Gerçi, Geçici md. 15/3 söz konusu
yasaların yasama organı tarafından değiştirilmesine engel değildi ancak, bu
yol her nedense denenmedi. AYM, SPK md. 103/2’yi iptal etmekle, siyasal
partilerin kapatılmasında odak olma kriterinin çerçevesini çizme konusundaki
tüm takdir hakkını kendine tanımış oluyordu. Anlaşılacağı üzere, odak olma
kavramı, Anayasa yargısını üstlenen organ (AYM) ile, Anayasa’yı yasa yaratma
aracılığıyla uygulayan normatif iktidar (TBMM) arasında karşılıklı bir düello
sahnesi yarattı. Ancak, bu mücadelede daha avantajlı olan taraf, hiç
kuşkusuz, gerektiğinde Anayasa’yı değiştirme (türev kurucu iktidar) yetkisine
(ve hatta bu mücadelede rakibi olan Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini
daraltma olanağına) de sahip olan TBMM idi. Beklendiği gibi oldu ve “türev kurucu iktidar” sıfatıyla TBMM,
odak olma kriterini, AYM’nin (ve aynı zamanda, “kurulu iktidar” sıfatıyla TBMM’nin basit çoğunluğunun) asla ve
asla ulaşıp dokunamayacağı en üst norm olan Anayasa’ya taşıdı. 2001 Anayasa Revizyonu ile, siyasal partiler hakkında
kapatma dışında daha hafif nitelikteki “ara
yaptırım”ların öngörülmesinde, Ulusalüstü belgelerin de önemli rolü
olduğu yadsınamaz. Nitekim, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’nin isteği
üzerine, Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’nca, “Siyasal Partilerin Yasaklanması,
Kapatılması ve Benzer Önlemler Hakkında Genel İlkeler” adıyla hazırlanan
ve “Venedik Komisyonu Raporu”
olarak da anılan 10-11 Aralık 1999 tarihli belgenin 3. maddesi, İHAM
jürisprüdansıyla oluşturulan ilkelerin altını bir kez daha çizer: “Partilerin yasaklanması ya da kapatılması
önlemine çok istisnai durumlarda başvurulabilir. Hükümetler ya da devletin
diğer organları, yetkili yargı organından bir partinin yasaklanmasını ya da
kapatılmasını istemeden önce, ülkenin durumunu dikkate alarak, söz konusu
partinin özgür ve demokratik siyasal düzen için gerçek bir tehlike oluşturup
oluşturmadığını, bu tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip
engellenemeyeceğini değerlendirmelidirler”.[46]
. Ayrıca”Guidelines on Prohibition and
Dissoluiton of Political Parties and Analogous Measures” CDL-INF
(2000)-1.Raporun orijinal metnine internet üzerinden erişim için bkz. http://www.coe.fr/venice Odak olma kavramını AYM ne ölçüde kullandı? Yukarıda da belirttiğimiz üzere, AYM odak olma kriterini
çoğunlukla kullanmadı, dolayısıyla değerlendirmedi, değerlendiremedi. Zira,
bu kriteri barındıran yasa hükümlerini ön sorun yoluyla iptal ederek, kapatma
davalarını daha geniş bir hareket alanı içinde sonuçlandırdı. Ancak, odak olma kriteri Anayasa normu haline
getirildikten sonra, AYM artık bu norma dokunamayacağı için, hareket alanı
daraldı. Özetle, artık odak olmanın koşullarını belirleyen bir norm var ve bu
norm ön sorun yoluyla bertaraf edebileceği bir düzeyde de değil. Yani,
partinin, birtakım eylemlerin “odağı” haline geldiğini saptarken, artık
anayasal normdaki koşullarla sınırlı. Peki, ne ölçüde kullandı? Nasıl yorumladı ve
çerçevesini nasıl çizdi? Geriye doğru giderek; son 10 yıla bakalım: Gerekçeli kararları AYM sitesinde yer alan son 7
parti kapatma talebi, hep aynı nedene dayanır: (kurulduğu tarihten itibaren
aralıksız iki dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimlerine katılmama)
Anayol Partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye Özürlüsü İle
Mutludur Partisi, Büyük Adalet Partisi, Türkiye Adalet Partisi, Adalet
Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi. AYM bunlarda hep red kararı verdi. (Kapatma + 46 kişiye 5 yıl siyaset yasağı) 2003/1
Halkın Demokrasi Partisi (Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
aykırı eylemlerin odağı haline gelme) Başsavcı, iddianamesinde odak hükmünü aktarıyor, ama
ne yazık ki hiç değinmiyor, yorumlamıyor ve partini odak haline geldiğini
kanıtlamıyor. HADEP’in ön savunmasında da, bu durum eleştiriliyor. AYM ise,
bu konuda HADEP savunmasını tekrar özetlemekten ileri gitmemiş. (kapatma)
2001/2 Fazilet Partisi (Anayasa’nın 2., 24., 68., 69. ve 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu’nun 78., 86. ve 87. maddeleri uyarınca kapatılmasına karar
verilmesi istemi). FP’nin savunmasında, odak olma kavramının anlamı
geniş biçimde değerlendirilmiş. Şöyle ki: “…İDDİA VE KANITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ I. “Odak’”
Kavramının Anlamı ve Unsurları 1. Anayasal
ve Yasal Durum Anayasa’nın
69. maddesinin altıncı fıkrası “bir siyasi partinin 68. maddenin dördüncü
fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak
onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa
Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar” verileceğini belirtmiş olmakla
beraber, bu hükümde bir partinin hangi hallerde yasak eylemlerin odağı haline
gelmiş sayılacağı açıklanmış değildir. Mamafih, Siyasi Partiler Kanunu’nun
değişik 103. maddesinde odak kavramının tanımına yer verilmiştir. Bu maddenin
ilgili ikinci fıkrası aynen şöyledir: “Bir siyasi parti; birinci fıkrada
yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum
o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen
veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı
haline gelmiş sayılır.” Görüldüğü gibi, Siyasi Partiler Kanunu’nun yeni 103.
maddesi odak olmanın unsurlarını parti üyelerine ve parti organlarına göre
ayrı ayrı düzenlemiştir. a) Yasak
eylemlerin parti üyelerince işlenmesi durumu Bu halde bir
siyasi partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmiş sayılması için iki
şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir: (1) Söz
konusu eylemlerin parti üyelerince “yoğun bir şekilde işlenmiş” olması, (2) Bu
durumun partinin 103. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen organlarınca
zımnen veya açıkça benimsenmiş olması. b) Yasak
eylemlerin parti organlarınca işlenmesi durumu Bu halde bir
siyasi partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmiş sayılması için, bu
eylemlerin belli parti organlarınca “kararlılık içinde” işlenmiş olması
yeterlidir. 2. Odaklaşma
Halinin Alt Kavramları Yasak
fiillerin partide odaklaştığının tespiti sorunu, odaklaşma kavramının analitik
bir incelemesi yapılmadan belirlenemez. Başka bir ifadeyle, gerek hukuki
belirlilik ilkesinin gözetilmesi çerçevesinde siyasi hak ve özgürlükleri
güvence altına alan, belirsizlikten uzak bir hukuki kavrama ulaşılması
gerekse de kelimenin anlamının netleştirilmesi açısından odaklaşma kavramının
unsurları ortaya konulmalıdır. a.
“Yoğunluk” Parti
üyelerinin yasak fiilleri yoğun bir şekilde işlemiş olduklarına hükmedebilmek
için bu fiillerin hem nicelik hem nitelik hem de sıklık açısından
değerlendirilmesi gerekmektedir. Daha açık bir deyişle, “yoğunlaşma”dan söz
edilebilmesi için, her şeyden önce partinin farklı üyeleri tarafından değişik
zamanlarda çok sayıda aykırı fiilin işlenmiş olması gereklidir. İkinci
olarak, bu fiillerin aynı zamanda anayasal bakımdan ağır ihlaller niteliğinde
olması ve sıkça vuku bulması da gerekir. Bu duruma göre, kimi parti
üyelerinin tek tük eylemine bakarak bir partinin anayasal ve yasal anlamda
yasak eylemlerin odağı haline gelmiş olduğu söylenemez. Yoğunlaşma kavramı
ayrıca, yasak fiillerin muhtelif parti üyeleri tarafından düzenli ve sürekli
olarak işlenmiş olmasını da gerektirir. Hatta, bu ihlaller parti teşkilatının
çoğunluğunca yurt sathında yaygın olarak işlenmelidir. Buna göre, parti
üyelerinin ara sıra, meydana gelen ve düzenlilik göstermeyen, münferit ve
arızi eylemlerine dayanılarak o partinin bu nitelikteki fiillerin odağı
haline geldiğine karar verilemez. Nitekim.
Refah Partisi’nin kapatılmasına ilişkin 12.1.1998 tarihli kararında (Anayasa
Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı 34, Cilt 2. s. 1019) Anayasa Mahkemesi “...
‘odak olma’ durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki nitelik
ve nicelik ile bunların tekrarındaki kararlılık gibi öğelerin varlığı
konusunda, milletvekillerinin (...) söz ve eylemlerinin tümü
değerlendirilmedikçe sağlıklı bir sonuca ulaşılama”yacağına dikkat çekmiştir. b. “Zımnen
veya Açıkça Benimseme” Siyasi
Partiler Kanunu’nun ilgili 103. maddesi, parti üyelerinin yasak eylemleri
yoğun bir şekilde işlemiş olmalarını tek başına odaklaşma için yeterli
görmemiş; ayrıca bu durumun partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim
kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki grup genel kurulu veya grup
yönetim kurulunca “zımnen veya açıkça” benimsenmiş olmasını da şart
koşmuştur. Bu demektir ki, birden çok sayıda partilinin yasak eylemleri yoğun
bir şekilde işlemiş olmaları onlar hakkında (SPK 102. maddeye göre partiden
ihraçlarının istenmesi dahil) birtakım müeyyidelerin uygulanmasını
gerektirebilirse de, bu eylemler parti organlarınca benimsenmedikleri sürece
partinin o eylemlerin odağı haline geldiğinden söz edilemez. Ayrıca, dikkat
edilmesi gereken bir nokta da sadece ismen belirtilen parti organlarının bu
eylemleri “benimsemesi” veya onaylamasının partiyi ilzam edecek olmasıdır.
Yani, partinin bu organlar dışındaki merci, makam ve kurulları ile varsa yan
örgütlerinin tutumu odak olma hali açısından nazara alınmayacaktır. Anılan parti
organları, üyelerinin söz konusu yasak fiillerini onayladığını, tasvip ettiğini,
beğendiğini, takdir ettiğini vs. alenen ve sözlü olarak ifade etmek suretiyle
onları doğrudan doğruya benimseyebilirler. Ayrıca, Kanun bu gibi eylemlerin
“zımnen” de benimsenebileceğini belirtmiştir. Bu durumda, parti üyelerinin
eylemlerine ilaveten partinin anılan organlarının bir tutum veya davranışı da
söz konusu olmak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, parti organları parti
üyelerinin yasak eylemlerini onayladığını açıkça belirtmese bile, söz konusu
kişilere işledikleri yasak fiillerde önceden veya sonradan destek vererek,
onları savunarak da onların tutumunu benimseyebilirler. Fakat bunun için de,
her şeyden önce, partinin anılan organlarının parti üyelerinin yasak
eylemlerinden haberdar olmaları şarttır. Tabiidir ki, bir merciin veya
kurulun bilgisi dışında vuku bulan eylemleri ne benimsemesi ne de onaylaması
söz konusu olabilir. c.
“Kararlılık” Yukarıda
belirtildiği gibi, odak kavramı bakımından “kararlılık” şartı özel olarak
parti organlarının yasak eylemleri için öngörülmüş yasal bir şarttır. Yani,
Kanun’da belirtilen parti organlarının yasak fiilleri kararlılık içinde
işlemeleri halinde parti bu eylemlerin odağı haline gelmiş sayılacaktır.
Burada da iki husus önemlidir. Birincisi, eylemleri parti tüzel kişiliğini bu
hususta bağlayacak olan parti organlarının, Kanun’da ismen zikredilmiş
olanlardan ibaret olduğudur, ikinci olarak, bu fiillerin söz konusu parti
organlarınca kararlılık içinde işlenmiş olması halinde odak olma halinden söz
edilebilecektir. Öyleyse, yoğunlaşma durumundakine benzer şekilde, parti
organlarının, ara sıra meydana gelen, tek tük ve arızi eylemlerine bakarak o
partinin yasak eylemlerin odağı haline geldiğine karar verilemez. Keza, bu
fiillerin kararlılık içinde işlenmiş sayılabilmesi için, bu ihlallerin
nisbeten kısa bir zaman dilimi içinde değil, kamu oyunda da bu yönde kanaat
hasıl edecek şekilde uzun süre devam etmiş olması da gerekir. Kararlılık
kelimesi, ayrıca, eylem iradesindeki sarsılmazlığı, tutumundan hiçbir şekilde
caymamayı ve yılmaz bir ruh halini de ifade eder. Dolayısıyla, şu veya bu
şekilde parti organlarından sadır olan bir aykırı eylemin yarattığı tepki ve
eleştirilere rağmen, tutumunda ısrar etmek ve aynı yolda yürümekten caymamak
odaklaşma yönünde bir kanıt sayılabilir. Buna karşılık, eleştiri ve tepkiler
karşısında geri çekilen, tevil yoluna sapan, kendini mazur göstermeye çalışan
bir iradenin “kararlı” olduğundan söz edilemez.” Daha sonra, Yüksek Mahkemeniz sonra, “Fazilet
Partisi’ne ve Üyelerine Yöneltilen İsnadın “Odak” Kavramı Açısından
Değerlendirilmesi” başlığıyla, iddia edilen eylemleri sayfalarca
değerlendirmiştir. Ancak AYM, odak olmanın koşullarını belirleyen ve
böylelikle AYM’nin elini kolunu bağlayan yasa normunu (SPK, md. 103/2), ön
sorun yoluyla iptal ederek kendine bir yol açmış ve Fazilet Partisini
kapatmıştır. Dolayısıyla, bu davada da odak olma tartışılmamıştır. Ama karşı oylarda, odak olmanın anlamı
tartışılmıştır. (Kapatma) 1999/1 Demokratik Kitle Partisi İddianamede, “siyasi partilerin Cumhuriyetin
ilkelerini tahrip edici bir güç odağı haline gelmesine seyirci kalınamayacağı”
ibaresi geçmektedir. Parti bunu eleştirir ve istenen hususun bu olmadığını
vurgular. AYM ise bunu tartışmamıştır. (Kapatma) 1998/1 Refah Partisi (lâiklik ilkesine
aykırı eylemlerin odağı haline geldiği savı) Odak olma kavramını Parti savunmasında tartışmıştır. Ama AYM ön sorun yoluyla yasal engeli kaldırarak
kapatma kararı vermiştir. İHAM ise, Refah Partisi v. Turkey davasında, odak
olmayı değerlendirmiş ve şu ilkeleri saptamıştır (paragraf 104): “Bir siyasi partinin demokratik ilkeleri yok etmeye
yönelik bir tehdit oluşturduğu gerekçesiyle kapatılmasının “zorlayıcı bir
sosyal gereksinimi” karşılayıp karşılamadığı sorununa ilişkin olarak
Mahkemenin toplu incelemesi aşağıdaki noktalara odaklanacaktır: (i) demokrasiye yönelik bir tehdidin mevcudiyetinin
kanıtlandığı varsayılarak bu tehdidin yeterince yakın olduğuna ilişkin
inandırıcı kanıtların bulunup bulunmadığı; (ii )siyasi parti liderlerinin ve üyelerinin eylem ve
konuşmalarının bütünüyle ilgili siyasi partiye isnat edilip edilemeyeceği; (iii) siyasi partiye isnat edilen eylem ve
konuşmaların, “demokratik toplum” kavramıyla çelişen parti tarafından
algılanan ve savunulan toplum modelinin sarih bir resmini çizen bir bütün
oluşturup oluşturmadığı” İHAM bu ilkeler ekseninde, “siyasi parti üyelerinin eylem ve Konuşmalarının o siyasi
partiye isnat edilebilirliği” başlığıyla, bu konuları değerlendirmiş, hatta
tehdit oluşturmayı “kapatılmanın uygun zamanı” başlığında tartışmıştır. Burada
belirtmek gerekir ki; İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi, “DEMOKRATİK TOPLUM DÜZENİ HUKUKU”NDA, özellikle “Ezelin Fransa’ya
karşı” ve “Türkiye Birleşik Komünist Partisi” davalarında, toplantı ve
Örgütlenme hürriyetleri ile ifade hürriyeti arasında bir bütünlük kurdu ama,
inanç hürriyeti ile bu hürriyetler arasında “TERS SİMETRİ YASASI”nı da
uyguladı.[47] III/II- TÜRKİYE
ÖZELİNDE SİYASAL/ TOPLUMSAL DEĞERLENDİRME SONUÇ YERİNE: 21.Yüzyılda, DTP’ye açılan kapatılma davası nedeniyle
Yüce Mahkemenize, Müvekkilimiz adına bu savunmayı sunuyor olmamız, bize biraz
anakronik görünüyor. Burası Türkiye denilebilirse de, bu davanın anlamını
ulusal ölçekte açıklayabilmek yine de zor. Çünkü, küreselleşen dünyamızda
Amerika’da yaprak kıpırdasa Çin’de esintisi duyuluyor. Gerçekten de, gerek
AKP’nin, gerekse DTP’nin kapatılma davası, başta tam üyelik hedefiyle aday
olduğumuz AB ve dünya kamuoyu tarafından yakından izleniyor. Bu ilginin
içişlerimize karışmak anlamına geldiğini söylemek artık pek mümkün değil.
Çünkü, 20.Yüzyılın son çeyreğinden, tam tarihiyle söylersek, imzacısı
olduğumuz 1975 Helsinki Nihai Senedi’nden bu yana, insan haklarını
ilgilendiren konuları izlemek ulusalar topluluğunun hem hakkı hem de görevi.
Etnik, kültürel, dinsel, dilsel, cinsiyetle ilgili vb. her türlü ayrımcılığı
dışlayan evrensel hak ve özgürlükler, bir bakıma insanlığın anayasası katına yükselmiş bulunuyor. Siyasal haklar, seçme ve seçilme hakkı da dokunulmaz,
devredilmez haklardan ve Kürtlerin partileri ne zaman TBMM’ye girecek olsa,
neredeyse vakit geçirilmeden çeşitli bahaneler bulunarak kapatılmak
isteniyor, kapatılıyor. Bu durumun sorunun barışçıl çözüm yollarını da
tıkadığını görmek gerekir. Silahları susturmanın en akılcı yolu Kürtlerin
siyasal temsiliyken, Kürt partilerinin kaderi; tanrılar tarafından, bir
kayayı her gün dağın tepesine çıkarıp akşam geri yuvarlamaya sonsuza kadar
mahkum edilen efsanedeki Sisiphos’un kaderine benziyor. Barışçıl çözümden,
birlikte yaşamaktan yana partiler yeniden yeniden kurulmaya çalışılırken,
çözümsüzlük, çaresizlik psikolojisi içindeki gençler de dağa çıkmaya devam
ediyorlar. Oysa, bu sorunun neden hala var olduğunu ve neden
çözemediğimizi anlamak için değişen dünyaya ve bir türlü bu değişemeyen
devlet zihniyetimize bakmak gerekiyor. Küreselleşme olgusunun dünyayı nasıl değiştirmekte olduğunu
görmemek mümkün mü? Bütüncül sistem tarzındaki toplumlar, yani kendi içine
kapalı toplumsal ve kültürel bütünler kırılmaya uğradı; ulusal aidiyet
duyguları zayıfladı. İletişimin yaygınlaşması, bilginin demokratikleşmesi
vatandaşların kendini ifade etme, katılım, özgürlük taleplerini artırdı.
Ulusal aidiyetin tanıdığı vatandaşlık hakkı, diğerleri gibi olma hakkıyken, kültürel haklar başka olma hakkı olarak öne çıktı. Bu
durum. bir yandan çeşitli krizlerin, kopuşların, şiddet türlerinin açığa
çıkmasına; diğer yandan etnik, kültürel, dinsel kimliklerin özgürlük
taleplerinin, kimliklerin ‘tanınma’
taleplerinin yükselmesi sonucunu getirdi. “Çalışanlar,
işgal altındakiler, kadınlar, çeşitli türden azınlıklar kendilerine bir öznellik yarattılar. Böylelikle, egemenlik
altındaki onca kategorinin, kurban olmaktan başka seçenekleri yokmuşçasına,
sömürülmesine üzülmekle yetinmek olanaksız hale geldi.....Kurbanlar bir anda
yalnızca kurban olmayı bırakıyorlar, durumlarının bilincine varıyorlar,
itiraz ediyorlar, konuşuyorlar.”[48] Öznelliklerin yükselişi kendini, Avrupa modernleşmesi krize
girerken ve Sosyalist sistem yıkılışa sürüklenirken duyurdu ve dünyayı etkisi
altına aldı.. Günümüzde hemen hemen tüm dünyada artık, toplumsal
bir dilden kültürel bir dile; toplumsal öznelerden kişisel öznelere ve
kültürel hareketlere geçiş çağı yaşanmaktadır. Yeni özneleri ve yeni
hareketleri tanımlamak gerekirse; tıpkı ulus gibi, sınıf gibi, kendi kendinin
bilincinde, kendine göndermeli bir biçimde hareket etme becerisine sahip öznelerdir,
diyebiliriz. “Bu özne, her şeyden önce, onu kendinden soğutan ve kendi
kendini kurma yönünde hareket etmesini engelleyen şeye karşı savaşım vererek
ortaya koyar kendini.”[49] Onları görmezden
gelmemize yol açan şey ise;
ideolojilerin bakışımızı belirlemiş olması ve bu bakışın nesnesine belli
mesafeden bakamaz oluşumuzdur. Devletin monolitik ve otoriteryan yapısı ve
ideolojisi altında, gelmiş geçmiş siyasal iktidarların, siyasal çözüm konusundaki
cesaretsizliği ve becerisizliği sonucu, Kürtlerin silahlı başkaldırısının
80’li yılların ortalarında başlamış olması tesadüfle değil, sözünü ettiğimiz
konjonktürle açıklanabilir. Her şeyi emperyalist güçlerin kışkırtmasına
bağlamak iç dinamikleri görmemek, yok saymak anlamına gelir. 20.Yüzyıl tarihi, Avrupa’yı kana boyayan, II. Dünya
Savaşına yol açan faşist, ırkçı, yayılmacı yönetimlerin de, diğer totaliter
rejimlerin de yıkılışının tarihi olarak ibretle doludur. Oysa siyasal
demokrasiyi yaşatabilenler ulusal birliklerini korumayı başardılar. İspanya
ETA, İngiltere IRA ayrılıkçı şiddetini geç de olsa siyasal çözümle
durdurabildi. Yugoslavya ise, 2000’li yıllara sarkan bir şiddet ve parçalanma
trajedisiyle yıkılıp gitti. Yakın tarih bize, ulusal devletlerin bekasını
sağlayacak en önemli güvencenin siyasal demokrasi içinde, evrensel insan
hakları temelinde, kültürel ve siyasal hakların tanınması olduğunu yeterince
açıklıkla göstermektedir. Ulus devletin birleştirici, aynılaştırıcı
ideolojisinin gereği olan yurttaşlık kavramının siyasal hakların tanınması
ilkesine dayandığını bile görmezden gelerek, Kürtlerin siyasal temsilcilerini
Parlamentodan çıkartarak, kapatarak, ulus devlet olmanın asgari gereğini bile
yerine getirmiyorsak, Kürtleri bir özne olarak tanımak istemiyoruz demektir
ki, o zaman silahları nasıl susturacağız? Evrensel bir insan gerçeği olarak,
her zaman ve her yerde, iletişim kurmanın, bütünleşmeyi sağlamanın, birlikte
barış içinde yaşamanın yolu, her zaman ‘ötekinin’ olduğu gibi ‘tanınması’ndan
geçer. 1- TÜRK DEVLETİNE VATANDAŞLIK BAĞIYLA BAĞLI HERKESİN
TÜRK SAYILMASI, BİRLEŞTİRİCİ VE BÜTÜNLEŞTİRİCİ BİR ANLAYIŞ DEĞİLDİR: Sayın Başsavcı, Anayasanın, Türk devletine
vatandaşlık bağıyla bağlı herkesi Türk saymasının, birleştirici ve bütünleştirici
olduğunu iddia ediyor. Sayın Başsavcıya göre Anayasa’daki vatandaşlık
tanımının değişmesini istemek, bölücülük. Oysa asıl bölücülük yaratan şey,
Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı herkesi Türk saymaktır. Bu,
bütünleştirici değil ayrımcı bir bakış açısıdır. Kürt sorunu her zaman
güvenlik politikaları içinde ele alınmış, her türden gelişme ve değişim
çabaları bu kapsamda değerlendirilmiştir. Bir etnik grubun (egemen ulusun)
hâkimiyeti fikrine dayanan, asimilasyonu amaçlayan, kimlikleri inkâr eden bu
politikalar, insan hakları ve demokrasi kavramlarıyla bağdaşmamaktadır.
Esasen DTP’ye yöneltilen bölücülük iddiası, Cumhuriyet tarihi boyunca
Kürtlere karşı tekrarlanmış bir iddianın yansımasıdır. Kürtlerin tüm
demokratik hak talepleri, hemen her zaman bölücülük suçlamasıyla
karşılaşmıştır. Kürtler ne zaman siyaset yapmak istese partileri
kapatılmıştır. Kürtlerin haklarının, Kürt kimliğinin tanınması gerektiğini
söyleyen, bu sorunun çözümü için çalışacağını programına koyan bütün partiler
bölücülük suçlamasıyla kapatılmıştır. Kürt sorunu devletin tabu sorunlarından biridir.
Hepimiz bu tabunun içine doğduk, etkilendik, Kürtleri tanımadan, anlamadan
Kürtler hakkında fikir edindik. Kürtlerin ve kurdukları tüm partilerin bölücü
olduğu, ulusun bütünlüğünü tehdit ettikleri yargısının kendisi, bölücülük
için uygun bir zemin yaratmaktadır. Kapatılan diğer partiler gibi DTP’de Türkiye’nin
bölünmesini istediği için değil; Kürt kimliğinin,dilinin ve kültürel hakların
tanınmasını istediği, türdeş ulus yaratma politikasına karşı çıktığı için
bölücü olmakla suçlanmaktadır. Devletin bildiğini herhalde Sayın Başsavcı da
biliyordur: DTP üniter devletle sorunu olmadığını defalarca açıklamıştır.
Bunu anlamak için tüzüğüne, programına, parti yetkililerinin açıklamalarına
bakmak bile yeterlidir. DTP programında, Kürt sorunun çözümünün ortak vatanda
görüldüğü açıkça yazılıdır. DTP Meclise girdiği tarihten başlayarak da üniter
devlet içinde çözüm aradığını her vesileyle açıklamayı sürdürmüştür.
İnternette google girip “DTP üniter devlet” yazdığınızda, DTP, DTP’nin genel
başkanlığını, eş başkanlığını yapmış Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Emine Ayna,
Nurettin Demirtaş ve DTP’li çeşitli yetkililerin, özeti ‘Kürt sorununun çözümünü
üniter devlet içinde istiyoruz’ olan tam 129.000 haber gelmektedir. Sayın
Başsavcı DTP’nin parti belgelerine, yetkililerinin açıklamalarına rağmen,
onların üniter devletten yana değil bölünmeden yana oldukları konusunda emin
görünüyor. DTP’nin programını, DTP’lilerin söylediklerini, yazdıklarını
değil, düşündüklerini sandığı şeyi gerçek kabul ediyor. Aslında Kürtleri
potansiyel bölücüler haline getiren, kendilerinin Kürt olduklarının kabul
edilmesini istemeleri. Sorun bu kadar net ve yalın. Hepimiz için hayatın bir amacı, bir anlamı vardır.
Hepimiz, hayatımızda bir kez olsun ‘Ben kimim? Niçin yaşıyorum? Hayatın,
benim hayatımın anlamı ne?’ sorularını sormuşuzdur. Kuşkusuz bu sorulara
yanıtımız farklı olmuştur. Farklı olması doğaldır. İçine doğduğumuz dil,
yetiştiğimiz aile, bölge, yetişme koşulları, algımızı, kimliğimizi etkiler,
belirler. Bu farkın doğal olması yüzündendir ki, hiç kimse bir başkasına ‘Sen
kendini öyle değil de böyle tanımlamalısın, senin hayatının amacı, anlamı o
değil de bu olmalı.’ diyemez, dememelidir. Herkes, bu yanıtı kendi başına
bulmak, bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluluğu taşımak zorundadır. Kişi, ancak
bunu başardığında onurlu bir hayat sürebilir. Bir insanı, bir halkı onun
kendini tanımladığı gibi değil de farklı tanımlamak, onun kendisini
dayatıldığı biçimiyle tanımlamasını istemek, şiddetin ta kendisidir.
Tanımlamak yerine tanımak, anlamlandırmak yerine anlamaktır doğru olan.
Kürtlerle Türklerin yaşam deneyleri, hissettikleri, değer verdikleri, anlam
dünyaları farklı olabilir. Bütün bunlar, birinin daha iyi, daha üstün
olduğunu değil, farkı gösteriyor. Biz söylesek de söylemesek de benzerlikler
kadar farklar da var. Ayrımcılığı doğuran ya da birlikte yaşamayı
güçleştiren, farkın kendisi değil, farklara atfedilen değer yargıları.
İnsanlar arasında olduğu gibi kültürler arasında da, çok farklı oldukları
için değil, bu farka hiyerarşik ve dışlayıcı yaklaştıkları, kendisi gibi
olmayana yeterli değeri vermedikleri ve ilgiyi göstermedikleri için sorun
çıkıyor. Dünya da, Türkiye de biz istesek de istemesek de
değişiyor. Önemli olan bu değişimin iyiye doğru olmasıdır. Her şey değişiyor
ama devlet hep aynı devlet. Farklılığı kabul etmeyen, tek tip vatandaş
isteyen, hoşgörüsüz... Devlet ve onun gibi düşünenler, herkesin kendisi gibi
düşünmesini, ülkeyi onun gibi sevmesini, herkesin bu değerlere göre hizaya
girmesini ister. Oysa insan için tek tutarlı yol, kimsenin efendisi de kölesi
de olmamaktır. Ve herkesin ülkesini sevme biçimi farklıdır. İnsan, ülkesini
devletin istediği gibi bütün kirlilikleriyle, gizli ilişkileriyle, kayıtsız
şartsız da sevebilir, Camus’un dediği gibi de: ‘Yurtseverlik, yurdunun haksız
olmamasını istemek ve bunu yurduna söyleyebilmektir.’ Neyse ki yurtseverliği Camus gibi anlayan Türkler de
var. Aşağıdaki metin, devletin haksızlık yaptığını gören, bunun son bulmasını
isteyen, aralarında ünlü yazar, sanatçı, oyuncu, akademisyen ve meslek odası
yöneticilerinden Prof. Dr. İonna Kuçuradi, Prof. Prof. Dr. Şerif Mardin,
Prof. Dr. Murat Belge, Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Ayşe Buğra, Prof. Dr.
Fuat Keyman, Prof. Dr. Gençay Gürsoy, Prof. Dr. Baskın Oran, Prof. Dr. Jale
Parla, Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, Osman Kavala, Can Paker, Cengiz Aktar,
İbrahim Betil, Oya Baydar, Şevket Pamuk ve Zeynep Tanbay’ın da bulunduğu
100’ü aşkın aydın tarafından Cumhurbaşkanına sunulmuştur. Kürt sorununun
barışçıl yollardan çözümü konusunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü aktif olarak
göreve çağıran, “Kardeşçe yaşamayı özlediğimizi ilan ediyoruz” diyen
aydınların mektubundan, anlatmak istediklerimizi çok iyi özetlediği için
uzunca bir alıntı yapmak istiyoruz: “Sayın Cumhurbaşkanı, 22 Temmuz genel seçim sürecinde; yavaşlayan
demokratik açılımların hızlanacağı, siyasi ve ekonomik reform çabalarının
canlanacağı, Kürt sorununun diyalog yoluyla barışçı yöntemlerle çözülmesi
için adımlar atılacağı yönünde sözler verilmiş ve umutlar yaratılmıştı. Ne
yazık ki süreç tam ters yönde gelişti; şiddet, ölümler ve tırmandırılan
milliyetçilik, sorunun akılcı çözümünün önüne geçti. Kaygı, belirsizlik,
güvensizlik duygularının derinleşerek yaygınlaştığı; Türklerin ve Kürtlerin,
bu topraklar üzerinde birarada yaşama isteğinin sarsılmaya ve hızla aşınmaya
başladığı bir döneme girdik. Bir süre önce başlatılan sınırötesi harekâtın
da, bölge halkının içinde bulunduğu koşulları ağırlaştırarak, sorunun
çözümüne katkı sağlamak yerine, bunalımı daha da derinleştireceğinden
kaygılıyız. Yine de bütün olumsuzluklara rağmen, bu dönemi sonlandırmanın,
yüzlerce yıldır birlikte yaşayan halkların kardeşliğini tekrar hatırlamanın
ve onarmanın mümkün olduğu inancındayız. Ülkemizin geleceğinin; ayrımcılık yapmayan,
çocuklarını ölüme göndermeyen, adaleti ve barışı esas alan bir anlayışla
şekillenmesine duyduğumuz ihtiyaçla, görüşlerimizi sizinle paylaşmak; çözüm
yönünde atılacak her adımı ödünsüz savunacağımızı, yanınızda olacağımızı
ifade etmek istiyoruz. DTP Kapatılmamalıdır: Yargıtay Başsavcılığı, DTP’nin
ülkenin bölünmez bütünlüğü için tehlike oluşturduğu görüşünde. Biz, iki
milyonu aşkın oy almış DTP’nin kapatılmasının, bütünlüğümüz için daha büyük
bir tehlike olduğunu düşünüyoruz. Siyasi, iktisadi, insani çözümlerin derhal
gündeme getirilmesinin gerektiği bu kritik dönemde, DTP’nin kapatılması
davası, gerginliği ve çözümsüzlüğü derinleştirecek, ayakta tutmaya
çalıştığımız demokrasiyi ağır şekilde zedeleyecektir. Bu ülkede kendi
kimlikleriyle siyaset yapmak isteyen Kürtler yaşıyorsa, partileri de
olacaktır. Bu gerçeği bir an önce kabullenmek gerekir. Sorunun temelinde, farklılıkları kabul etmeyen, tek
tip ve itaatkar vatandaş isteyen, kendisi gibi düşünmeyeni affetmeyen devlet
zihniyetinin bulunduğu kanısındayız. Her alanda olduğu gibi, siyasi partiler mevzuatı da,
tayin edilen doğrulara itiraz edilmesine tahammülsüz bir anlayışın ürünüdür.
Oysa farklılıklarımızı koruyarak bütünsel zenginliğimizi ortaya
çıkarabilmenin tek yolu, evrensel değerleri tanımaktan, uygulamaktan
geçmektedir. Etnik köken, inanç, kültür, siyasal anlayış farkından doğan çok
çeşitli taleplerin olabileceğini, bu taleplerin konuşulmasından,
tartışılmasından korkmamak gerektiğini artık öğrenmeliyiz. +Tek Etkili
Çözüm Yöntemi Diyalogdur: Kürt sorunu, sadece şiddet sorunu değildir;
kültürel, sosyal, siyasi, psikolojik, insani, ekonomik boyutları olan;
kimlik, adalet, yoksulluk ve yoksunlukla ilgili bir sorundur. Ortada bir
sorun varsa, bu sorun nasıl doğdu, neden yaşanıyor, neden hala sürüyor
sorularının yanıtını aramak gerekmektedir. Sorunun taraflarının birbirlerinin
düşündüklerini, hissettiklerini anlaması önemlidir. Ancak diyalog sayesinde
birbirimizi anlayabilir, önyargılardan arınabilir ve gerçekte nasıl ise öyle
görmeyi/görünmeyi başarabiliriz. Tanımak yerine tanımlamayı, anlamak yerine
anlamlandırmayı, diyalog yerine dayatmayı seçmek; doğruyu yalnız ben bilirim
demek, gerçekliği sarsıyor, öfke, kırılganlık ve çatışma yaratıyor. Aklımızı,
kalbimizi, bütün anlama pencerelerimizi açık tutacağımız bir diyalog süreci,
bizi birbirimize bağlayan bütün ortak duyguları tekrar hatırlamamızı
sağlayacak, bizi yakınlaştıracak, birlikte yaşama ve karşılıklı affetme
isteğimizi güçlendirecektir. Ne yazık ki Kürt sorunu hakkında DTP milletvekilleri
ve seçilmiş BELEDİYE başkanları dışında herkese, ülkemiz dışındakilere,
Amerikalılara, Avrupalılara bile görüşleri soruluyor. Anayasa tartışılıyor;
kültürel haklar, vatandaşlık, kimlik, eğitim, yerel yönetim, yargı... her
konuda çalışma yapılıyor ama bu çalışmaların hiçbirine Kürtler çağrılmıyor.
Bu yok sayma halini haksız, incitici, kaygı verici buluyoruz. Kürt sorunu,
ancak tüm tarafların görüşleri dinlenerek, dikkate alınarak çözülebilir. İki
milyonu aşkın Kürt vatandaşımızın siyasal temsilcileri olan DTP’li
milletvekillerinin muhatap alınmaları; önerilerinin ‘bölücülük’ ve ‘terör
örgütüne yardım’ sayma alışkanlığı dışında özgürce tartışılabilmesi, çözüme
giden yolun ilk adımı olacaktır. Eve Dönüş Yasası Gerçekten Kardeşlik Yasası Olarak
Tasarlanmalıdır: TCK’nun 221. maddesinin dağdaki gençleri dönmeye ikna edememesinin
temel nedeni, onlara onurlu bir dönüş olanağı vermemesidir. Hiç kimse,
kendinden bir hiç yaratmak, onurlu bir insan olma hakkından vazgeçmek
anlamını taşıyacak, ahlaki iması muhbirlik olan bir dönüşü kabul etmez. İnsan
hakları öncelikle insan onurunun korunması anlamını taşır.Yapılacak
düzenleme, meydan okuma değil, çağrıya uyma isteği yaratmalıdır. Hiçbir
eyleme katılmayanların affı, dönecek olanların topluma onurlu ve sorunsuz
şekilde katılabilmelerinin sağlanması, yapılacak çağrının karşılık bulmasını
kolaylaştıracaktır. Geçmişte 3713 sayılı Yasa’nın geçici 1. maddesinde
denendiği üzere, infaz indirimi getirilmesi, sosyal barışın tesisini
kolaylaştıracaktır. Bizler, bu topraklar üzerinde yaşayan yurttaşlar;
aynı acıları, aynı kaygıları paylaşanlar ve umudu barış olanlar, utanmadan
birbirimizin gözlerine bakabilmeyi, korkmadan birbirimize sarılmayı, kardeşçe
yaşamayı özlediğimizi ilan ediyoruz. Özlemimize sahip çıkacağız, özlemimizi
gerçekleştirenlerin arkasında olacağız.” Görüldüğü gibi aydınlar, Sayın Başsavcı’nın aksine,
DTP’nin açık kalmasının değil, kapatılmasının bölünmez bütünlük için tehlike
olduğuna işaret ediyor. Kamu vicdanını temsil eden aydınlar, Kürtlere
uygulanan ayrımcılığa, baskıya karşı çıkıyor, Kürt kimliğinin tanınmasını
istiyor. Sayın Başsavcının benimsediği resmi görüş ise, Kürt kimliğini
tanımayı reddediyor; Kürtçenin içine doğan, ninnilerini, masallarını Kürtçe
dinleyen, rüyalarında Kürtçe konuşan, kendini Kürt bilen/hisseden Kürtlere
siz Türksünüz diyor. Doğruyu yalnız ben bilirim tavrı, çoğulculuğu
reddediyor, tekçi, kalıpçı düşünmeyi zorunlu kılıyor. Mutlak doğrunun sahibi
olma iddiasından vaz geçmemek, kaçınılmaz olarak totaliter, otoriter
anlayışları getiriyor. Dünyadaki ve
toplumlardaki değişiklikler de, ideolojik çoğulculuğa uygun zemin
oluşturuyor. Her alanda çeşitliliğin arttığı, çelişkili süreçlerin iç içe
geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Sanayileşme çağının getirdiği standartlaşmayı
temsil eden, toptan tüketim, toplu üretim, toplu eğitim ve kitlesel
iletişimin politik ifade biçimi olan devletçi ve milliyetçi ideolojiler
aşılıyor. Dünyadaki güç merkezlerinin çoğalmasına koşut olarak, toplumdaki
güç merkezleri de çeşitleniyor. Aynı türden düşünen bütünsel yapılar
dağılıyor, sınıfsal, dinsel, etnik, kültürel büyük gruplar parçalanıyor,
kendi içlerinde çatışmaları olan, çelişkili çıkarlara sahip daha küçük
gruplara bölünüyor. Kısaca küreselleşme, evrenselleşme, entegrasyon
süreçleri ile yerelleşme, çeşitlenme, parçalanma ve farklılaşma süreçleri iç
içe yaşanıyor. Bu durum, hegemonyacı ideolojileri geçersiz kılıyor, ideolojik
çoğulculuk için zemin oluşturuyor. Bugün yaşadığımız temel sorunların kökeninde, devlete
hakim bu monist zihniyetin yattığını söylemek yanlış olmaz. Küreselleşmenin yaşandığı günümüzde, insanlar kendi
etnik kimliklerine daha sıkı sarılıyor, ona sahip çıkıyorlar. Bu sahip
çıkışın karşısında durulamayacağını dünyada yaşananlar gösteriyor. Diğerinin,
azınlıkta olanın kimliğine saygı gösteren ülkeler bütünlüğünü koruyor, kendi
kimliğini dayatan, farklı olana yaşama hakkı vermeyenler ise bölünüyor. Bunu
anlamak için çevremize bakmak yeterli. TÜRK KİMLİĞİNİ DAYATMAK, DIŞLAYICI BİR ETKİ
YARATIYOR: Başlangıç bölümünden anayasanın çeşitli maddelerine
kadar her yerde geçen “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün
olduğu” saptaması, milletin ve ülkenin sahibinin devlet olduğunu gösteriyor.
Devlet, millet için değil, millet devlet için var ve o millet de farklılık
taşımayan homojen bir millet. Milleti, devletle özdeşleştiren bu tanım, milleti ırk
temelinde açıklayarak, toplumda var olan farklı kimliklere kendini
kapatmıştır. Anayasa ve yasalarda sık sık geçen “bölünmez bütünlük” kavramı
ve bu bütünlüğün olmadığını ifade etme yasaklarıyla, homojen bir millet yaratılabileceğine
inanılmıştır. Oysa gündelik yaşam bu asimilasyon politikası ile gerçeklik
arasındaki çelişkiyi her gün sergilemekte. Türk kimliği, tarihsel, dinsel,
geleneksel ve kültürel tüm farklı kimlikleri dışlıyor. Millet, ırk birliğine
bağlandığından, sonradan edinilmesi olanaksız bir aidiyet söz konusu.
Ötekiler, ya kendi kimliklerinden vaz geçerek asimile olacak, ya da
kendilerini bu milletten saymayacaklar. Heterojen bir toplumun yasalar ve
yasaklarla homojenleştirilmek istenilmesi, kaynaşmayı değil, ayrışmayı
güçlendiriyor. Kimliği tehdit edilen, tanınmayan her kültür, doğal ve haklı
olarak kendi farklılığını öne çıkarma eğilimi gösteriyor. Milletin,
aidiyetlerin çoğulluğunu kucaklayan bir üst kimlik olarak tanımlanmaması,
ülkede yaşayan azınlıkların haklı olarak etnik kimlik iddialarında daha
yoğunlaşmalarını getiriyor. Türkiye bir yandan demokratikleşmeye çalışıyor, AB
standartlarına uymak için çaba gösteriyor, kurullar kuruyor, sonra kurduğu
kurulların raporları resmi görüşe ters düşerse bunları geçerli saymıyor.
İnsan haklarına ilişkin olarak ilgili devlet kuruluşlarıyla sivil toplum
kuruluşları arasında iletişim sağlamak ve insan haklarını kapsayan ulusal ve
uluslararası konularda danışma organı olarak görev yapmak üzere, Başbakanın
görevlendireceği bir Devlet Bakanına bağlı olarak oluşturulan İnsan Hakları
Danışma Kurulu’nun ‘Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu
Raporundan bir özet vermek istiyoruz: “TÜRKİYE’DE AZINLIK KAVRAMI, TANIMI, KÜLTÜREL HAKLAR Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık
kavramının ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel, dinsel azınlıklar. Bununla
birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca
gayrimüslim yurttaşların azınlık olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık
korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir. (Yukarıda da
açıkladığımız gibi, Lozan Anlaşması gayr-i müslüm azınlıklar için pozitif hak
ve özgürlükler öngörürken Müslüman azınlıklardan söz etmemiştir. Bunun
nedeni, Lozan heyetinin Müslüman azınlıklar kavramı içinde yer alan
Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların vs Türklerle kaderini birleştirdiğini,
Türkiye Hükümetinin onları da temsil ettiğini, yönetimde, mecliste, her
alanda eşit haklara sahip olduklarını, bu nedenle azınlık olarak
gösterilmelerine gerek olmadığını savunmuştur. Kürt milletvekilleri de her
alanda eşit ve beraber olduklarına vurgu yaparak azınlık statüsüne karşı
çıkmışlardır. Parantez içi not bize aittir.) Bununla birlikte, aradan yaklaşık seksen yıl geçmiş
olduğu ve bu arada dünyadaki azınlık kavramı, tanımı ve hakları büyük gelişme
gösterdiği için Türkiye ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaktadır.
Üstelik, 1990’dan sonra azınlık hakları hem mekân hem de nitelik olarak daha
da genişlemiş ve güçlenmiştir. Bu sıkıntılar yalnızca Lozan’ın sınırlı tanımından
kaynaklanmamaktadır. Türkiye, imzaladığı uluslararası sözleşmelere
getirdiği bir tür rezervle (çekince, ihtirazi kayıt) daha da dar bir kalıp
ileri sürmektedir. Bu “Yorum Beyanı”na göre, Türkiye, Lozan’ın yanı sıra 1982
Anayasasının kısıtlamalarını da uluslararası ortamda ileri sürmekte,
katıldığı sözleşmelerde getirilen hakların Lozan’da kabul edilenler
dışındakilere de getirilmesi ve 1982 Anayasası tarafından yasaklanan
haklardan olması halinde uygulanmayacağını bildirmektedir. Türkiye’nin bu
konudaki sıkıntılarını iki noktada özetleyebiliriz: 1) Türkiye’nin bu sınırlayıcı tutumu, dünyadaki
eğilimlere gitgide ters düşmektedir. BM İnsan Hakları Komitesinin
1990’lardaki yorumundan sonra eğilim, bir ülkede azınlık olup olmadığını o
ülkeye sormamak ve eğer “etnik, dilsel, dinsel bakımdan farklılık gösteren ve
bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz parçası sayan” gruplar varsa, o devlette
azınlık bulunduğunu kabul etmek yönündedir. Fakat, bunlara azınlık statüsü
tanıyıp tanımamak tamamen ulus-devletin yetki alanına girer. Burada hemen belirtelim ki Avrupa Birliği’nin,
Türkiye’den, farklı kültürel gruplara azınlık statüsü ve hakları tanınması
yolunda bir talebi kesinlikle yoktur. Yalnızca, kültürel bakımdan farklı
bütün yurttaşlara eşit muamele yapılmasını istemektedir. Bu nokta çok iyi
anlaşılmak zorundadır. 2) Türkiye Lozan’ı da gerektiği gibi uygulamamaktadır
ve dolayısıyla Türkiye’nin bu kurucu antlaşmasının kimi hükümlerini dahi
ihlal etmektedir. Lozan’ın 39/4 maddesi, “bütün TC yurttaşları”na,
“dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her türlü basın ve
yayın araçlarında kullanma” hakkı getirmektedir. Yani bu kullanımın tek
istisnası, resmî dairelerdir. Bu konuda, örneğin radyo ve TV’lerde kimse
istediği dilde yayın yapamadığı için 03 Ağustos 2002’de Üçüncü Uyum Paketi
çıkartılmış, ama o da uygulanamadığı için bir de 30 Temmuz 2003’te Yedinci
Paket çıkartılması gerekmiştir. Kasım 2003 sonunda RTÜK bu konuda bir
yönetmelik hazırlamıştır. Burada da zaman ve mekan kısıtlamaları
getirilmiştir. Oysa, örneğin Lozan 39/4 uygulansa, örneğin Kürtçe
yayın konusunun getirdiği ve Türkiye’yi boşu boşuna meşgul eden sıkıntılı
tartışmalar kendiliğinden sona erecektir. Türkiye’de uluslararası koruma
altında azınlık yaratmamak açısından, bütün yurttaşlara mümkün olduğu kadar
geniş özgürlükler verilmesi gerektiği açıktır ve bu madde “tüm TC yurttaşları”ndan
söz etmektedir. Türkiye’de devletin kendi insanına daha insanca
muamele yapmasının, ülkede “birlik ve beraberlik” açısından çok yararlı
olacağına kuşku yoktur. Çünkü “zorunlu yurttaş”lardan oluşan bir ülke zayıf
bir ülkedir. İnsanları mutlu ederek onları “gönüllü yurttaş”lar haline
getirmek bizzat devleti kuvvetlendirecektir. Devletin en az çekineceği
vatandaş, hakkını verdiği vatandaştır. TÜRKİYE’DE İLGİLİ MEVZUAT VE UYGULAMA Türkiye’de azınlıkları ve dolayısıyla kültürel
hakları ilgilendiren mevzuat, ülkedeki azınlık kavramı ve haklarından daha
kısıtlayıcı durumdadır. Bunun temel kaynağı, Anayasa’nın 3/1 maddesidir:
“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili
Türkçedir”. Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve tüm
dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat “milletin bölünmez
bütünlüğü” kavramı, bizlere doğal gibi gelivermekle birlikte, bir Batılıya
son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik)
olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı
anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır. Bu “yabancı” oluş
durumu uluslararası insan hakları alanında şöyle somutlaş-maktadır: Hakların
sınırlandırılmasında kullanılan ölçütlerde “milli güvenlik” ve “toprak
bütünlüğü” vardır ama, “milletin bütünlüğü” yoktur. İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi (İHAM) kendi önüne getirilen davalarda, “ülkede azınlıklar bulunduğunu
ileri sürme”nin milli güvenlik nedeniyle engellenemeyeceğini belirterek ihlal
kararı vermektedir. Diğer yandan, “[Türkiye Devletinin] Dili Türkçedir”
ibaresini anlamak hepten imkansızdır, çünkü devletin dili olmaz. Resmî dili
olur ve o ülkedeki yurttaşlar devletle ilişkilerinde bu resmî dili
kullanmanın yanı sıra, ülkede çeşitli diller konuşurlar ve bu dillerde yayın
yaparlar. Nitekim, 1961 Anayasasındaki ifade: “Resmî dil Türkçedir” biçimindedir
(md.3). Anayasa’nın ve yasaların sayısız maddesinde tekrarlanan
“devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü” ilkesi, “azınlık yaratmak”
adı altında kültürel alt-kimlikleri reddeder biçimde yorumlanınca,
Türkiye’deki mevzuat, “alt-kimliklerin tanınması” halinde bu bütünlüğün
bozulmak istendiğini varsaymaya ve dolayısıyla bunu yapanları “bölücülük/yıkıcılık”la
suçlamaya yönelik bir mevzuat olmaktadır.
Terörle Mücadele Kanunu, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, Türkiye Radyo
ve Televizyon Kanunu, Dernekler Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu gibi önemli
yasalarda “etnik ve dilsel farklılıklara dayanan azınlıkların var olduğunu
ileri sürmek yoluyla azınlık yaratmak” şiddetle cezalandırılmaktadır. TÜRKİYE’DE İLGİLİ MAHKEME İÇTİHATLARI Anayasa Mahkemesi ve Siyasal Parti Kapatma Kararları: Böyle bir mevzuat karşısında, Anayasa Mahkemesi’nin
sık sık parti kapatma kararları aldığına rastlanmaktadır. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin, yorum
yaparken, hukukun kimi temel kavramlarını gözardı ettiği ve dolayısıyla
Türkiye’deki demokrasinin daha da zedelenmesine yol açtığı da doğrudur.
Örneğin Mahkeme, Haziran 1994 DEP kapatma kararında “Sınırsız hakları sınırlı
haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin anlamsız”
olduğunu söylerken, “negatif/bireysel hak” (bütün yurttaşlara verilen eşitlik
hakları) ile “pozitif/grupsal hak” (yalnızca dezavantajlı yurttaşlara verilen
artı haklar) ayrımını bilmezden gelmiştir. Ayrıca, Mahkeme’nin bu ifadesi,
çoğunluğa mensup yurttaşları birinci sınıf, azınlığa mensup yurttaşları ise
ikinci sınıf addeder niteliktedir. Anayasa Mahkemesi örneğin TEP kapatma kararında, önce
farklı kimliklerin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu söylemiş, ama
hemen arkasından farklı kimlikler bulunduğunu söylemenin “zamanla bütünden
kopma eğilimine” gireceğini ekleyerek eski tutumunu sürdürmüştür (TEP kapatma
kararı, E:1979 /1, K:1980/1). Bu tutum, Türkiye’de farklı etnik, dinsel, kültürel
vs. kökenden kişilerin varlığının tanınmasının, devletin parçalanmasına yol
açacağı korkusundan kaynaklanmaktadır. TÜRKİYE’DEKİ DURUMUN TEMELLERİ İncelediğimiz bu azınlıklar konusunun Türkiye’de çok
dar ve çok yanlış bir açıdan ele alındığı açıktır. Bu açının temel direkleri
şöyle özetlenebilir: 1) Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki
gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923
Lozan’ı da yanlış/ eksik yorumlamaktadır. 2) Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık
statüsü/hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi
objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği iştir. 3) Demokrasi anlamına gelen “iç self-determinasyon”
ile parçalanma anlamına gelen “dış self-determinasyon” aynı şey sanılmakta ve
sonuçta farklı kimliklerin tanınması ile devlet toprağının parçalanması aynı
şey sayılmaktadır. 4) Millet konusunda teklik ile birlik aynı şey
sayılmakta/sanılmakta ve birincinin ikinciyi gitgide tahrip etmekte olduğunun
farkına varılmamaktadır. 5) Bir millet olarak Türklerden söz ederken, “Türk”
teriminin aynı zamanda bir etnik (hatta, dinsel) grup anlamına geldiği
görülmemektedir. Bu durumların ortaya çıkmasının, biri kuramsal diğeri de
tarihsel/siyasal olmak üzere iki temeli vardır. Kuramsal Neden: Türkiye Cumhuriyeti’nde Alt-Üst
Kimlik İlişkisi Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra onun yerine
geçerken, onda bulunan alt-kimlikleri (çeşitli etnik, dinsel, vs.grupları)
olduğu gibi miras almıştır. Fakat İmparatorluk’daki üstkimlik (devletin
yurttaşına verdiği kimlik) “Osmanlı” iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türk”
olarak belirlenmiştir. Bu üst-kimlik, vatandaşı ırk ve hatta dinle tanımlama
eğilimindedir. Ör. “Yurt dışındaki soydaşlarımız” dendiği zaman Türk etnik
kökenden olanlar kastedilmektedir. Diğer yandan “Türk” sayılabilmek için
ayrıca “Müslüman” olmak gerektiği, gayrimüslim yurttaşlarımıza “Türk” değil
“Vatandaş” denmesinden de bellidir. Türkiye’de hiç kimse örneğin bir Rum veya
Musevi yurttaştan söz ettiği zaman “Türk” dememektedir, çünkü Müslüman
olmayan bir yurttaştan söz etmektedir. Bunun devlet uygulamasına ilişkin üzücü
örnekleri yukarıda yeterince verilmiştir. Bu durum, kendini Türk ırkından saymayan diğer
alt-kimlikleri yabancılaştırmış ve sorun yaratmıştır. Eğer bu üst-kimlik
“Türkiyeli” olsaydı, bu durum ortaya çıkmazdı. Çünkü tamamen “toprak” esasına
dayandığı ve “kan” esasını tamamen dışladığı için bütün altkimlikleri eşit
biçimde kucaklayacak ve işin içine etnik, dinsel vs. özellikleri
karıştırmamış olacaktı. Bu konuda, 82 Anayasasının vatandaşlık tanımı,
Atatürk’ün 1924 Anayasasının tanımından çok daha dardır. 24 Anayasası,
“Türkiye Ahalisi” terimini kullanmıştır. Bu terim, yalnızca üzerinde yaşanan
toprağa gönderme yaptığına değindiğimiz “Türkiyeli” biçimindeki üstkimliği
çağrıştırmaktadır. Bu üstkimlik, eskiden özdeş sayılan “milliyet” (belli bir
etnik kökene mensubiyet) ile “vatandaşlık” (bireyin devletle hukuksal
ilişkisi) kavramlarını ayrı ve bağımsız kavramlar olarak ele almayı
sağlayacak ve bu toprakta yaşayan bütün alt-kimlikleri istisnasız
kucaklayacaktır. Böylece “Gönüllü” vatandaşlardan oluşacak ulusun, devletini
çok daha büyük bir istekle benimseyeceğine hiçbir kuşku yoktur. Tarihsel ve Siyasal Neden: Sevr Sendromu 1990’ların
başında Türkiye’nin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hususunda
bir “Sevr Sendro-mu”nun yaşandığı bilinmektedir. Fakat böyle bir havanın
bugün de ileri sürülmesi ve bir “paranoya” haline gelmiş olması rahatsız
edici ve milleti zayıflatıcı bir durumdur. Bugün Doğu Karadeniz’de bir Pontus
Devleti’nin kurulacağından, Dönmelerin Türkiye’yi idare ettiğinden, Fener
Patrikhanesinin İstanbul’da bir tür Vatikan devleti kuracağından söz edenler
böyle bir havayı yaratmaya özen göstermektedirler. Bu türden bir atmosfer,
Türkiye’deki en masum kimlik taleplerini bile Türkiye’nin parçalanmak
istendiği biçimde yorumlamakta ve anında bastırmak istemektedir. Bu durum,
aynı zamanda, büyük Batılı ülkelerin müdahalesini de davet etmektedir, çünkü
Türkiye’nin AB’ye girebilmek için kendi imzasıyla rıza gösterdiği demokrasiye
aykırılık oluşturmaktadır. Kendi yurdunda böyle bir paranoyayla demokrasiyi
geciktirmek, Türkiye’ye hizmet değildir. Özellikle Kürtçe’nin kullanılması
konusunda getirilmek istenen reformlar söz konusu olduğunda, hemen
Türkiye’nin parçalanacağından söz edilmekte, bunun terörü canlandıracağı
söylenmekte, her türlü reform böyle bir paranoya havası içinde engellenmek
istenmektedir. Oysa, bunu yapanlar, reformlar engellendiği takdirde kimi
çevrelerin terörü tekrar tek alternatif olarak algılamaya sürüklenebileceğini
görmemektedirler. Bununla birlikte, AB’ye hazırlık süreci, Türkiye’deki
azınlık hakları ve kültürel haklar konusunu çok olumlu bir sürece sokmuştur.
Bu süreç, 1920 ve 30’larda Kemalizm’in ülkeyi çağdaşlaştırmak için “yukarıdan
devrim”le yaptığı hukuk reformlarının doğrudan devamı niteliğindedir. Nasıl
bu yıllarda Kemalist yukarıdan devrime aşağıdan yukarıya şiddetli tepkiler
(“irtica”) gelmişse, bugün de bu Uyum Paketlerine tepki gelmektedir. Bu “Sevr
Paranoyası”nın beslediği zihniyet, reformlara şiddetle direnmektedir. SONUÇ Yıllarca çok farklı kültürlerin barındığı Anadolu
coğrafyası, kültürel ve tarihsel zenginliklerin de beşiğidir. Osmanlı
döneminde ümmet anlayışıyla birçok kimliği bünyesinde barındıran dönemin
ardından Türkiye’de tek kültürlü homojen bir ulus oluşturma yolunda ciddi
adımlar atılmıştır. Ama farklı kimlik ve kültürler bir mozaik olarak Anadolu
topraklarında varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Kemalist devrimin yapıldığı 1920 ve 30’larda çok
doğal olan bu tutum, bizzat Atatürk’ün “Muasır Medeniyet” tezi icabı artık
geride kalmıştır. Bugün Muasır Medeniyet 1920 ve 30’ların Avrupası değil,
2000’lerin Avrupasıdır. Artık, vatandaşlık anlayışının yeniden gözden
geçirilerek, çağdaş Avrupa’daki çok kimlikli, çok kültürlü, demokratik,
özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumsal modelin örnek alınması zorunludur. Buna göre özgür, bağımsız, yaratıcı yetenekleri ile
kültürel haklarını rahatça kullanabilen, hak ve görevlerinin bilincinde olan
bireylerin sahip bulundukları siyasal ve hukuksal statünün tanımlanması
gerekir. AB Uyum Yasalarıyla parça parça yapılmak istenen bu tanımlama, a- Bireysel özgürlüklere sahip olma hakkı, b- Ekonomik ve toplumsal olanaklardan özgürce
yararlanma hakkı, c- Devlete katılma hakkı, d- Kültürel çoğulculuk hakkı ilkelerinin, yasalarımızın tümünün taranması sonucu
hayata geçirilmesiyle mümkündür. Bu ilkelerin uygulanması anlamında: 1) Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve ilgili yasalar;
özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir içerikte ve toplumun örgütlü
kesimlerinin katılımıyla yeni baştan yazılmalıdır. 2) Eşit haklı vatandaşlık temelinde, farklı kimlik ve
kültüre sahip kişilerin kendi kimliklerini koruma ve geliştirme hakları
(yayın, kendini ifade, öğrenim gibi) güvence altına alınmalıdır. 3) Merkezî yönetim ve yerel yönetimler, yurttaşların
katılımını ve denetimini esas alacak bir biçimde şeffaflaştırılmalı ve
demokratikleştirilmelidir. 4) İnsan hak ve özgürlüklerine yönelik evrensel
normları içeren uluslararası sözleşmeler ve temel belgeler, özellikle de
Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi çekincesiz imzalanarak onaylanmalı ve
hayata geçirilmelidir. Bundan sonra, artık uluslararası sözleşmelere
Türkiye’deki alt kimliklerin inkarı anlamına gelecek çekinceler ve yorum
beyanları getirilmemelidir. “ (Yayıma Hazırlayanlar, Prof. İbrahim Ö. Kaboğlu
– Kemal Akkurt, s.287 vd) Evet, görüldüğü gibi Sayın Başsavcı’nın suç
addettiği, bölücülük saydığı hususların demokratik ülkeler için olması
gereken olduğunu, devletin oluşturduğu bir kurulun raporundan aktardık. Gerçi
böyle bir rapor düzenledikleri için kurul üyelerinin başına gelmeyen kalmadı
tabii ama sonuçta devletin böyle bir rapor hazırlama ihtiyacı duymuş olması
ve bu raporu hazırlayanları bu alanda yetkin görerek onları görevlendirmiş
olduğunu gözardı edemeyiz. ANAYASALARDA VATANDAŞLIK TÜRK ETNİK TEMELİNE
BAĞLANMIŞTIR: Bütün hayatını Kürt sorununun çözümüne vakfeden bir
Kürt aydını olan Tarık Ziya Ekinci’nin değindiği anayasa sorunları, meselenin
özünü vermektedir: “1924’den beri devam ede gelen Anayasalarımızın temel
felsefesini oluşturan bir diğer öğe de ‘vatandaşlığa’ ilişkin tanımlamadır.
T.C. Anayasalarının özünü oluşturan vatandaşlık tanımı son derece önemlidir.
Çünkü Türkiye gibi çoğulcu bir toplumda ırk esasına göre bir vatandaşlık
tanımı benimsenmiştir. Oysa, çağdaş çoğulcu toplumlarda bir ırkı ya da bir
etnik grubu çağrıştıracak biçimde vatandaşlık tanımı yapılmaz. Diğer bir
deyimle, çoğulcu bir toplumda herkesin tek bir ırktan ve tek bir kültürden
olmasını zorunlu kılan bir vatandaşlık anlayışı hukuk dışıdır. 1924
Anayasası’nın 88/1. maddesi vatandaşlığı şöyle tanımlar:” Türkiye ahalisine
din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” Bu
tanıma göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk olmak zorundadır.
Diğer bir deyimle bir kimsenin TC vatandaşı olabilmesi için mensup olduğu
etnik grubu reddederek Türk olmayı kabul etmesi gerekir. Türk etnik grubuna mensup olmayı çağrıştıran bu
vatandaşlık anlayışı 1961 ve 1982 anayasalarında daha da belirginleştirilerek
tekrarlanmıştır. Örneğin 1982 Anayasası’nın 66/1. maddesinde “Türk devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” tanımı kullanılırken
etnisiteye daha radikal bir vurgu yapılmıştır. Görüldüğü gibi tüm
anayasalarda vatandaşlık Türk etnik temeline dayandırılmıştır. Ancak 1924
anayasasında daha esnek bir ifade kullanıldığı için buradaki tanım görece daha
ılımlıdır. Sonuç olarak Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak
günümüze kadar gelen anayasaların tümünde Türk olmak vatandaş olmanın
önkoşulu sayılmıştır. Bunun, tarihen oluşmuş bir isim olduğu, farklı etnik
özelliklere saygı gösterildiği, iddiası gerçekçi değildir. Uygulamada,
asimilasyonu reddederek, mensup oldukları etnik grubun tanınmasını
isteyenlerin eşit vatandaş muamelesi görmedikleri herkesin bildiği bir
gerçektir. Türkiye’de vatandaşlık haklarını kullanabilmek için tek koşul Türk
olmayı benimsemektir. Diğer bir deyimle Türk olmak ya da Türk olmayı kabul
etmektir. Türkiye Devleti , ülkede yaşayan herkesin Türk kimliğini ve
kültürünü kabul etmesini vatandaş olabilmenin zorunlu koşulu saymaktadır.
Kimlik, dil ve kültür haklarını koruyarak vatandaş olmayı isteyenler ise eşit
haklı, asli vatandaş olarak tanınmamaktadır. Bunlar sadece görevleri olan,
fakat hakları olmayan ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türk kimliğini benimseme
zorunluluğu, türdeş bir ulus oluşturma politikasının özü sayılmaktadır. Bu
nedenle, Kürtlerin kimlik, dil ve kültür haklarını koruyarak vatandaş olma
istekleri reddedilmektedir. Kürtlerin talepleriyle, Türkiye Devletinin türdeş
ulus oluşturma politikası arasındaki çelişkinin çözümü için geliştirilen
önlemler, devletin Kürt politikasının esasını teşkil etmektedir. Bu
çelişkinin demokratik yöntemler yerine, baskıya dayanan asimilasyoncu
yöntemlerle aşılmak istenmesi “Kürt sorunu” olarak karşımıza çıkmıştır. Çıkış
nedeni incelendiğinde Kürt sorununun özü itibariyle insan ve vatandaşlık
haklarına saygılı bir demokrasi sorunu olduğu kolayca anlaşılır. Ne var ki
Türkiye’de demokrasi yeterince gelişmediği için Türkleşmeyi dayatan resmi
politika dışında başka bir çözüm biçiminin üretilmesi mümkün olmamıştır. Oysa
dünyada türdeş ulus oluşturma çabaları terkedilmiş, eşit haklı vatandaşlık
anlayışına dayanan çok kültürlü toplum modelleri benimsenmiştir. Vatandaşlık
tanımı da Anayasanın temel felsefesiyle ilgilidir.” (T.Z.Ekinci, Vatandaşlık
Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi) MEVCUT ANAYASAL KİMLİĞİ SORGULAMALIYIZ: Anayasa, farklı kimlikleri yok sayarak, farklı
düşünceleri engelleyerek özgürleşmenin, demokratikleşmenin önünü tıkamakta.
Türk kimliği anlayışı sorgulanmadan Kürt sorunu çözülemez. Devlet, öncelikle
farklılıkları reddeden resmi tarih ve ideolojisini, militer yapısını terk
etmeli. Kim hangi kimliğini, hangi değerini korumak istiyorsa koruyup,
geliştirebilmeli. Devlet, toplumu yansıtmalı. Kışkırtılmadıkça, farklı
kimliklerin bu topraklarda beraber yaşayabildiğini biliyoruz. Sorunların ve
tarafların varlığı, Anayasadaki vatandaşlık tanımını benimsemeyenlerin
olduğunun açık kanıtı. Bütünleşmek istediğimiz Avrupa, kendi bütünleşmesinin
ve bunu sürdürebilmenin tek yolunu, farklılıklarını koruyabilecekleri ortak
bir çatıda görüyor. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve ortak belgelerle
oluşan ulusal üstü, devletsiz hukuk anlayışı ile birlikte uluslararası bir
anayasanın da çerçevesi beliriyor. Oluşan devletsiz hukukun en temel yaklaşımlarından
biri de, çoğulculuğun, toplumu sarssa bile farklı olma hakkının korunması.
Türkiye de bireysel başvuru hakkını tanıyarak, uluslararası mahkemenin
denetimini tanıdı. Devleti tek kural koyucu olmaktan çıkıyor, devletin hukuk
alanındaki iktidarı parçalanıyor. Türkiye’de, etnik, din ve yaşama kültürü açısından
farklı gruplar var. Bu farklı unsurları kendi istekleriyle bir arada tutmanın
yolu, onları olmayan bir bütünün içinde erimiş saymaktan değil, kendi kimlik
ve kültürlerini geliştirebilmelerinin önünü açmaktan geçiyor. Devlet, Kürt
siyasal örgütlerinin öne sürdükleri tezlerin tümünü reddetmektedir. Onların
ne kurucu asli unsur, ne ayrı bir halk, ne de azınlık olarak tanınmalarını
kabul etmek istemiyor. Devlet açısından Kürtler asimile olmaya mahkum ve
mecbur Türkiye vatandaşlarıdır. Bugüne kadar uygulanan politika bu anlayış
çerçevesinde yürütülmüştür. 1991’de Kürt realitesinin tanınmış olması sonucu
değiştirmemiştir. Oysa Türkiye’nin bütünlüğünün güvencesi ortak bir hayat tahayyülüdür
ve bu da yeni bir toplumsal proje ile, oluşmasına hepimizin katılacağı yeni
bir anayasa ile sağlanabilir. Vatandaşlık, tüm etnik grupları temsil edecek şekilde
yeniden düşünülmeli. Farklılıkların bir arada yaşamasını sağlayacak bir
kimlik anlayışı arayışında, yalnızca farklı kimliklerin tanınması değil,
ötekine karşı sorumluluk taşıyan bir anlayışın da gözetilmesi önemli.
Susturulmuş, imtiyazsız, kaygılı kimliklere diğeriyle eşit muamelesi yapmak,
çoğu zaman sorunun yalnızca kağıt üzerinde çözülmüş görünmesini sağlıyor.
Nitekim birçok batı ülkesinden önce kadına seçme-seçilme hakkı tanımış
olmamızla övünür dururuz ama meclisteki ve genel olarak yöneten konumundaki
kadın sayısı acınacak kadar az.. Ötekinin varlığının kabulü ve ona adeta
katlanılması yetmiyor. Kişinin, grupların her türlü baskıdan arınarak tüm
potansiyellerini harekete geçirebileceği özgürleşme sürecinin önü, ancak
ötekine sırtını değil yüzünü çeviren, haklarını kullanmasını yalnızca onun
sorunu olarak görmeyen sorumluluk anlayışının kabulü ile olanaklı. Bu da
ırksal, etnik öğelerden soyutlanmış, ortak bir hukuka özgür iradeyle
katılmayı içeren, milliyetin vatandaşlıkta eridiği bir üst kimlik kavramına
yakınlaştırıyor bizi. DEMOKRATİK BİR SÜRECİN ÜRÜNÜ OLAN BİR ANAYASA ÇÖZÜME
YARDIMCI OLACAKTIR: Bir anayasanın içeriği kadar nasıl yapıldığı da
önemlidir, nitekim bu amaçla yola çıkan Sivil Anayasa Girişimi tarafından
başlatılan “Anayasamı İstiyorum!” Kampanyası, toplumda büyük ilgi
uyandırmıştır. Bu kampanya yürütücüleri çağdaş demokrasilerin yüzlerce yıllık
deneyiminden süzülen birikimi şöyle aktarıyorlardı: “Anayasa, devletin
yapısını, siyasal rejimi belirleyen teknik bir metin olmaktan ibaret değil,
hayatımızın hemen her alanını etkiliyor. Akla gelebilecek tüm hak ve
özgürlükler, hepsi Anayasa’da ifadesini bulur. Bu yüzden Anayasa tartışması,
yalnızca uzmanlara ve siyasetçilere bırakılamayacak kadar önemli. Bu ülkede nasıl yaşamak istediğimizi bize soran hiç
olmadı. Toplum nasıl yaşamak, nasıl yönetilmek istiyor, tercihleri ne? Bu soruların
yanıtlarının bilindiği iddia edilemez. Etnik köken, din ve yaşama kültürü
açısından farklı olanların, yan yana, birbirini ezmeden, ezdirmeden yaşamanın
yolunu birlikte arayıp da bulamadığı için, gönüllü olarak itişip kakıştığını
kim söyleyebilir? 1982 Anayasası da toplumun ne istediğini hiç merak
etmeyen, onu tebaa olarak gören aynı zihniyetin ürünü. Toplum da Anayasa’ya,
devletin yaptığı, değiştirdiği, istediğinde ihlal ettiği kurallar çerçevesi
olarak bakıyor. Kendi taleplerini, çözümlerini, mutabakatlarını yansıtmadığı
için sahip de çıkmıyor. Bu defa farklı olmalı. Gündelik hayatımızı doğrudan
etkileyecek, toplumda çatışma yaratan konuların hepsinin yer alacağı bu
metnin oluşumunda yurttaşlar olarak sözümüzü söylemeli, nasıl yaşamak
istediğimize kendimiz karar vermeliyiz. Demokratik bir anayasa, demokratik bir toplum
anlamına gelmiyor. Toplum, kendine yukarıdan dayatılan kuralları
içselleştirmiyor, sahip çıkmıyor. Anayasanın toplum sözleşmesi niteliğini
kazanması için, bu ülkede yaşayan farklı kimliklerin/kesimlerin/görüşlerin
ortak noktalarda buluşmaları gerekir. Her kesimin görüşlerini açıkladığı,
etkilemeye ve etkilenmeye açık olduğu, birbirini dinlerken dönüştüğü,
toplumun bu tartışmadan haberdar olduğu, bilgilendiği bir süreci yaşamak
zorundayız. Yurttaşlık bilincinin geliştiği, haklarımızı öğrendiğimiz,
uygulamaya başladığımız, siyasal kültürün değiştiği böyle bir sürecin sonunda
hazırlanacak anayasaya ‘İşte benim Anayasam’ diyebiliriz. Ancak kendi
anayasasını yapmayı başarmış bir toplumun üyeleri, o anayasaya sahip çıkar,
kurallarına uygun davranır, değiştirilmesine, ihlal edilme-sine kayıtsız
kalmaz. Toplumun bilgilendirilmesine ve katılımına açık
yaşanacak demokratik bir tartışma sürecinde biz de yurttaşlar olarak nasıl
bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz, tercihlerimiz ne, birbirimizi ezmeden,
ezdirmeden yan yana nasıl yaşarız gibi soruların yanıtlarını arayarak
bulabiliriz. Farklı toplumsal kesimlerin, birarada yaşamanın ortak
kurallarını birlikte belirledikleri bir toplumsal sözleşme, giderek
derinleşen, kamplaşan toplumun sorunlarının çözümünü de getirir. Bütün dünyada Anayasaların oluşturulmasında iki yol
vardır. Bir anayasa ya devlete egemen güçlerle toplum arasında dayatmacı ve
zorlayıcı bir uzlaşma ile yapılır. Ki, bu anayasalar otoriter ve baskıcıdır.
Ya da toplumu oluşturan çeşitli sınıf ve katmanlarla farklı etnik ve dinsel
topluluklar arasında sağlanacak bir ortak mutabakatla hazırlanır. Bunlar da
demokratik anayasalardır. Birinci tür anayasalar devleti temsil eden güçler
tarafından hazırlanarak toplumun onayına sunulur. Çoğu kez, hiçbir değişiklik
yapılmasına olanak tanınmadan onaylanması istenir. Bu anayasalar doğası
gereği dayatmacı ve otoriter anayasalardır. Dayatmacı anayasalarla toplumun
tümünü kucaklayan, çağdaş anlamda demokratik bir hukuk devletinin kurulması
mümkün değildir. Devlet nasıl bir yönetim biçimi öngörmüşse, toplum onunla
yetinmek zorundadır. Bu tür anayasalarla oluşacak düzen barışçı olamaz.
Aksine otoriter ve çatışmacıdır. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar
yapılan anayasaların tümü devlete egemen güçler tarafından hazırlanmış ve
topluma dayatılmış anayasalardır. Bu anayasalarla Türkiye’de ne demokrasi
kurulabilmiş, ne toplumsal barış ne de ekonomik kalkınma sağlanabilmiştir.
Ancak, toplum otoriter yöntemlerle hizaya sokularak baskı altında
yönetilmiştir…” Kuşkusuz, anayasanın içeriği kadar yapılma yönteminin
ne getirip ne götürdüğünü en iyi bilebilecek durumda olanlar, Anayasa
Mahkemesi üyeleridir. Anayasa açısından toplumun, toplumsal düzenin en
sağlıklı fotoğrafını sizler çekebilirsiniz. Yine, uygar dünyada anayasalar
nasıl yapılmış, nasıl içselleştirilmiş, nasıl uygulanıyor, parti kapatmaya
ilişkin maddelerin yorumu nasıl gelişime ayak uyduracak şekilde yapılıyor,
aynı toplum içindeki farklılıkların birlikte yaşaması için nasıl bir yorum
tarzı benimseniyor kuşkusuz bunu da en iyi bilebilecek durumda olanlar
Anayasa Mahkemesi üyeleri olmalıdır. Anayasanın 90. maddesi, mevzuatın
çağdaş, demokratik yorumu için elverişli bir zemin yaratmıştır. Biz, siyasi
parti kapatma kararıyla ilgili olarak bütün bunların dikkate alınacağına
inanmak istiyoruz. İNSAN HAKLARINI İÇİMİZE SİNDİRMELİYİZ: İnsan yalnızca aklıyla, bilgisiyle ve gerçekleriyle
yaşayamaz, yaşamına anlam katacak ilişkilere, düşlere, duygulara, değerlere
ihtiyacı var. Çabalarımıza, umut ve umutsuzluğumuza anlam katan
ilişkilerimizse, bunun siyasete de yansıması gerekmez mi? Bu ilişkiler
yaşamazsa daha vahşi bir toplumun oluşmayacağının güvencesi ne? Basitleştirilmiş, farklılaştırılmamış bir eşitlik ve
özgürlük anlayışı türdeşleştirmeyi ve dolayısıyla baskıyı getiriyor. Çoğulcu
bir eşitlik ve özgürlük anlayışını savunmak gerekiyor, bu aynı zamanda bir
devlet politikası olmadan, Anayasaya yansımadan hayata geçemez.
Farklılaştırılmış eşitlik ve özgürlük anlayışının gerçekleşebilmesi, daha
ayrıcalıksız durumda olan bireylerin, grupların haklarının diğerlerine karşı
korunmasını ve genişletilmesini gerektirir, onların yok sayılmasını değil. Şimdi, insan hakları yalnızca bireyin sivil, siyasi,
ekonomik ve sosyal klasik haklarını değil; çevre, kültür ve kişinin farklı
olma ve ötekine karşı sorumluluğunu da kapsayan çoğulcu, demokrat ve sürekli
gelişen, değişen bir içeriğe sahip. O halde devletin ideolojisi de, tüm
görüşlerin denkliğini kabul eden, çoğul gerçekleri ve kimliği barındıran,
ekonomiye yalnızca ekonomik değerlerle yaklaşmayan insan hakları ideolojisi
olmalıdır. İnsan haklarının kaynağı hukuk değil; insanlık, insan doğası,
ahlak. İnsan haklarına yaşamak için değil, onurlu, özgürce ve insan gibi
yaşamak için gereksinim duyuyoruz. 2- KÜRT SORUNUNU YAŞAYANLAR NEDEN SİLAH DEDİ? Sayın Başsavcı, DTP’nin ülkenin bölünmez bütünlüğü
için tehlike oluşturduğu görüşünde. Aslında bu görüş, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Türkiye için şaşılacak, yadırganacak bir görüş değil.
Kürtler ya yok sayılıyor ya tehlike sayılıyor. Hükümet Kürt sorunuyla ilgili olarak ABD ile
konuşuyor, AB konuyu gündemine alıyor, bölge valileri ile toplantı yapılıp
görüş alışverişinde bulunuluyor ama Kürtlere sormaya gerek duyulmuyor. Hatta
hükümet temsilcisi tüm partileri bilgilendirirken bile DTP’yi yok sayıyor.
Genelkurmay Başkanı DTP’nin adını ağzına almak bile istemediğini söylemekten
kaçınmıyor. Anayasa Mahkemesi, yani herkese adil davranmasını, eşit mesafede
olmasını haklı olarak beklediğimiz, ülkenin en yüksek hukuk kurumu kuruluş
kokteyline tüm parti temsilcilerini davet ederken DTP temsilcilerini davet
etmiyor. Meclisteki partiler, AKP, CHP ve MHP, Kürtlerin yasal temsilcisi
olan DTP’ye ateş püskürüyor. Hemen hemen tüm iktidar sahipleri, DTP
kapatılmalı diyen Başsavcı gibi düşünüyor. Asıl sorun da bu zaten: Kürtlerin
varlığının kabul edilmek istenmemesi. Ortada bir sorun varsa bu sorun nasıl doğdu, neden
hala sürüyor, gencecik çocukları ölümü göze alarak dağa çıkmaya iten nedenler
nedir sorularının yanıtını aramak zorunludur. Neden silaha sarıldılar, şiddet
neden sürüyor sorusunun bir yanıtı olmalı. Bu yanıtı aramadan, bulmadan,
savaşmak, imha etmek çözüm getirmiyor. Çözüm getirmediğini generaller bile
ifade ediyor. Hukuk, hukuk dışında bir çözüm bulunamadığında
devreye girer. Bir sorun oluştuğunda doğal olan, sorunun taraflarının
konuşması anlaşmasıdır, bir anlaşma sağlanamıyorsa hukuk devreye girer.
Kamuyu ilgilendiren bir suçun işlenmesi halinde yine hukuk devreye girer. Suç
işleyen DTP’liler varsa yargı yoluna başvurulması olağandır. Ama 15 yılda,
Kürtlerin kurduğu 6 partinin 6’sı için de kapatma davası açılmışsa ciddi bir
sorun var demektir. Bundan çıkan tek sonuç vardır, o da Kürtlere söz hakkı
tanınmak istenmediği, Kürtlerin parlamentoda temsiline izin verilmediğidir.
Yüzde on barajı zaten Kürtlerin temsilini kısıtlamaktadır. Peki Kürtlere
siyaset yolu kapanacaksa Kürtler ne yapsın? Türkler uzun yıllardır kendilerini egemen olan olarak
görmekle kalmamış, ekonomik olarak da, ırksal, kültürel olarak da üstün
sanmışlar, öyle davranmışlar. Bu eşitsizlik inancı, değişik görünümlere
bürünerek bugüne kadar gelmiş. Siyasi, ekonomik, kültürel dayatmalar, kibir,
bugün de sürüyor. Kırılmayı yaratan da bu dayatmacı, farklı kimlikleri
tanımayan zihniyetin kendisidir. Toplumlar, tüm yaşanmış ve yaşanacak olanlardan
oluşur; geçmişi ve geleceği de kapsar. Bu yüzden, geçmişteki yanlışlar için
özür dilenmesi gerekir. Bu yüzden, bulduğumuzdan daha iyi bir dünya bırakma
sorumluluğumuz vardır. Bugün, geçmişte ırkçı, ayrımcı, dışlayıcı, işkenceci
oldukları için kimseyi mahkum edemeyebiliriz. Ama bütün bunları
hatırlayabilir, konuşabilir, oluşan tahribatı gidermeye çalışabiliriz. Sayın
Başsavcı sadece Diyarbakır Cezaevinde yaşananlarla ilgili kaç cilt kitap
yazıldığını biliyor mu? Cezaevindeki çocuklarını görmeye giden annelerin
Türkçe bilmediği ama Kürtçe konuşması da yasak olduğu için bütün bir görüş
süresi boyunca durup durup çocuğunun adını tekrarladığını? Yargısız
infazları, faili meçhulleri? Ya da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerdeki
işsizlik ve okuma oranını, 1000 lise birincisinin üniversite kazanamadığını,
binlerce köyün yakıldığını, o köylerde yaşayan milyonlarca insanın yakınlarının
yanlarında sığıntı gibi yaşadıklarını, göçü, yoksulluğu/yoksunluğu, bunun
yarattığı öfkeyi görmezden gelebilir miyiz? Kürtlerin yakın zamana kadar
kendi dillerini konuşmalarının dahi yasak olmasının, kendi adlarını
seçemeyişlerinin, köylerinin, derelerinin, mezralarının, sokaklarının
adlarının değiştirilmesinin hiç mi önemi yok? Cumhuriyet tarihinin büyük
çoğunluğunu sıkı yönetimle, O HAL ile geçirdiklerini, olur olmaz nedenlerle
evlerinin basıldığını, ezilmek, horlanmak istenildiklerini unutabilir miyiz? Elbette bugün bakmamız gereken şey, bugünkü tutumdur
ama değişen ne oldu? Neye bakabilir Kürtler? Kürtler geçmişte yaşanan her şeyi affetmeye hazır
olduklarını defalarca açıklamıştır ama affetmek için artık bugün farklı bir
tutum bekliyorlar. Oysa bugüne bakıldığında da bir anlamda eskisinden farklı
bir durum yok. Kürtlerin partileri yine kapatılıyor, devleti temsil edenler,
Kürtlerden ‘sözde vatandaşlar’ diye söz ediyor ve son iki yıldır Kürtlere
karşı görülmemiş bir dışlama uygulanıyor. Neler olup bittiğini kavramak için
televizyonlarda gördüklerimizi hatırlamak yeterli. DTP binaları basılıyor,
taşlanıyor, camları kırılıyor, bazılarında üstelik polis camları kıranları
seyrediyor; Batı’daki Kürt ailelerin evleri işaretleniyor, düğün yaptıkları
salonlara bile saldırılıyor, dışarı çıkmalarına izin verilmiyor. Ve Kürtlere
yönelik linç girişimleri ‘milli hassasiyetlerin sonucu’ denilerek aklanıyor,
linç girişimcileri değil, lince sebep olduğu iddiasıyla Kürtler gözaltına
alınıyor, yargılanıyor. Uygulanan linç öyle boyuta vardı ki, üniversiteler,
Kürtlere yönelik linç girişimleri üzerine araştırmalar yapıyor, tezler
hazırlıyor; aydınlar, köşe yazarlarını tüm Kürtleri hedef haline getiren yayınlar
için Basın Konseyine şikayette bulunuyorlar. Kürtlere yapılanlar, artık Kürt
olmayanlar için de katlanılamaz boyutlara vardı. Bir halk bütün bunlara ne kadar dayanabilir? Kaç gün,
kaç ay, kaç yıl? Daha ne kadar? Kürtlerin ayrımcılığa uğradığını bir gerçek olarak
kabul ediyorsak, ki etmeliyiz, şimdi dönüp “Hâlâ ne istiyorsun, gel karış
aramıza, kimliğini sürme öne” diyemeyiz. Elbette Kürt sorunun ekonomik,
toplumsal, sosyal yanları var ama asıl olarak kimliğe, kültürel haklara
ilişkin bir sorun olduğunu bu yüzden de ekonomik paketlerle, yatırımlarla,
sadaka gibi dağıtılan paketlerle çözülemeyeceğini görmek gerekiyor. Kürt sorunu,
tek başına yoksulluk, gelişmemişlik ya da güvenlik, asayiş sorunu değildir.
Yoksul oldukları için dışkı yedirilmedi Yeşilyurt köylülerine. Binlerce köy,
kalkındırılamadığı için yakılmadı. Ne için ayrımcılığa uğradılarsa onunla
birlikte kabul edilmek istiyorlar. Kısacası ‘insan hakları’ gibi genel bir
‘hak’ söylemi değil artık söz konusu olan. “Bir insan” olmak değil dertleri.
Bir Kürt olarak kabul görmek, bir Kürt olarak kamusal alana girmek
istiyorlar. Kürt olarak haksızlığa uğrayanların kendini bir Kürt olarak
savunması doğaldır. Sayın Başsavcı ‘Ben Türk kimliğimi öne sürüyor muyum’
diye düşünebilir, oysa cevap basit, çünkü Türklüğü baskı altına alınmadı,
kendini, kimliğini inkar etmesi istenmedi. Bir Türk’ün kimlik sorunu yok.
Kürtler, insan oldukları için baskı görmediler, Kürt oldukları için baskı
gördüler. Şimdi de ne için baskı gördülerse onu geri istiyorlar. Çoğumuz, dünyayı kendi bildiğimiz kalıplarla görür,
öyle değerlendiririz. Bu kalıplara göre iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı
buluruz. Farklı düşünmemiz doğaldır, yanlış olan, kendi düşüncemizi, kendi
doğrularımızı başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışmak, başka doğrular
olabileceğini kabul etmemektir. Kendi doğrularımızı tek doğru, tek iyi olarak
kavradığımızda farklı düşüneni anlamaya çalışmaz, mahkum ederiz. Doğruyu
yalnız ben bilirim tavrı, kaçınılmaz olarak objektiflikten, ötekine/bizim
gibi olmayana saygıdan uzaklaştırır bizi. Onaylamadıklarımıza karşı baskıcı
olmayı, şiddete varan hoşgörüsüzlüğü getirir. Gencecik çocukları, ölümü göze
alarak dağa çıkartan nedir? Bu sorunun cevabını Türkler tek başlarına
veremez, Kürtlerle konuşarak bulmak zorundayız. Kürt sorununun çözümü için diyalog gereklidir.
Dünyada ilk kez bizde yaşanmıyor bu sorun. Uygar dünya çözümü diyalogda
bulmuştur. Kürt sorununun temelinde Kürtleri anlamama, anlamak istememe var.
Ancak anlama isteğiyle girilen diyalog, farklı bakabilmeyi öğretir bize.
Dünyanın yalnızca bizim bildiğimiz gibi olmadığını, farklı görüşler, farklı
yaşamlar, farklı kimlikler olduğunu kavratır bize. Bizim için iyi, doğru,
güzel olanın herkes için böyle olmayabileceğini, bunun pekala mümkün
olduğunu, bütün farklılıklarımızla birlikte yaşayabileceğimizi gösterir,
öğretir bize. Başkalarının arasına karışır, hayatlarına girer, onlara
dokunurken, nasıl yaşadıklarını görür, daha iyi anlarız onları. Sorunları
hakkında daha doğru bir kavrayışımız olur. Kitaplarda okuyamayacağımız,
filmlerde göremeyeceğimiz, uzmanlardan dinleyemeyeceğimiz, diyaloga girmeden
ulaşamayacağımız bir bilgilenmedir bu. DTP’nin de Meclise girdiği ilk günden
başlayarak istediği, dillendirdiği tek husus diyalog olmuştur, şiddet değil. ANLAMA İSTEĞİ İLK ADIM: Kürtlerin kurduğu tüm partilerin kapatılmasının
ardında, Kürtleri potansiyel bölücü olarak görme eğiliminin getirdiği önyargı
ve anlama isteğinin olmayışı da var. Anlamak isteği, önemli bir adımdır. Şemdinli’de patlayan bombaların ardından Yurttaş
Heyeti ile bölgeye gittik. “Sesimizi duyun, duyurun” diyordu insanlar.
Döndüğümüzde çözümü çatışmada ve çözümsüzlükte görenlerin çabaları arasında
sesimizi yeterince duyuramadık, onların güzel deyişiyle, “kuyruğundan
yakaladıkları canavarın gövdesini çekip çıkaramadık...”. Yapacaklarımızı tam
yapamadık, sözümüzü tam tutamadık, seslerini tam duyuramadık, hiç değilse
burada, hepimizin son sığınağı olan adaletin tecellisini isterken,
gördüklerimizi, duyduklarımızı paylaşalım istiyoruz. Kürtler ne yaşar, ne
ister biraz kulak verelim; hayata bakalım, DTP, neden PKK terör örgütüdür
demez, belki bir nebze anlaşılmasına yardımcı olacaktır anlatacaklarımız.
Evet şimdi biraz hukukun dışına çıkılıyor gibi gelebilir size ama hukuk,
adaletin tecellisi değil midir? Ve adalet, hayattan, hakikatten bağımsız
olabilir mi? Ve zaten PKK terör örgütü dememenin parti kapatma nedeni
sayılması da, hukukun dışında, sadece siyasi bir tutum alış değil midir? Yurttaş Heyeti olarak Van, Yüksek Ova, Şemdinli ve
Hakkari’de toplantılar yaptık. Sıradan insanlarla, sokaktaki insanlarla,
gençlerle, kadınlarla, yaşlılarla, çocuklarla konuştuk. Bakın neler gördük,
dinledik: Çocuktan Al Haberi: Çocuklarla ilgili iki gözlem, cilt cilt kitaptan
fazlasını anlatıyor: Hakkari’de kaldığımız otelden çıktığımızda hava
kararmıştı. Akşam yemeğine kadar biraz dolaşmak istiyorduk. Otelin önünde
selpak satan 10-11 yaşlarındaki çocuktan mendil alırken sorduk: “Sence hangi
tarafa gidelim, neresi daha güzel?”, “Bence hiçbir tarafa gitmeyin. Karanlık
oldu.” dedi. Şemdinli Kaymakamlığı’na giderken, beş-altı
yaşlarında bir grup çocuk gördük. Asker gibi rap rap yürüyorlardı. Bir
arkadaşımız “Askercilik mi oynuyorsunuz?” diye seslendi. Çocukların önde
yürüyeni “Hayır” dedi, “Biz iki taraftan da değiliz.” Kürtler ayrılmak istemiyor, Eşit haklı vatandaşlık
istiyor: Şemdinli’de, Yüksekova’da, Hakkari’de düzenlenen toplantılarda,
200’ü aşkın insanla konuştuk Bir kısmı partili, örgütlü, çoğu örgütsüzdü.
Gittiğimiz yerlerde esnafı, sokaktaki insanları dinledik. Herkes tedirgindi.
Yüzlerine bakınca attıkları sessiz çığlığı duymamak imkansızdı. Hemen hepsi
aynı şeyleri söylüyordu: “Biz ayrılıkçı olarak görülmekten, potansiyel
terörist muamelesi görmekten bıktık. Biz, bölünmek de ayrı devlet de
istemiyoruz. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız, ama Kürt’üz, Kürt olarak
doğduk. Doğuştan gelen bu kimliğimizle kabul edilmek, saygı görmek istiyoruz.
Türkiye, kendi Kürtleriyle barışmalıdır. Kendi adlarımızı, köylerimizin,
yaylalarımızın, sokaklarımızın değiştirilen adlarını geri istiyoruz. En
doğal, en sıradan haklarımızı istediğimiz için bölücü olarak görülmek
istemiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, eşit haklı vatandaş
olarak, Kürt kimliğimizle, korkmadan, kaygılanmadan yaşamak istiyoruz.
Ayrılıkçı değiliz ama kimliğimize sahip çıkıyoruz. Başbakan’ın üst kimlik/alt
kimlik önerisini doğru/uygun buluyoruz”. Bölge halkı ısrarla beraber yaşama isteğini dile getiriyor,
‘Kendi ülkemize pasaportla mı gireceğiz? Kim ister bunu?’ diyorlardı. Bölge
halkının siyasi temsilcilerinden DTP de hem yazılı belgelerinde hem sözlü
açıklamalarında ayrılıkçı olmadığını, ayrı devlet anlayışı taşımadığını
ısrarla söylemiştir. Nitekim iddianamede Sayın Savcı bunun aksine tek kanıt
gösterememiştir ve zaten kimse de gösteremez. Devlet de düşünmeli: Bir baba şunları söylüyordu: “Biri askerde, biri
dağda oğullarımın. Uyku haram oldu bana. Analarının gözünde yaş kalmadı. Her
ailenin dağda bir çocuğu var. Devlet de düşünmeli, bu çocuklar dağa neden
çıktı diye. Devlet düşünmeli, ben ne yaptım ki bana karşı geliyorlar, bırakıp
gidiyorlar diye. Hangi genç durup dururken dağa çıkar? Okul yok, iş yok, gelecek
yok, onu adam yerine koyan, dinleyen yok. Toplumsal barış deyip duruyorsunuz.
Bu çocuklar evlerine dönmeden barış olmaz. Her ailenin bir çocuğu var dağda.
Ama bunların çoğu eyleme karışmadı, devlet de biliyor, ateşkes vardı.
Onurlarını almadan onların, silahlarını almalı devlet.” Yanımdaki yaşlı kadın, onu onaylar şekilde başını
sallayıp dururken birden kadın olduğumu farketmişçesine bana dönüp “Çocuğun
var mı?” diye sordu. “22 yaşında bir kızım var” dedim. Ellerini çaresizce iki
yana açıp “Bilirsin o zaman” dedi “Anlatmak gerekmez ki. Sen onun dağa
çıkmasını ister misin? Hangi anne çocuğunun dağa çıkmasını ister? Her ay
çıkarıp havalandırıyorum elbisesini, gelince sandık sandık kokmasın diye. Biz
istemez miyiz çocuklarımız okusun, iş aş sahibi olsun, ev bark geçindirsin,
çoluk çocuğa karışsın? İstemez miyiz?” Anlatmak gerekmezdi sahiden, ama anlatmadan
düşünemiyorduk, dinlemeden anlayamıyorduk. Öyle ki 1000 okul birincisinin
üniversite kazanamadığını okuyor, ama bu hangi sonuca yol açar akıl
edemiyorduk. Tıpkı şimdi de dinlemeden, anlamaya çalışmadan DTP, neden PKK
terör örgütüdür demiyor o halde terörü savunuyor denildiği gibi. Neden kulak
verip dinlemiyoruz? Neden bize aktarılanla yetiniyoruz? Kürt kadınlar iki misli eziliyor: Gencecik kadınlar
konuşuyordu Şemdinli’de, Hakkari’de. “İki misli baskı altındayız. Hem Kürt
olduğumuz için, hem kadın olduğumuz için eziliyoruz. Ne devlet ne aile
önemsiyor bizi. Bir erkeğin kızı, annesi, karısı, kardeşi olduğumuz için
işkence gördük, taciz edildik, karakola kapatıldık. Erkekleri bulabilmek,
onları incitebilmek için korucusu, polisi baskı yaptı bize. Devletin baskısı
yetmezmiş gibi, bir de babamızın, ağabeyimizin, kocamızın şiddetine maruz
kalıyoruz. Erkekleri okutamayan aileler kızlarını hiç okutmuyor. Okusa ne
olacak? İş mi var? Eskiden kadınlar sesini çıkarmaz, başa gelen çekilir,
dermiş. Ama şimdi devir değişti. Kızımız da erkeğimiz de insan yerine konmak
istiyor. Kadın olarak, insan yerine konduğumuz, sesimizi çıkarabileceğimiz
tek yer kalıyor: Dağlar. Bakın dağlara, ne kadar yakınlar, görün. Dağları
cazip olmaktan çıkarmak lazım. Devlet, kadınıyla erkeğiyle Kürtlerin kendi
vatandaşı olduğunu hatırlamalı. Bir İstanbullu ne kadar yurttaşsa bizi de o
kadar yurttaş saymalı, bir İzmirlinin hakları neyse bize de o hakları
tanımalı”. Mecburi öğretmen, mecburi doktor istemiyorlar:
Okullar okula, hastaneler hastaneye benzemiyordu. Konuştuğumuz herkes hizmet
alamamaktan şikayetçiydi: “Burada hiçbirimiz insan gibi yaşamıyoruz.
Türkiye’nin batısındakiler kadar hak, özgürlük, iş, okul, hastane istiyoruz.
Büyük ve çok yönlü sıkıntımız var. Okul birincisi olan çocuklarımız bile
üniversite kazanamıyor. En basit hastalığı olanlar tedavi edilemiyor. Fakülte
bitirenler iş bulamıyor. Mecburen gelen doktor, mecburi öğretmen, mecburi
hizmetli polis istemiyoruz. Mecburen gelenler bize ikinci sınıf vatandaş
muamelesi yapıyor, buraya istemeden geldiği için işini iyi yapmıyor, ilk işi
rapor almak oluyor. Burası, deneyimsizlerin deney kazandığı ya da yaptığı
kötü şeyler yüzünden sürülenlerin yeri olmasın. Bizi insan yerine koyan,
kendisiyle eşit gören memurlar istiyoruz. Bölgeler arasındaki eşitsizlik de,
Türklerle Kürtler arasındaki eşitsizlik de giderilsin. Biz de vergi
veriyoruz, askere gidiyoruz, Milli Takım’ın elenmesine en az Fatih Terim
kadar üzülüyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda, Kıbrıs’ta birlikte savaştık, bir Türk
erkeği devletine ne veriyorsa, ben de veriyorum”. Konuşanların hepsi çok dertli, hepsi çok haklıydı.
Yine de en yaşlılardan biri şöyle kapattı toplantıyı: “Ne diyeyim ki?
Görüyorsunuz, dinliyorsunuz. Yine de en önemlisi şu: Bütün bu acılarımızın,
bütün bu yaralarımızın üstüne geldiniz ya, bu bile yeter bize”. “Adalet istiyoruz” Şemdinli ayaktaydı. “Faili meçhullerde, yargısız
infazlarda yüzlerce Kürt öldürüldü. Hiçbir Kürt’ün katili yakalanmadı, hiçbir
Kürt’ün katiline ceza verilmedi. Biz yine de devlete güvendik. Şemdinli’de
failleri suçüstü yakaladık. Türkiye’nin başka yerlerinde yapıldığı gibi linç
etmeye, cezasını kendimiz vermeye, kendi adaletimizi kendimiz sağlamaya
kalkmadık. Devlete, hukuka güvendik, failleri devlete teslim ettik. Şimdi,
adalet istiyoruz ama kaygılıyız. Başbakan’ın ‘Şemdinliler tanık olamaz’
ifadesinin gerçekleşmesinden, olayın üstünün örtülmesinden endişe ediyoruz.
Bombalama olayının görgü tanıkları, tanıklık yapmayacaksa kim yapacak?” Suçüstü yapmışlardı. Hukukun Şemdinli’de de
uygulanacağını görmek istiyorlardı. Ne oldu? Şemdinli iddianamesini yazan
savcı, Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt için suç duyurusunda bulununca yer
yerinden oynadı. Ordu, üyelerine yönelik iddialar karşısındaki alışılmış
refleksini gösterdi: İddiaları, yıpratmaya yönelik maksatlı bir davranış
saydı. Sonuçta savcı hakkında soruşturma açıldı. Ve dağ fare doğurdu. Dünyaya açılan pencere: Herkesin ortak taleplerinden biri de Kürtçe televizyondu.
“Bölge halkının diline, kültürüne, gündelik yaşamına uygun bir televizyon
acilen yayına başlamalıdır. Haberleri, şarkıları, yorumları kendi dilimizden
dinlemek hakkımızdır. Hiçbir yasal engel kalmadığı halde yönetmelik hükümleri
ve fiili yasaklarla ana dilimizde bir televizyonumuzun olmasının
yasaklanması, sadece bir hak sorunu da değildir. Okula gidememiş, Türkçe
öğrenememiş milyonlarca insanımız var. Bizim dilimiz Kürtçe, onun içine
doğarız. Ninnilerimizi, masallarımızı, şarkılarımızı Kürtçe dinleriz,
rüyalarımızı Kürtçe görürüz. Türkçe’yi ya okulda ya askerde öğreniyoruz.
Erkekler okula gidemese askere gidiyor ama kadınlar öyle mi ya. Ancak Kürtçe
yayın yapan bir televizyon bizim dünyaya açılan penceremiz, gözümüz,
kulağımız, dilimiz olabilir. Kürtçe yayın yapan bir televizyon açılmadan ROJ
TV’nin kapatılması, ağzımıza, gözümüze, kulağımıza kilit vurulmasıdır”
diyorlardı. Şiddetsiz bir yaşam özlemi: Hemen her konuşanın
altını çizdiği konulardan biri de şiddetsiz yaşam özlemiydi. “Ölümlerin son
bulduğu, silahların sustuğu, şiddetin sona erdiği bir hayatı özlüyoruz.
Huzura ve güven içinde yaşamaya ihtiyacımız var.” Gezdiğimiz evlerin çoğunun koridorlarında yatak
denkleri vardı. Karışık günlerde, dışarıdan gelecek bir tehlikeye karşı evin
ortasındaki koridorlarda yatıyorlardı. Bazı evlerde, boy hizasında olması
gereken pencereler, güvenlik nedeniyle tavana yakındı. “Çocuklarıma ilk
öğrettiğim şeylerden biri, silah sesi duyunca yatak altına girmektir. İki
yaşını geçmiş her çocuğuma ilk bunu öğrettim” demişti bir kadın. “Baraj kalksın” Seçim barajları en çok dile getirilen konulardan
biriydi. Kürt sorununu konuşmak için muhatap bulamamaktan şikayet edenler bu
ortak sese kulak vermeli: “Seçimlerde yüzde 10 barajı kalksın. Bizim
temsilcilerimiz Meclis’e girebilsin. Eskiden Kürt sorunundan söz açılamazken
şimdi Başbakan bile ‘Kürt sorunu vardır’ diyor. Bu da bir ilerleme elbet. Ama
Kürt sorunu konuşulurken bizim temsilcilerimiz olmasın mı? Türkler kendi
aralarında konuşarak mı çözecekler Kürt sorununu? İnsanı asarken bile
ifadesini alırlar, bizim ne istediğimizi soran da söyleyen de olmayacak mı?
Biz düşman da değiliz, sömürge halkı da”. “Köylerimize geri dönelim” Görmezden geldiğimiz en önemli sorunlardan birinin de
göç sorunu olduğu açıktı. 3000’den fazla yer boşaltılırken, bir milyonu aşkın
Kürt yer değiştirmişti. Yaşlı bir erkek yakılan köyünü anlatırken şöyle
diyordu: “Arılar bile yandı kovanlarında, köy bomboş kaldı. Hoş artık
çocuklar da dönmek istemiyor. Nereye dönsünler? Ev yok, bark yok. Okul yok,
iş yok. Olsun, hiçbir şey olmasa da ben oraya dönmek istiyorum. Bak bak bu
taş binalara, geçmez günler. Olanla ölene çare yok. Atmasaydı köyümüzden,
etmeseydi yurdumuzdan demenin manası yok. Olan oldu artık, bari evimize
dönelim. En çok ne özlersin dersen bana, tarlamdaki cevizin gölgesine oturup,
püfür püfür esen rüzgarı özlerim. Doğduğum yerlere gömüleyim isterim”. Yanındaki aldı lafı: “Boşaltılan köylerimize geri
dönmeyi hepimiz istiyoruz. Hakkari’de yapılan 21.000 başvurudan yalnızca
700’üne cevap verildi. Bir an önce işlemlerin tamamlanmasını istiyoruz. Göç
alan şehirlerde birkaç aile aynı evi paylaşıyoruz. Bir aileye bir oda
düşerse, iyidir, diyoruz. Hepimiz işsiz, aşsız kaldık, okula gidemeyen
çocuklarımızın eline bakar olduk, mendil satıyor, ayakkabı boyuyor,
kaldığımız eve üç kuruş getirmeye bakıyorlar. Kendi evlerimize,
tarlalarımıza, kendi hayatlarımıza dönmek istiyoruz. Biz şehir insanı
değiliz. Köyde bildiklerimiz şehirde nafile. İşe yaramaz olup çıktık
buralarda. Şehirde ne yapılır, ne edilir bilmeyiz. Biz toprağın dilinden
anlarız, toprak bizden anlar. Köyde bir çayla şeker derdimiz olur, şehirden
bir onları alırdık, gerisi bize kalmıştı, her şeyimizi kendimiz yapar kendi
yağımızla kavrulurduk. Buralarda işsizlik zaten varken, bir de biz eklendik”. Aylar sonra, Bilgi Üniversitesi’ndeki Kürt
Konferansı’nda göçle ilgili bir belgesel izledim. Zorunlu göçle metropole
gelen bir genç konuşuyordu perdede: “Çöp kutularından işe yarar ne varsa
toplayıp satıyorum hurdacılara. Bu işe ilk çıktığım gecelerde, yanımdan biri
geçerken kafamı kutunun içine, çöplerin ta ortasına sokardım, yüzümü
görmesinler, kim olduğumu bilmesinler diye. Öyle utanırdım. Sonra fark ettim
ki kimse bana bakmıyor, kimse beni görmüyor. Meğer ben görünmez adam olmuşum,
ne çöp karıştırırken ne kaldırımda yürürken görünmüyorum kimseye. Şimdi
utanmıyorum. Niye utanayım ki? Yolsuzluk yapmıyorum, hırsızlık yapmıyorum.
Beni bu hale koyanlar utansın”. “Bütün bunları bir yanlışlık olarak kabul etmeye
hazırız” Oğlu çatışmada öldürülen bir babanın Şemdinli
toplantısında vurguladığı husus, genel kabul görüyordu: “Bütün bu olup biteni
bir yanlışlık olarak kabul etmeye hazırız, yeter ki adım atılsın.” Bekledikleri adım, partilerinin kapatılması değil
kuşkusuz. Sonra Diyarbakır sokaklarında taş atan çocukları görünce kızıyoruz,
PKK üyesi bunlar diyoruz. Zaten BELEDİYE Başkanı da onlara hak veriyor
diyoruz ve bütün bunları, Kürtlerin önemli bir bölümünü temsil eden
partilerinin kapatılması için gerekçe yapıyoruz. Unutmayalım ki, iki yaşında
yatak altına saklanmayı öğrenen, devlet diye sokaklardaki kar maskeli
adamları görerek büyüyen, köyündeki evi yakılıp yıkılan, rızası alınmadan
şehre sürülen, başkalarının evinde yaşamak zorunda bırakılan, adı bilinmeyen,
yüzü seçilmeyen, kimliği yok sayılan çocuklar, Diyarbakır sokaklarında taş
atarken gördüklerimiz. Ellerine taş alıp sokağa çıkmaları da, silah alıp dağa
çıkmaları da kolay. Tıpkı seslerine kulak verilirse, o taşları, o silahları
ellerinden bıraktırmanın da kolay olduğu gibi. Kürt sorununa terör sorunu ya da yalnızca kalkınma
sorunu teşhisi koymak, kimlik, kültürel haklar konusunda ısrarlı partilerini
kapatmak çözüm getirmez. İmha siyaseti çözüm getiremeyeceği gibi, siyasi
temsilcilerini siyaset sahnesinden silmek, yok etmek de sorunu ancak derinleştirir.
Elbette iş aş bulunması, yoksulluk ve yoksunluğun giderilmesi, ekonomik
paketler hazırlanması, uygulanması önemlidir ama yetersizdir. Soruna yalnızca
terör ya da kalkınma sorunu gibi çözüm aramak, her iki tarafta da birer avuç
olan, ama sesi güçlü çıkan şiddet yanlılarının ekmeğine yağ sürer. Bu, ‘Biz
bölücü değiliz, ama eşit haklı vatandaşlar olarak birlikte yaşamak istiyoruz.
Bu, ‘bunu duyun, duyurun’ diyen bölge halkını da duymamak olur. SAVAŞIN DEĞİL BARIŞIN DİLİNE İHTİYACIMIZ VAR: Kürtlerin ve Türklerin birbirlerinin düşündüklerini,
hissettiklerini anlamaları önemli. Tanımak, anlamak, önyargılardan arınmayı,
onu, onun kendini gördüğü gibi görebilmeyi gerektirir. Kendi algılama
tarzını, onu nasıl gördüğünü diğerine anlatabilme; diğerinin seni nasıl
gördüğünü anlayabilme, ancak diyalog sürecinde gelişebilir. Kürtler
kendilerini dışlanmış, hırpalanmış hissediyor. Devlet ve onu temsil edenler
ise tanımak yerine tanımlamayı, anlamak yerine anlamlandırmayı seçiyor. ‘Ben,
seni senden daha iyi tanırım, tanımlarım’ demek, kimliklerini yok saymak,
potansiyel bölücü olarak görmek, Kürtlerde öfke ve içerleme yaratıyor. Bugün
yalnızca yoksullar, işsizler değil, üniversite mezunları, hemen iş
bulabilecek kapasitede olanlar da PKK içinde yer alıyorsa durup düşünmek
gerekir, ne oluyor, neyi yanlış yapıyor devlet ve devlete endeksli düşünenler
diye. 3- ANA DİLDE EĞİTİM İSTEMEK SUÇ MUDUR? DTP, resmi dilin Türkçe olmasına karşı çıkmamıştır.
Kaldı ki karşı olduğunu açıklasaydı da, bu bir düşünce açıklama sayılır ve
bir suç oluşturmazdı. Ana dilde eğitim istemek, devletin resmi dilinin Türkçe
olmasına karşı çıkmak anlamına gelmez. DTP’nin programı nettir. Bugün ne
düşündükleri de bugün yazıp, söyledikleri de programından farklı değildir.
Emine Ayna’nın Taraf Gazetesine verdiği söyleşide de belirttiği gibi,
“devletin resmi dili Türkçe olmalı ama bir de bölge dili olmalı. Devletle
yazışmalarında Türkçe kullanırken kendi iç yazışmalarında bu dili
kullanabilmeli.” demektedir. Uygar dünyada da sorun böyle çözülmektedir.
Sorunun çözümü için önce ne dendiğini anlamayı gerçekten istemek gerekir.
Resmi dilinin yanı sıra başka dilleri de kabul eden ülkeler var. Üstelik
bölünme tehlikesinin en olmadığı ülkeler onlar. Bizdeki sorun daha çok
zihniyetle ilgili. Ne zaman ana dilde eğitim sorunundan söz edilse hemen
üniter devlet tartışması başlatılır. Ne ilgisi var? Çok dilli ülkeler
bölünmüş mü? Kuşkusuz kimliğini yadsıyan, bir başka kültüre geçebilen
insanlar vardır. Ancak bu, az görülen bir durumdur. Kendi dilini, kültürünü yaşama
isteği makul, meşru ve haklı bir beklentidir. Kendimizi, sevdiklerimizi,
sevinç ve acılarımızı anlattığımız; konuşurken, düşünürken, rüya görürken
kullandığımız dilin yasaklanmasını hiçbir gerekçe haklı kılamaz. İçine
doğduğumuz çevreye ilişkin, kolay açıklanamaz ortak bilgimiz, görgümüz, tek
tek sıralanması imkansız çağrışımlarımız vardır. Tahayyül dünyamızın
belirlenmesinde, ortak değerlerin, iletişim biçimlerinin, tutum benzerliklerinin,
ninnilerin, şarkıların, masalların payı, sandığımızdan daha çok çoktur. Bizi
biz yapan, diğerinden farklı kılan her şeye; ne denli yaralı da olsa tüm
geçmişimize, bugünümüze ve yarınımıza bir çizgi çekmemizi isteyen kim olursa
olsun buna direniriz. Yabancılaşma lüksü olmayanlar, kendi kültürlerini
tehdit altında hissedenler için, bu bağların daha güçlü olması doğaldır. Ana dil, kimlik, kültürel farklılık, yasayla ya da
anayasayla oluşturulamadığı gibi bastırılamaz da. Türkler için tartışmalı
olan Kürt kimliğinin Kürtler için tartışmalı olmadığını biliyoruz. “Ben Kürt’üm
diyen birine “Hayır sen Türk’sün” diyerek homojen bir toplum yaratılamadığını
görüyoruz. Yasalar ne derse desin herkes her zaman kendi kimliğine sahip
çıkıyor, Kürtler de kendi kimliklerine sahip çıkıyor, bedeli ne olursa olsun
ödeyecek ve sahip çıkmaya devam edecekler. Bu da görülüyor. Bir yandan emekli generaller geçmişte Kürtçe
konuşmanın yasaklanmasının yanlış olduğunu itiraf ediyor, sosyal taleplerini
yıkıcılık saydık diyor, bir yandan hukuken Kürtçe serbest bırakılıyor bir
yandan da güvenlik güçleri ‘tek dil ‘ diye bağıra bağıra Diyarbakır’da
yürüyor. Türklerin tek tük bulunduğu, herkesin Kürtçe konuştuğu bir ilin
sokaklarında ‘tek dil’ diye bağıra bağıra yürüyenler yalnızca sokakların
değil, gerçeğin ve adaletin de üstünde yürümektedir. Ve Sayın Başsavcı, tek
dilli olduğumuzu, bunun aksini söylemenin suç olduğunu söylüyor. Türkiye, tek
dillidir demek, gerçeğin ve adaletin inkarıdır. Türkiye’nin resmi dili
Türkçe’dir demek başka bir şey, Türkiye tek dillidir demek başka şeydir. Türkiye’de
resmi dilin Türkçe olduğunu DTP zaten kabul ediyor, bunu programında da
görebilirsiniz. Kürtlerin Kürt olabilme hakkını, onların yasal
temsilcisi DTP savunamayacaksa kim savunacak? Kürt sorununu Türkler tek
başlarına mı çözecek? Türk olmayanların, Kürtlerin, ne istediklerini, ne
yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını söyleme hakkı yok mu? Kendisi
dışındakilerin özgürlüğünü, söz söyleme hakkını reddeden bir demokrasi
anlayışı ne kadar inandırıcı olabilir? Ana dilde eğitim hakkı istemeyi bölücülük sayan
mantık, çağdaş, demokratik bir mantık olmaktan uzaktır. Diyarbakır Baro
Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun Başbakan’a mektubundan bir alıntı ile sürdürmek
istiyoruz açıklamamızı: “AB üyeliği için imzalanması zorunlu olan ancak
Türkiye’nin henüz imzalamamış olduğu 7 sözleşmeden 6 tanesi doğrudan Kürt
sorunu ve Kürt dilini kullanma hakkı ile ilgilidir. AB nin 2004, 2005, 2006
ve 2007 yılı ilerleme raporlarında da sorunla ilgili yeterince örnek vardır. Kürtler’in kendi ülkelerinde en doğal hakları olan
kendi ana dilleri ile konuşabilme, eğitim görme ve hizmet alma hakları
sorunludur. Kürtler, mülteci veya işçi olarak gittikleri yabancı olarak
yaşadıkları Almanya, İsveç gibi ülkelerde sahip oldukları haklara kendi
ülkelerinde sahip değildirler. Bakalım Kürtler, Türkler ve başka yabancılar
GÖÇMEN oldukları ülkelerde ana dil kullanımı konusunda hangi hak ve
özgürlüklere sahiptirler ve Kürtler kendi topraklarında bu konuda nasıl bir
uygulama ile karşı karşıyadırlar? Önce İsveç’teki yasal
düzenlemelere ve uygulamalara bakalım. İsveç’te yabancıların ve yerleşik azınlıkların
(national minorites) kendi ana dillerini okul öncesi eğitim kurumlarından
başlamak üzere tüm temel eğitim ve lise eğitimi boyunca öğrenme hakları, bu
grupların çocuklarının ana dillerinde okuma ve eğitim görme hakları ve ana
dillerinde ders yardımı alma hakları Anayasa’dan kaynağını alan yasalar ile
düzenlenmiş ve bu hakların kullanımı devlet güvencesi altında BELEDİYEler
tarafından uygulanmaktadır. İsveç, bu ülkede
yaşayan ve ana dilleri İsveççe’den başka bir dil olan yabancıların ve
Laponlar, Romanlar gibi yerleşik ulusal azınlıkların çocukları için ana dil
eğitimi görme hakkını ilk olarak 1968 yılında düzenlenmiştir. 1975 yılında
“eşitlik, katılımcılık ve seçme özgürlüğü” sloganıyla bu hak Anayasal
güvenceye kavuşturulmuştur. Aşağıda aktardığımız yasa,
kaynağını İsveç Anayasası’nın Temel Hak ve Özgürlükler ile ilgili faslının
21. Maddesinden almaktadır ve buna göre düzenlenmiştir. Bugün yürürlükte olan 1994:1194 sayılı Yasa ile düzenlenmiş olan Temel Eğitim Okulları
Yönetmenliği’nin (Grundskoleförordning)
9. maddesinde bu hak şu biçimde tanımlanmıştır. “Madde 9: Bir öğrencinin
velayetine sahip ebeveynlerinden birisi veya her ikisi İsveççe’den başka bir
ana dile sahip iseler ve bu dil çocuk ile günlük ilişkilerinde kullanılan dil
ise, öğrenci aşağıda belirtilen şartları yerine getirmek üzere sözkonusu
dilde ders olarak eğitim (ana dil eğitimi) alma hakkına sahiptir; 1. Çocuk ana dilinde
(sözkonusu dilde) temel bilgilere sahip olmalıdır. 2. Çocuk bu dilde eğitim
almayı istemelidir. Laponca, Fince, Romanca,
İbranice ve Meankelice dillerinde ana dil eğitimi bu diller çocuk ile
gündelik ilişkilerde kullanılan bir dil omazsa bile çocuğa verilmelidir. Bu
durum evlatlık edinilmiş ve ana dili İsveççe’den başka bir dil olan çocuklar
için de geçerlidir. Bu Yasa’nın 5. faslının 2.
ve 3. maddelerinde öğrencinin ana dilinde ders yardımı alabilmesi için
düzenleme yer almaktadır, 2008:97 sayılı yönetmelik.” İsveç’in İstatistik Merkez
Bürosu’nun (Centrala Statistiskabyrån) verilerine göre 2006 yılında İsveç’te
Kürtçe ana dil dersi eğitimi alan toplam çocuk/öğrenci sayısı 6267 dir.
(kaynak: www.scb.se). İsveç’te 157 farklı dil
istatistiklerde kayıtlıdır ve toplam 90000’in üzerinde öğrenci ana dil
eğitimi almaktadır. Yukarıda belirtilen kaynaktan aynı bilgiler edinilebilir. İsveç Parlamentosu’nun
(Sveriges Riksdag) internet sitesi aralarında Kürtçe’nin ve Türkçe’nin de
olduğu 24 dilde yayın yapmaktadır. Bkz. http://www.riksdagen.se/templates/R_Page__10571.aspx İsveç’te, bütün devlet ve yerel yönetim (BELEDİYE, il
genel meclisi) kurumları ile ilişkilerde, İsveç vatandaşı olup olmadığına
bakılmaksızın, İsveç’te oturma hakkına sahip herkes kendi ana dili ile
iletişim kurma ve kendi ana dilinde hizmet alma hakkına sahiptir. İsveç’te anadil dersi veren öğretmenler de
öğretmenlik öğrenimlerini İsveç Yüksek Öğretmen Okullarındaki eğitim ile
yapmaktadırlar. Örneğin Stockholm Yüksek Öğretmen Okulu Ana Dil Öğretmenliği
bölümünde anadil öğretmeni eğitimi 1984-1985 öğretim yılında başlamıştır.
İsveç Okullar Genel Müdürlüğü 70000 kelimelik İsveççe-Kürtçe sözlüğü kendisi
yayınlamıştır. Tüm bu örneklerden de
anlaşılacağı gibi, İsveç’te göçmen işçi veya siyasi mülteci olarak kendi
ülkelerinden uzakta yaşamak zorunda kalmış insanlar, Kürtler, Türkler ve 77
milletten insanlar hem hendi ana dillerini öğrenme, hem kendi ana dillerinde
eğitim görme hem de (devlet tarafından finanse edilen tercümanlık ve çeviri
hizmetleri ile) kamusal alanda kendi anadillerini kullanma ve kendi ana
dilleri ile hizmet alma hakkına sahiptirler... Almanya ise bazı
farklılıklara rağmen bu konuda daha geride değil... Bazı farklılıklar ile birlikte genel olarak 1970
yılında Almanya’nın göçmen işçi kabul ettiği ülkeler ile yapılan ikili
anlaşmalar çerçevesinde başlayan ana dil eğitimi uygulaması süreç içinde
Federal düzeyde yasa durumuna gelmiş ve bu Federal Yasa’ya uygun olarak her
eyallette ihtiyaca göre ana dil eğitimi uygulaması yürütülmüştür. Bu konuda Türkiye ile ilk
anlaşmanın 1957 yılında imzalanmış olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Ancak belirtildiği üzere Almanya’da (eski Federal
Almanya) adı geçen uygulama 1970’li yılların ortalarında artık ikili
anlaşmalar çerçevesinden çıkmış ve bir iç hukuk durumuna gelmiştir. Bugün de
devam eden uygulama hem Almanya’nın kendi benimsediği hem de uluslararası
sözleşmelerin konuya ilişkin hükümlerinin uygulanmasının bir sonucudur. Pratik uygulamalara bakıldığı zaman, şu bilgiler
aktarılabilir: 1996-1997 öğrenim yılında Kuzey Ren Westfalya Eyaletinde (Orta Almanya -Köln ve civarı- 86.000
Türk öğrenci ana dil eğitimi almış ve 7000 öğrenci de Türkçe’yi 2.
veya 3. dil olarak okumuştur. (7. sınıftan sonra ana dil dersi isteğe
bağlı olarak seçmeli dil dersi,
örneğin İngilizce, Fransızca, Rusça vb. alınabiliyor). Yine aynı öğrenim yılında Baden Baden Wurtenberg
eyaletinde tamamı Türk olan 28.551 öğrenci ana dil dersi eğitimi almıştır. Bu
uygulamaların finansmanı hakkında zaten bir şey belirtmeye gerek yok. Ders
araç gereçlerinden, öğretmen eğitimi ve tayinine kadar tüm işlemler devlet
tarafından ve devlet finansmanı ile olmaktadır. Belirtilen bu kurallar
göçmen işçi/mülteci olanlar ve çocukları için geçerlidir. Yani Kürtler gibi tarihin bilinen zamanından beri
kendi topraklarında yaşayan bir halktan değil, iş bulmak için veya özgür
yaşamak için Almanya’ya giden göçmenlerden bahsediyoruz. Kürtler Türkiye’de
göçmen bile olamıyorlar. Göçmenlerin sahip oldukları haklara bile sahip
değiller.” Türkiye’nin, AB üyeliğinin temelini oluşturan
Kopenhag Kriterlerine esas teşkil eden 21 uluslararası sözleşmeden bir
kısmını imzalamaması ya da imzalanan bir kısım sözleşmelere kimi çekinceler
koymasının nedeni de Kürtlere ana dilde eğitim hakkının tanınmaması içindir.
Hem Almanya hem İsveç ve hem de diğer AB üyesi ülkeler, bu hakları,
imzaladıkları uluslararası sözleşmelerin ve AB üyeliğinin de gereği olarak
Anayasal hak biçiminde içselleştirmiş bulunmaktadırlar. Bu konuda ayrıntılı bilgiyi ilk dilekçemizde
vermiştik. 4- HUKUKİ DEĞERİ OLMAYANIN KANIT DEĞERİ DE YOKTUR: DTP’nin PKK için ‘terör örgütü’ dememesi de,
DTP’lilerin Öcalan’a ‘Sayın’ dememesi de suç olmadığı gibi kapatma nedeni de
olamaz: Bir şeyleri hayat boyu aynı şekilde algıladığımızda,
sadece alıştığımız şekilde görüyoruz. Oysa bir sorun varsa, o sorunun
taraflarının birbirlerinin ne düşündüklerini, ne hissettiklerini anlamaları
önemli. Kürtler ne yaşar, ne düşünür, ne ister, Sayın Başsavcı bildiğini
iddia edebilir mi? Peki bunu bilmeden DTP’lilerin niçin ‘PKK terör örgütüdür’
demediğini ya da niçin ‘Sayın Öcalan’ dediklerini bilebilir mi? Bu dava,
suçlamaların, iddiaların net ve hukuka uygun olduğu, sınırları belli,
uygulanacak kuralları belli, kuşkuya yer bırakmayan, hukuken ne dendiğinin
anlaşıldığı bir dava değildir. Bu tarihsel, toplumsal, politik, kültürel ve
elbette psikolojik yanları olan bir iddianame ile açılmış hukuki değil siyasi
bir davadır. Öyleyse karar vermek için de bütün bu faktörlerin ışığında
düşünmek gerekmektedir. Bu iddianame ile DTP’nin kapatılmasına karar
verilmesi, Kürtlere çözümü siyasette aramayın demek anlamına gelir. Sayın Başsavcı, DTP’nin ne dediğini dahi izlememiş. DTP’nin
programı, tüzüğü ve verdiği mesajlar nettir. Sayın Başsavcı, DTP’nin ‘PKK
terör örgütüdür’ demeyişini PKK’ye destek olarak kabul ediyor. Evet DTP, PKK
terörist bir örgüttür demiyor ama her fırsatta şiddete karşı olduğunu ifade
ediyor. Sayın Başsavcı, Ahmet Türk’ün ‘PKK terör örgütüdür’ demem, sözünü
terörü desteklemek olarak algılıyor. Düşünce açıklamanın suç olmaktan çıktığı
bir çağda düşünce açıklamamayı suç saymak ne hukukla ne vicdanla bağdaşır.
Hukuk, adaleti amaçlamalı, adaleti gözetmelidir. Adalet duygumuzu inciten bir
hukuk anlayışı hepimize zarar verir. Sayın Başsavcı’nın, bu konuda
topladığını iddia ettiği kanıtların hiçbirinin hukuki değeri yoktur. Hukuki
değeri olmayanın kanıt değeri de olamaz. Kanıtlar, hukuka uygun olmak zorundadır.
Kapatma kararı verilirse bu beyanlar Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde kanıt olarak kabul görebilir mi? Türkiye uluslar arası
platformlarda tartışılan bir ülke olmaktan bir türlü çıkamıyor diye
hayıflanır dururuz. Kanıt değeri olmayan iddialarla parti kapatılmasının
istenildiği bir ülke olmaktan çıkamazsak sürekli tartışılır olmaktan da
çıkamayız elbette. YALNIZCA ALEYHTE DELİLLERİN TOPLANMASI, LEHTE
DELİLLERİN TOPLANMAMASI EKSİK İNCELEMEYE YOL AÇACAKTIR: Sayın Başsavcı lehte delil toplamamıştır. Elbette Anayasa
Mahkemesinde bir hukuk ya da ceza mahkemesindeki usul uygulanmaz, peki ama
neye göre karar verilecektir? Başsavcı, kanaatini keyfi şekilde açıklayabilir
diyebilir miyiz? Hukuk devleti anlayışıyla bağlı değil midir, Başsavcı da
mahkeme de? Toplanan açıklamaların ya da susma beyanlarının hiçbir hukuki
değeri yokken bunların kanıt olarak sunulması adil midir? Bir an için
toplanan beyanların kanıt niteliğinin olduğunu kabul edelim. Bu deliller tek
taraflı olursa hakikat nasıl ortaya çıkacaktır? Sayın Başsavcının, bir siyasi
partinin kapatılmasını istemesi için hem lehe hem aleyhe olduğunu düşündüğü
kanıtları toplaması ve buna göre karar vermesi gerekmez mi? Sadece aleyhe
olduğunu düşündüğü kanıtları toplarsa kendisi de mahkeme de sağlıklı bir
karar verebilir mi? Ahmet Türk seçildiğinde, meclise girişlerini bir
çözüm süreci olarak değerlendireceklerini, çözüme ve diyaloga önem
vereceklerini, diyalogda muhatabın kendileri olması gerektiğini söyledi,
Aysel Tuğluk benzer şekilde şöyle yazdı:” DTP bu süreçte Mecliste dışlanması
gereken değil diyalog kurulması gereken bir partidir. DTP’siz bir çözüm
süreci sağlıklı işlemez! Çünkü DTP sadece meclis temsiliyetinden dolayı
değil, Kürt sorunu dediğimiz mesele içinde aidiyet duygusundan tutun da,
ekonomik sorunlarına kadar cumhuriyetle sorun yaşayan topluluğun politik
iradesi olmasından dolayı da muhatap kabul edilmesi gereken bir partidir.” Yine Aysel Tuğluk, gazetecilerin DTP, PKK şiddetine
karşı mı? sorusunu şöyle yanıtlamıştır: “Şiddetin politik eylemimizi
belirlemesine izin vermemeliyiz. Biz şiddetin çözüm olmadığını ve silahların
susması gerektiğini ve PKK’nin de silah bırakması gerektiğini zaten
söylüyoruz. Ancak bizim tek yanlı çağrılarımız yetmiyor. Bu noktada hükümetin
bir çözüm planı varsa biz bu çözüm sürecine hem katılmak, hem katkı sunmak
hem de aktif bir siyasetle yapıcı rol oynamak istiyoruz. 21. yüzyılda
yaşıyoruz ve bu çağda sorunların çözüm yöntemi şiddet değil, demokrasidir. Bu
yüzden şiddetin mutlaka durması gerekiyor. 21. asrın ilk çeyreğini yaşadığımız
şu zamanda silahlı mücadele dönemi bitmiştir! . Biz Kürt sorununun çözümünü
istiyoruz. Dağdakilerin silahları bırakmasını sağlamak istiyoruz. Bunun
bedeli neyse ödemeye hazırız. Birlikte yaşamak için birlikte çalışalım
diyorum...” Sayın Başsavcı’nın iddia ettiği gibi yalnızca ölen
Kürt gençleri için şehitlerimiz demediler, ölen Türk gençleri için de
şehitlerimiz dediler. Diyalogun diğer tarafı olabilecekler ise ‘diyalog için
önce PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu itiraf edin’ dediler. Milyonlarca seçmenin
oyunu alarak Mecliste olan DTP milletvekillerinin, DTP’nin meşruluğunu ‘evet
onlar terörist’ demelerine bağladılar. Kürtleri anlamak, barışın dilini
kurmak yerine tersine şiddetin, ayrımcılığın dilini, tavrını benimsediler.
İşte bu bakış açısının değişmesi, suçlamak, ön yargılı davranmak yerine biraz
da dinlemeyi seçmek gerekiyor. ‘Bu yanlış, bunu yapma, yoksa seni
cezalandırırım’ demek, sorunu çözmüyor. Ahmet Türk, tabanımız PKK ile aynı deyince kıyamet
koptu. Kürtler geniş aile yapısını koruyor. Bugün hemen her Kürt ailesinin
dağda bir yakını olmuştur. Tabanının aynı olması olağan. Parti kapatma
kararı için önemli olan, tabanının aynı olması ya da PKK terörist bir
örgüttür denilip denilmemesi değil, DTP’nin şiddete, silaha yaklaşımıdır.
DTP; şiddete karşı olduğunu ısrarla açıklamış bir partidir. Emine Ayna PKK ile DTP’nin çözüm için aynı şeyleri
talep ettiğini söyleyince bu da saptırılmak istendi. Oysa Kürt sorununun
nedenleri de çözümü de belli, bunu hem DTP’nin hem PKK’nın dillendirmesi,
söylenenin yanlış olduğuna, bunun şiddetle, bölücülükle sağlanmak istendiğine
kanıt olamaz. Ne söyledikleri, söylediklerinin içeriğinin ne olduğudur önemli
olan. Eğer DTP çözüm için doğru, barışçı, şiddeti dışlayan öneriler getiriyor
ve fakat bunu PKK’de söylüyorsa bunda tedirgin olacak bir şey yoktur. Tersine
bu durum, PKK’nin de siyasi çözüm istediği, beklediği, değişim istediği
şeklinde algılanmalıdır. Çözüm için önerilen içerik, ya suç kapsamındadır ya
da değildir. Söyleyene göre suç oluşturulamaz. Suç, söyleyenden bağımsız
olarak ya vardır ya yoktur. Emine Ayna Taraf Gazetesinde yapılan söyleşide DTP
ile PKK’nin farklarını şöyle açıklıyor: “Onlar silahla çözmek için oraya
çıkmışlar. Biz ise siyaset yapmaya çalışıyoruz. Silahı kesinlikle
onaylamıyoruz.” Neşe Düzel’le yapılan aynı söyleşide Ayna “Niye terör örgütü
demiyorsunuz, deniyor. Benim düşüncem şu: Dağdaki o insanlara terörist veya
terör örgütü deyince, öldürülmeleri meşrulaşıyor. ‘Teröristtir öldürülsün’
deniliyor. Ayrıca terörist demek, yapılan yanlışları da meşrulaştırıyor.
Bombalanıp parçalandığı zaman, kimyasal bomba kullanıldığı zaman, yandığı
zaman, kefene konmadan gömüldüğü zaman ‘terörist bu’ denildiği için yapılan
yanlışa da yanlış diyemiyorsunuz. Sanki yapılanları hak ediyor o. Terör ve
terörist tanımlamaları bu insanlık dışı uygulamaları meşrulaştırıyor. Bu tür
tanımlamalarla çözüm olmuyor. PKK, Kürt sorununun nedeni değil, sonucudur.” SUSMA HAKKI YASAL BİR HAKTIR: Anayasa Mahkemesi’nin de tüm organlar gibi hukuk
devleti kurallarıyla bağlı olduğuna kuşku yoktur. Demek ki bir siyasi
partinin kapatılması için, ceza mahkemesinde olduğu gibi ‘suç’ işleyip
işlemediğine bakılmayabilir ama hukuk devleti kuralları uyarınca Anayasa
Mahkemesi de normlarla bağlıdır. Normlara ve insan haklarına aykırı, onları zedeleyen
tüm iddialar geçersizdir. Temel hak ve özgürlükler, Başsavcının iddianamesini
hazırlamasında da, Anayasa Mahkemesi üyelerinin kararlarında da geçerli ise
‘susmak’ parti kapatma nedeni olabilir mi? ‘Söylediğimi tekrar et! Tekrar
etmezsen terör örgütünü desteklemekten partini kapatırım’ demek ve gerçekten
bu yaptırımı uygulamak, hukuk devleti ilkeleri ve insan haklarına uygun bir
davranış olabilir mi? Hangi konuda olursa olsun susmak kanıt sayılabilir mi? Delillerin elde edilmesiyle ilgili kurallar içinde en
önemlilerinden biri de susma hakkıdır. Bu anayasal hak, ayrıca muhakeme
hukukumuza da girmiştir. Sayın Başsavcı böyle bir gelişme yokmuş, ya da bir
iddianame değil de arkadaşına mektup yazıyormuş gibi ‘Sükut ikrardan gelir’
mantığıyla iddianame hazırlayamaz ki? Hazırlarsa bunun hukuki bir değeri
olmaz ki? Susma hakkı her aşamada ve ölçüde kullanılabilen bir haktır. Aslında neden DTP’nin PKK için terörist demesinde
ısrar edildiğinin ahlaki, hukuki, vicdani bir açıklaması yoktur. DTP ‘onlar
terörist’ dediğinde terör bitecek midir? Bitmeyecekse bu ısrarın anlamı
nedir? Boyun eğdirmek midir amaç? Dağa çıkma nedenini kaldırmadıkça, biri
ölür, diğeri çıkar. Kara Kuvvetleri Komutanı da bunu söyledi. Harekatla, imha
ile örgütün çözülmediğini beyan etti, ‘PKK’ye katılımlar, silahlı mücadelenin
sürdüğü 23 yıl boyunca önlenemedi, başarılı olamadık, dedi. İç İşleri
Bakanlığı döneminde1000 köy yaktığını, operasyon yaptığını gururla açıklayan
Mehmet Ağar, DYP Genel Başkanı olduğu dönemde ‘dağdakilere siyaset yolunu
açmak gerekir’ dedi. Baykal bile söylemini artık değiştirdi. DTP’de bunu
söylüyor, ‘PKK bir sonuçtur, nedenlerini konuşalım’ diyor. DTP, çocukları dağda olan ailelerin oylarını almıştır
kuşkusuz. Peki bu neyi gösterir? Sayın Başsavcı’nın iddia ettiği gibi PKK ile
özdeşliği mi, yoksa o ailelerin çocuklarının dağdan indirilmesi için siyasi
çözümü bulun diye DTP’ye umut bağladıklarını, oy verdiklerini mi gösterir? Hiç kuşkunuz olmasın ki ikinci neden doğrudur. Peki
böyle bir durumda DTP, kendisine siyasi çözüm için oy veren milyonlarca
insanın çocukları, yakınları dağda iken PKK terör örgütüdür nasıl der, niçin
desin? Kürt sorununun çözümü için dağdakilerin inmesi şarttır, onları
indirmenin yolu, onları tek tek yok etmekten, varlıklarını inkar etmekten, yok
saymaktan değil, niçin orada olduklarını dinlemekten, konuşmaktan,
anlatmaktan, ikna etmek ve ikna olmaktan geçer. Bu ancak onları anlayanlarla,
çözebilecek yetkiye, iktidara sahip olanlar arasındaki diyalogdan geçer. DTP
ancak diyalogla çözüm bulunulabileceğini, diyalog için kendisinin muhatap
alınması gerektiğini defalarca açıkladı. İddianame hukuki olmaktan uzak, siyasi bir bakış
açısıyla hazırlanmıştır. Ve vurgusundan öyle bir sonuç çıkıyor ki DTP, ‘PKK
terör örgütüdür’ deseydi ve yöneticileri, üyeleri ‘Sayın Öcalan’ demeselerdi,
partinin kapatılması istemiyle dava açılmayacaktı. Peki bu hukuki bir durum
mu? Yani susmak, istenen konuda konuşmamak, ifade açıklamamak ya da kim
olursa olsun birine Sayın demek suç sayılabilir mi? Kapatma nedeni olabilir mi?
Hangi yasada böyle hüküm var? Bu bakış açısı doğru olsaydı, uyuşturucudan,
kumarhanelere, faili meçhullerden yargısız infaza kadar her türlü kirli
ilişkiye bulaşmış insanlara hem de adliye giriş çıkışlarında, mahkemelerde
yani savcıların yargıçların gözü önünde ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ diye
bağıranlar hakkında da davalar açılıp, onların üyesi oldukları partiler için
de kapatma davaları açılması gerekmez miydi? Neden açılmadı? Neden hiç kimse
dava açılmamasını sorgulamadı? Herkes bu davranışı onayladığı için değil,
bunu söylemenin suç oluşturmaması, parti kapatma nedeni sayılmaması nedeniyle
kimse bunun üzerinde durmadı. Kürtlerin partilerini, hem de yeterli hiçbir
hukuksal kanıt bulunmadan kapatmak, gerçeğe, adalete, hukuka, demokrasiye,
hakkaniyete, vicdana aykırı olur. Aidiyet sorunlarının, ana dil sorunlarının askeri
yöntemlerle, yasaklarla, parti kapatarak bastırılmaya çalışılması, dünyanın
her yerinde milliyetçi, ayrılıkçı eğilimleri güçlendiriyor. Diğer yandan yine
dünyada görülüyor ki, ekonomik ve sosyal hakların tanınması, geliştirilmesi
ancak kültürel haklarla birlikte anlamlı olabiliyor. Nitekim ekonomik ve
sosyal haklar tüm uluslararası belgelerde kültürel haklarla birlikte anılır.
Yaşadığımız süreç, insani, vicdani, ahlaki, ekonomik tüm boyutlarıyla
hepimizi derinden etkiledi. Her sağlıklı toplum, öncelikle o toplumun
aydınları, hukukçuları, böylesi bir süreci tartışır, nedenlerini irdeler,
sonuçlar çıkarır. Yapılması gerekenleri ortaya çıkarır, şiddetin ektiği öfke
tohumlarını söküp yerine iletişim tohumları serpmeye çalışır. Bütün bu acılar
bir daha yaşanmasın diye ne yapmak gerekirse onu yapar. Bu iddianamenin bir
partiyi kapatmaya yetecek hiçbir hukuksal dayanağının olmadığı açık. Bu dava
siyasi bir dava. Bu davada Kürtler, her zaman olduğu gibi çoğunluğun insafına
mı terk edilecek, yoksa onların parlamentoda temsil edilmelerini içimize
sindirecek miyiz, mesele bundan ibarettir. Hukuk niçin vardır sorusunun bir yanıtı olmalı. Bu
yanıt, vicdanımızı sızlatmamalı. Aydınların Cumhurbaşkanı’na yazdıkları mektuptaki
dileği tekrarlıyoruz: Anayasa Mahkemesi, kapatma kararı vermeyerek, bütün
olumsuzluklara rağmen, bu dönemi sonlandırmanın, yüzlerce yıldır birlikte
yaşayan halkların kardeşliğini tekrar hatırlamanın ve onarmanın mümkün
olduğunu gösterecektir inancındayız. IV- SONUÇ VE İSTEM Hukuka ve adalete aykırı, artık bu ülkenin
taşıyamayacağı kadar ağır yükler getirecek istemleri içiren davanın REDDİNE
karar verilmesini vekil ve müdafiler olarak dileriz”. V- SÖZLÜ AÇIKLAMA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının 24.6.2008 günlü
sözlü açıklaması şöyledir: “YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI ABDURRAHMAN
YALÇINKAYA - Sayın Başkanım, Şahsınızda Yüksek Mahkemenizi saygıyla
selamlıyorum. Demokratik Toplum Partisi (DTP) hakkında
Başsavcılığımız tarafından 16 Kasım 2007 tarihli iddianame ile Anayasa’nın
68/4. maddesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa’nın 69/6 ve Siyasi
Partiler Yasası’nın 101/1·b ve 103/2. maddeleri uyarınca temelli kapatılması
istemiyle dava açılmıştır. Anayasa’nın 68 nci maddesinin 2 nci fıkrasında
belirtildiği gibi demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olan
kuruluş ve faaliyetlerinde serbestlik tanınan siyasi partilerin; “devletin
bağımsızlığına ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, hukuk devleti
ilkesine ve Anayasal demokratik yapısına” duyulan güvenin sarsılmasına neden
olan tavır sergilemeleri, amaçlarına ulaşmak için şiddet unsurunu
kullanmaları veya mevcut şiddeti desteklemeleri halinde demokratik kamu
düzenini bozacakları tartışmasız olup, bu durumda devletin kendi varlığına
yönelen tehditlere karşı önlem alması demokratik hukuk devleti olmanın
gereğidir. Yaklaşık yirmi beş yıldır on binlerce vatandaşımızın
ölümüne sebep olan, gerek kırsal alanda gerekse kent merkezlerinde asker-sivil,
çocuk-yaşlı ayırt etmeden; mayın döşeme, bombalama, kamu binalarını, toplu
taşıma araçlarını, Türk Bayrağı’nı tahrip etme, adam kaçırma, haraç alma,
uyuşturucu pazarlama, her türlü sabotaj ve insan öldürme gibi şiddet
eylemlerini gerçekleştiren, kuruluş amacı Türkiye Cumhuriyeti Devleti
topraklarının bir kısmı üzerinde etnik milliyetçilik temeline dayalı bağımsız
bir devlet kurma olan PKK’nın uluslararası kamuoyu ve kurumlarca da terör
örgütü olarak kabul edildiği ve kınandığı bilinen bir gerçektir. Eylemleriyle ülkemize maddi anlamda verdiği zararın
yanında, vatandaşlarımız arasında kin ve düşmanlık yaratmaya çalışan terör
örgütü, amaçlarını gerçekleştirebilmek için geçmişte kapatılan veya
haklarında kapatma davası devam eden siyasi partiler (HEP-ÖZDEP-DEP-HADEPDEHAP)
vasıtasıyla siyasal alana da el atmıştır. Söz konusu partilerle ilgili kapatma davalarına
ilişkin yasal süreçler içerisinde de gündeme getirilen “İFADE ÖZGÜRLÜGÜ VE
ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜGÜ” kavramları 16 Kasım 2007 tarihli İddianamede değerlendirilmiş
olmakla birlikte; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü
yönünden 10. maddesinin 2. fıkrasında, örgütlenme özgürlüğü yönünden 11.
maddesinin 2. fıkrasında ve 17. maddesinde İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin 30. maddesinde yer alan düzenlemeler Anayasa’nın 14.
maddesinde yer alan hükümle örtüşmekte olup, bu itibarla özgürlükler açısından
ulusal düzenlemenin uluslararası düzenlemeye uygunluğu hususunda bir kuşku
yoktur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ifade ve örgütlenme özgürlüğü
konusunda ortaya koyduğu ölçütler davalı partinin savunmasında da bahsi geçen
ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ PARTİSİ (ÖZDEP) ve TÜRKİYE BİRLEŞİK KOMÜNİST PARTİSİ”
(TBKP) ile ilgili verilen kararlarda yer almaktadır. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi söz konusu kararlarında temel olarak demokrasilerde çok sesliliğin
esas olduğunu, bu itibarla benimsenenden daha farklı bir siyasi tasarım
içeren, kırıcı, şok ve rahatsız edici bilgi ve fikirlerin de ifade özgürlüğü
içinde yer aldığını, bu itibarla söz konusu siyasi partilerin tüzük ve
programlarında yer alan ifadelerin açıkça şiddeti teşvik etmemesi ve şiddeti
öngördüklerine dair yeterli veri bulunmaması nedeniyle kapatma kararları ile
sözleşmenin ihlal edildiğine karar vermiştir. Burada özellikle vurgulamak istediğimiz husus söz
konusu partiler hakkında açılan kapatma davalarının konusunun sadece tüzük ve
programlarında yer alan hükümler olduğudur, Demokratik Toplum Partisi
hakkında açılan kapatma davasında ise sadece partinin tüzük ve programı
değil, mensuplarının açıkça terör örgütünü kollayıp, propagandasını yapmaları
ve hatta zaman zaman örgüt elemanı gibi davranıp, şiddet eylemlerinin
içerisinde yer almaları kapatma nedeni olarak kabul edilmiştir. Ülkemizde gerçekleşen PKK terörünün ve partililerin
katıldığı eylemlerin vehameti karşısında; örgüt elebaşının talimatıyla
kurulup, örgüt güdümünde faaliyet gösterdiği açık olan davalı partinin
faaliyetlerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ölçütlerine göre de ifade ve
örgütlenme özgürlüğü sınırlarını aştığı tartışmasız bir gerçektir. Demokratik toplumlarda demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerin; toplumsal yaşama ait düşünce ve
öngörülerini yine demokratik vasıtalarla ortaya koymaları, bunun yanında
talepleri ile de kamu düzenini ve toplumsal barışı tehdit etmemeleri
gerekmektedir. Buna karşılık bir siyasi partinin öngörülerini toplumu tahrik
ederek olmazsa olmaz tarzında kabul ettirmeye çalışması, aksi halde çok kan
döküleceği yolundaki tehditvari söylemleri, hiçbir demokratik ülkede hoşgörüyle
karşılanamaz. Bu bağlamda davalı partinin terör örgütü ile olan
bağlantılarının yanında, kamu düzeninde yapılmasını öngördükleri
değişikliklerin kamuoyunda tepki yaratacağı bilinmesine rağmen, tehdit içeren
tarzda söylem ve şiddet içeren gösterilerle ifade edilmesi, vatandaşlarımız
arasında farklılaşma, giderek gerginlik, nefret ve neticesinde kitlesel
şiddet ortamı yaratacağı kuşkusuzdur. Buna karşılık Demokratik Toplum
Partisi, geçmişteki eylemlerinde olsun savunmalarında ileri sürülen
görüşlerinde olsun demokratik toplum gelenekleri dışına çıkarak, toplumsal
barışı tehdit etmeye açıkça ve ısrarla devam etmektedir. Anayasa’nın 69. maddesinin 6. fıkrası ile Siyasi
Partiler Yasası’nın 101 ve 103. maddelerindeki düzenlemelere göre kapatmaya
konu eylemlerin sadece işlenmiş olması yeterli olup bu eylemlerin hükmen
sabit olması koşulunun aranmadığı gözetilerek açılan ceza davalarının
mahkumiyetle sonuçlanmasının beklenmesi gerekmemektedir. Zira eylemlerin
işlenmiş olması, kamuya yansıması, alenileşmesi ve bu eylemlerin Anayasa’nın
68. maddesinin 4. fıkrası ile tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 11 nci maddesinin 2 nci fıkrası kapsamında kalmaları, diğer
bir ifade ile Türk ve Avrupa Kamu Düzeni içerisinde kabul ve koruma
göremeyecek nitelikte olmaları yeterlidir. Düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü düzenleyen
Anayasa’nın 26 ncı maddesinde; “ ... milli güvenlik, kamu düzeni, kamu
güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile
bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların
cezalandırılması...” amaçlarıyla düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün
sınırlanabileceği belirtilmiştir. Biraz evvel de bahsettiğimiz gibi, Anayasa’nın 68.
maddesinin 4. fıkrası ile 69. maddesinin 6. fıkrasına göre ise; siyasi parti
kapatılması demokratik hukuk devletinin, Anayasal düzenin ve demokrasinin
kendi varlığına yönelen tehditlere karşı hukuki yollarla kendisini koruması
için alması gereken koruyucu bir önlem niteliğindedir. Bu bağlamda, bir siyasi partinin il ve ilçe
binalarının terör örgütü kampına çevrilmesi, tüm kademelerdeki kongre ve
toplantılarında terör örgütü elebaşı ve örgüt lehine sloganların atılması,
yasa dışı örgütü övücü resim, bayrak ve pankartların taşınması, zaman zaman
taş ve molotof kokteyli atmak, suretiyle çevreye zarar verilen şiddet
eylemlerine dönüştürülmesi, parti mensuplarının bombalama eylemine katılması,
örgüt mensuplarına mermi, gıda ve sair ihtiyaç malzemelerini temin etmesi,
kentlerde lojistik destek sağlaması, terör örgütünün talimatları
doğrultusunda halkı tehdit edip örgüt bildirilerini dağıtması, yazılama
yapması, terör örgütünün kamplarında eğitim ve diğer çalışmalara örgüt
mensupları ile birlikte katılması, hemen hemen tüm konuşma ve beyanlarının
terör örgütü elebaşını ve örgüt üyelerini yüceltmek, örgütün propagandasını
yapmak, bu amaçla hiçbir fırsatı kaçırmamak şeklinde gerçekleşmesi demokratik
bir hukuk devletinde kabul edilebilir siyasi faaliyetler değildir. İddianamemizde de yer alan ve muhtelif internet
sitelerinde “görüşme notları” adı altında yayınlanan terör örgütü PKK’nın
elebaşı Abdullah Öcalan’ın beyanları incelendiğinde, daha önce izah edildiği
gibi kuruluşundan çok önce isim, yöntem, yönetici gibi hususlar belirtilmek
suretiyle davalı partinin kurulması talimatı verildiği ve kuruluş süreci
incelendiğinde söz konusu talimatların harfiyen yerine getirildiği sabittir.
Bu kadar açık olan bir gerçek karşısında önce söz konusu açıklama ya da
söylemlerin davalı partinin bilgisi dışında olduğu, daha sonra ise İmralı
Cezaevinde görüşmelerin yapılışı ile ilgili yasal mevzuatın ve Öcal’ın
şiddeti öngörmediğine dair görüşme notu örneğinin savunma olarak
gösterilmesi, tutarsızlığı nedeniyle itibar edilir görülmemiştir. Diğer yandan, bazı olaylara veya beyanlara davalı
partinin tepki vermemesi susma hakkının kullanımı olarak savunulmuş ise de,
susma hakkının ceza yargılamasında sanıklara tanınan bir hak olduğu, bir
siyasi partinin tüm kamuoyu önünde kendisine yöneltilen çok ağır ithamlara
karşı cevap vermemesi veya verememesinin susma hakkıyla ilgisi olmayıp
Anayasa’nın 69/6. fıkrası uyarınca zımnen benimseme sayıldığı gözetildiğinde
yerinde de görülmemiştir. İddianamemizde geniş biçimde yer alan Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin 25 kasım 1997 tarihli “Zana-Türkiye” kararında mevcut
ifade özgürlüğüne yönelik değerlendirmeler ve örgütlenme özgürlüğünün “suç
örgütü kurma veya suç örgütünü destekleme özgürlüğünü kapsamadığı, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin “demokratik
bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak
bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve
suç işlenmesinin önlenmesi” için sınırlanabileceği ve yaptırıma
bağlanabileceği hususları Devletimizin yıllardır yaşadığı yoğun PKK terörü
ile birlikte dikkate alındığında; davaya konu edilen eylemlerin içerikleri ve
terör örgütü ile olan bağlantıları nedeniyle ifade veya örgütlenme özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi imkânsızdır. İddianame ve esas hakkında görüşümüzde belirtildiği
gibi Avrupa insan Hakları Sözleşmesi hükümleri, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararları ve bu kapsamda Venedik Komisyonu İlkeleri ayrıntılı
olarak değerlendirilmiş, uluslararası hukuka da uygunluğunun tespiti sonucu
işbu dava açılmıştır. Bu itibarla davamızın bir Devlet politikası olan Avrupa
Birliği’ne üyelik sürecini olumsuz etkileyebileceği iddiası yerinde ve
gerçekçi kabul edilemez. Ulaşılabilir ve anlaşılabilir metinler olan Anayasa
ve Siyasi Partiler Yasası hükümleri bu dava için düzenlenmiş veya değiştirilmiş
değildir. Anayasa’nın 38. maddesi dikkate alındığında; uygulama tarihi
itibarıyla önceden bilinen ve yürürlükte olan mevzuatın yerinde görülmeyip,
Anayasa’da olsun Siyasi Partiler Yasası’nda olsun yeni düzenlemeler talep
edilmesi imkânı iç hukukumuzda olduğu gibi evrensel hukuk ilkeleri arasında
da yer almamaktadır. Davalı partinin savunmasında yer alan Anayasa ve yasa
hükümlerinin yeniden düzenlenmesi şeklinde ifade edilebilecek olan bölümün mercii
itibarıyla yargı ile ilgisi olmadığı çok açıktır. Ancak vatandaşların bir
kısmının azınlık olarak kabul edilip buna bağlı olarak Anayasa’nın
değiştirilemez hükümlerinin, dolayısıyla Devletimizin üniter yapısının
bertaraf edilmesini öngören söz konusu taleplerin terör örgütünün nihai
amacına hizmet etmesi, davalı partinin varlık amacını ve bağlantılarını
göstermesi açısından ayrıca değerlendirilmesi gereken bir husustur. Davalı parti iddianamede delil olarak gösterilen
eylemlerle ilgili olarak Anayasa’nın 38. maddesine atıfta bulunarak
kararların büyük bir kısmının kesinleşmediğini savunmuş ise de; Anayasa’nın
68. maddesinin 4 ve 69. maddesinin 6. fıkraları eylemlerin varlığından
bahsetmiş, ayrıca eylemler nedeniyle mahkûmiyet hükümlerinin varlığını şart
koşmamıştır. Nitekim önceki siyasi parti kapatma davalarında bu husus kuşkuya
yer vermeyecek biçimde açıklıkla vurgulanmıştır. Beraat kararlarının yüksek mahkemeden gizlendiği
iddiası ise delil olarak gösterilen dava ve soruşturmaların aşamalar halinde
akıbetlerinin yüksek mahkemeye sunulduğu gerçeği karşısında kabul edilemez
nitelikte bir iddiadır. Davalı partinin savunmasında mahkemesi veya dosya
numarası yazılmadığı iddia edilen delil dosyaları hususunda ise; dosya
numarası olmadığı iddia edilen kovuşturma dosyalarından iddianamemizin ek-35.
sırasındaki dosyanın Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/184, ek-41.
sıradaki dosyanın Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 2006/145, ek-80.
sıradaki dosyanın Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/81, ek-81.
sıradaki dosyanın Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/105, ek-84.
sıradaki dosyanın Adana 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/74, ek-85. sıradaki
dosyanın Erzin Sulh Ceza Mahkemesinin 2007/80 ve ek-87. sıradaki dosyanın Van
3. Ağır ceza Mahkemesinin 2007/111 esas sıralarında kayıtlı olarak
yargılamaları devam etmekte olup, Yüksek Mahkemenizin istemi doğrultusunda
aşamaları hakkında bilgi sunulmaktadır. Yine savunmada “davalı partinin asgari iki yüz bin
üyesi bulunduğu” şeklinde bir bilgi yer almış ise de 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası’nın 10. maddesi gereğince siyasi parti sicillerini tutmakla
görevli olan Cumhuriyet Başsavcılığımıza davalı parti tarafından dava tarihi
olan 16 Kasım 2007 tarihine kadar bildirilen üye sayısı sadece 147 dir.
Davanın açılmasından sonra 11 Ocak 2008 tarihinde 21.890 yeni üye
bildirilmiştir. Savunmada parti üyesi olmadığı iddia edilen kişilere ait
soruşturma evrakları incelendiğinde söz konusu kişilerin kendilerini
Demokratik Toplum Partisi üyesi olarak tanıttıkları da görülecektir. Burada
şunu açıkça belirtmek gerekir ki: Terör örgütü ile ilişkisi nedeniyle takip
edilen olayların yoğunluğu dikkate alındığında, davalı partinin tüm üyelerini
zamanında bildirmesi halinde davada delil olarak gösterilecek eylem sayısının
birkaç misli fazla olacağı tartışmasızdır. Partililerin eylemleri bölümünde 21. sırada bahsi
geçen davalı parti İstanbul il yönetiminde görevli Zeki Kılıç’ın terör örgütü
PKK’nın talimatı gereği halkı yasa dışı eylemlere davet eden bildiri
dağıtması olayı ile ilgili olarak TCK.nun 220. maddesinin 7. fıkrası gereğince
verilen mahkumiyet kararını, davalı partinin savunmasında “örgüt üyesi
olmadığının” saptanması olarak sunmaya çalışması davalı partinin olaylara ve
demokratik hukuk sistemine hangi açıdan baktığını gösteren bir ibret belgesi
niteliğindedir. Söz konusu eylem, ilgiliye uygulanan yaptırım ve
davalı partinin bütün bunlara getirdiği savunma birlikte değerlendirildiğinde
davalı partinin kapatılması talebinin ne kadar zorunlu, orantılı ve sosyal
yönden gerekli olduğu, eylemlerin işlenmesindeki kararlılık ve yoğunluk
nazara alındığında Anayasa’da öngörülen odaklık unsurunun gerçekleştiği
kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Saygıdeğer Başkan ve çok değerli sayın üyeler; Açıklamalarım ışığında; Devletin bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı
olduğu belirlenen, davalı Demokratik Toplum Partisi’nin Anayasa’nın 69 ncu
maddesinin 6 ncı fıkrası ve Siyasi Partiler Yasası’nın 101 nci maddesinin 1
nci fıkrasının (b) bendi uyarınca temelli kapatılmasına; Eylemleri ile partinin temelli kapatılmasına neden
olan ve iddianamede esas hakkındaki görüşte isimleri belirtilen kişiler
hakkında, Anayasa’nın 69 uncu maddesinin 9 uncu fıkrası ve 84 üncü maddesinin
5 inci fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 95 inci maddesi
uyarınca kapatma kararının Resmi Gazete’de yayımlanmasından itibaren beş yıl
süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi
olamayacaklarına karar verilmesi, Kamu adına talep olunur. Saygılarımla”. VI- SÖZLÜ SAVUNMA
Davalı Parti’nin 16.9.2008 günlü sözlü savunması
şöyledir: “DEMOKRATİK
TOPLUM PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET TÜRK – Sayın Başkan, Yüce Mahkemenin sayın
üyeleri; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Demokratik Toplum Partisi hakkında
açmış olduğu kapatma davasında sözlü savunmamızı sunacağız. Yüce Heyetinizi
saygıyla selamlıyoruz. Kapatılan Halkın Emek Partisi (HEP) Genel Başkanı
olduğumdan bu yana aradan yirmi yıla yakın bir süre geçti, bu süre zarfında
onlarca hükümet değişti, Türkiye siyasi tarihine damgasını vurmuş anlı şanlı
partilerin çoğu silinip gitti, Türkiye AB müzakere sürecini yaşamaya başladı,
bu çerçevede başta Anayasa olmak üzere temel yasalarda çok sayıda değişiklik
yapıldı, hükümetler tarafından on tane uyum paketi açıklandı. Ancak bunca
değişim iddialarına rağmen ne yazık ki 2008 Türkiye’sinde bir başka parti
kapatma davası nedeniyle karşınızdayız. Her şeyden önce bu durumdan üzüntü duyduğumuzu
belirtmek isterim. Diğer yandan, yüce mahkemenin Hak-Par ve ardından AK
Parti kapatma davalarında verdiği kararları ve yaptığı açıklamaları da
önemsiyoruz, önemli buluyoruz Siyaset kurumu üzerine düşen görevleri
yapamamakta, sorumluluğunu yerine getirememektedir. En başta 12 Eylül askeri
darbesinin ürünü olan ve halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası değiştirilememiştir.
Siyasi parti kapatma hükümlerini, Siyasi Partiler Yasası’nı, Seçim Yasası’nı
değiştirme sorumluluğunu yerine getiremediği için bugün Anayasa Mahkemesi
hâlâ parti kapatma davaları ile muhatap olmaktadır veya muhatap
bırakılmıştır. Sayın Başkan, sayın üyeler; Siyaset kurumu
sorumluluğunu yerine getirecek olgunluğa, erdeme ve cesarete sahip değilse,
bu noktada hukuk üzerine düşen görevi yerine getirmek durumundadır. Çağdaş
demokrasilerde hukuk kurumları toplumsal ihtiyaçları ve değişimi de gözeterek
siyasetin önünü açabilecek bir role kavuşmuştur. Bu davanın da böylesi bir
gelişmeye hizmet edeceğine inanıyoruz. Ön savunmamızı ve esas hakkında ki
savunmamızı tekrar ederken, iddialara karşı cevaplarımızı sunmaya
çalışacağız. Sayın Başkanım, eğer izin verirseniz iki bölümde
savunmamızı özetlemeye çalışıyoruz. Esas dosyamızı da size sunacağız. Birinci
bölümü Bengi Yıldız arkadaşım, izin verirseniz, yapacak. Partiyle ilgili
iddialara da ben yanıt vereceğim. BAŞKAN – Tabii ki. Buyurun Sayın Bengi Yıldız. DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ
MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ BENGİ YILDIZ – Sayın Başkan, Yüce Mahkemenin
değerli üyeleri; ben de hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum. Demokrasinin Gelişim
Tarihi: Demokrasi kültürünün kökeni insanlık tarihi kadar eskidir
ve özü dar anlamda, halkın kendi kendini yönetmesidir. Demokrasinin bir
sistem haline gelmesi birey ve toplumun devlete karşı hak ve özgürlük
mücadelesiyle yakından bağlantılıdır. İlk devletleşme bireyi, toplumu ve
bunların iradesini yok sayarak kul ve köle haline getirmiştir. Buna karşın
demokrasi; bireyin ve toplumun, kendi özgürlükleri lehine devlet iktidarının
sınırlandırılması yönünde başlattıkları mücadelenin sonucunda, ilk kez İlkçağ
Atina’sında bir yönetim biçimi haline gelecektir. İlk Atina demokrasisi;
köleci devletlere karşı mücadele içinde büyüyecek, olgunlaşacak ve günümüzün
çağdaş demokrasisi olacaktır. Tüm bu büyüme ve olgunlaşma sürecinin kökeninde
şüphesiz ki insan hakları, özgürlük ve eşitlik mücadelesi vardır. Bu nedenle
demokrasiyi sadece “halkın kendi kendini yönetmesi olarak” ele almak oldukça
dar bir tanım olacaktır. Demokrasinin
gerçek tanımı, devletin sahip olduğu iktidarını toplumun ve bireyin
özgürlükleri lehine sınırlaması, özgürlük ve eşitlik ilkelerine dayanması, bu
temelde devletin kutsal olmaktan çıkarılarak insan hakları ve hukukun
üstünlüğünü esas alan bir hizmet aracı haline getirilmesidir.
Tarihte ilk kez Sümerlerde ortaya çıkan devletleşme olgusu, Sümer Rahip
tapınaklarında sınıflaşmanın başlamasıyla gelişmiştir. Bu tapınaklarda özetle
Zigguratlarda geliştirilen devlet karşısında insan yoktur, haklarından
bahsedilemez, sadece görevleri vardır. O da tanrılara sınırsız hizmet ve
kulluk etme görevidir. İnsan, artık doğal toplumun doğal bireyi olmaktan
çıkmış, tanrılara ve onun yeryüzündeki gölgesi devlete kulluk edendir. Kulluk temelinde başlayan
devlet-birey ilişkisi, devletin Sümer fetih hareketleri ile diğer siteleri ve
toplumları egemenlik altına almasıyla birlikte kölelik ilişkisini de
beraberinde getirecektir. Savaşlarda köle edilen insanlar kullarla birlikte
devlete hizmete koşturulacaktır. İlk Asur Köleci İmparatorluğu, ardından
gelen diğer köleci imparatorluklar ve son köleci imparatorluk Roma’ya kadar
uzanmaktadır. Bu özet girişi, insan hakları ve demokrasi mücadelesinin
temeline işaret etmek için verdik. Çünkü insan hakları mücadelesi, insanlık
tarihinin çok uzun bir dönemini kapsayan bu kulluk ve köleliğe karşı verilen
mücadele ile başladı. Zerdüşt düşüncesinin merkezinde “iyi düşünen, iyi
konuşan ve iyi yapan insan” vardır. İnsanın kendi bilgisizliği ile mücadele
edip aydınlanmasını, giderek kişiliğini ve iradesini oluşturmasını ve bu
gelişimini süreklileştirerek, üst insan, bilinçli insan, yetkin insan
olmasını savunur. Bu düşünceler, yeniden gelişen devletleşme karşısında
egemen olmasa da toplumsal bağlamda Hz. İbrahim ile başlayan peygamberlik
hareketlerini etkileyen ana kaynak olur. İnsan hakları mücadelesi böylece
Ortadoğu özgülünde peygamberlik hareketleri içinde varlığını sürdürür.
Peygamberlik hareketleri katı kulluk ve kölelik sistemini yumuşatıcı bir rol
oynar. Tevrat, İncil, Kuran incelendiğinde bu yumuşamanın izleri görülebilir.
Köleliğin büsbütün kaldırılmasını amaçlayan hareket Spartaküs ayaklanmasıdır.
Bu ayaklanma başarılı olamayıp kanlı bir şekilde bastırılsa da, bu temel
üzerinden insanın köleliğe ve kulluğa karşı mücadelesi daha da güçlenerek
devam eder. Devlet iktidarının sınırlanması tartışmaları artık önü alınamaz
şekilde yükselir. İktidarın mutlak olmadığı, önceleri Tanrı emirleriyle bağlı
olduğu şeklinde başlayan bu tartışma, giderek iktidarın toplumun hizmetinde
olması gerektiği, devlet iktidarının göksel değil, yersel olduğu ve toplum
sözleşmesi ürünü olarak ortaya çıktığı ve bu nedenle bu sözleşmeye bağlı
kalması gerektiği, bu temelde iktidarın kendisine yetki devreden bireye ve
topluma karşı keyfi davranarak zulüm yapamayacağı, sözleşme ile bağlı olması
gerektiği hatta sözleşme dışına çıkarak zulüm eden iktidarlara karşı direnme
hakkının olduğu tartışmalarına dek varır. Bu tartışmalar ve verilen
mücadeleler birbirini besleyerek, adım adım mutlak devlet iktidarının
sınırlanmasını beraberinde getiren yazılı ve kalıcı belgelere dönüşür.
Devletin birey ve toplumun özgürlüğü lehine sınırlandırılması anlayışı,
Ortaçağ’da yürütülen mücadeleler sonucunda Rönesans ve Reform Hareketi ile
daha da bir hız kazanır. Bu temel üzerinde gelişen 1689 da ilan edilen
İngiliz Haklar Bildirisi, 1776 Virjinya İnsan Hakları Bildirisi ve 1789
Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle, insan hakları çağdaş hukukun
temel konusu olur. Bu durum, “birey ve toplum, devlet içindir” anlayışından
“devlet, birey ve toplum içindir” anlayışına geçişin ilk adımıdır. Bu temelde
gelişen demokratik anayasacılık hareketlerinin özü, “otorite karşısında insan
hak ve özgürlüklerini güvence altına almak” olmuştur. Bu anlayış, gelişimini
üç kuşak insan hakları biçiminde sürdürerek, devleti birey ve topluma hizmet
eden teknik bir aygıt durumuna indirger. Bu gelişimin yazılı ifadesi
anayasalardır. Köleliğe, kulluğa ve dinsel doğmalara karşı yürütülen hak
talebi mücadelesi, kişisel ve siyasal hakları; bu haklar da kendi içinden
veya bağrından ekonomik, sosyal, kültürel hakları doğurmuştur ve bu haklar da
kendi içinden halkların barış ve kendi kaderini tayin hakları, kadın, çocuk
hakları, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı ve gelişme haklarını doğurmuştur.
Üç kuşak olarak nitelenen insan hak ve özgürlüklerinin bu birbiriyle
bağlantılı, bir zincirin halkaları gibi kopmaz bütünlüğü, tarihsel süreç
içinde önce ulusal temelde kimi ülke anayasalarında, İkinci Dünya Savaşından
sonra ise giderek uluslar arası alanda Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği
belgelerinde yerini alarak evrensel ilkelere dönüşmüştür. 4 Kasım 1950 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi, üç kuşak insan hak ve özgürlüklerini düzenlemekte ve bu
hakları soy, din, dil, yurttaş, yabancı ayrımı yapılmaksızın tüm insanlara
tanımaktadır. Bu yönüyle evrensel olan sözleşmenin korumaya aldığı değer
devlet değil, insandır. Çünkü demokrasilerde “halk devlet için değil, devlet
halk içindir”. İsviçre, Belçika, İsveç, Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve
hatta Yunanistan örnekleri bu konuda çeşitli ve zengin çözümleri ortaya
koymuş, etnik nitelikli şiddete yol açan haksızlıkları bu yolla ortadan
kaldırmıştır. Elbette ki bunu tamamen anayasal yoldan çözüme kavuşturarak
yapmıştır. Fransa Örneği: Ulus-devlet modelini demokratikleştiren Fransa
örneğine bakıldığında önemli sonuçlar çıkarmak mümkündür. Ulus-devletle
“kurulmak” istenen devletin kendi ulusunu yaratmaya çalıştığı anlatılmak
isteniyor. Çünkü kurulan devlet, milliyetçilik ve bunun sonucu olarak “tek
dil, tek ideal, tek kültür ve tek ideoloji” politikalarıyla “kendi ulusu”nu
yaratırken, tehlikeli bir şekilde farklı
dil ve kültürleri de ulusal birlik adına asimile etme politikasını uygular ve
farklılıkları ulusal birlik için de bir tehdit olarak ele alır. 22
Eylül 1792 tarihli bildirge “Fransız Cumhuriyeti tek ve bölünmezdir” derken,
kültürel çoğulculuğu dahi kabul etmiyordu. Örneğin Cumhuriyetin birliği,
dilde birlik anlamını taşıyordu. Bu temelde bölgesel diller olarak
adlandırılan Aşağı Brötanca, Baskça, Alsakça, Korsika dili ve 30’a yakın
taşra ağzı, ulusal birliğin önünde bir engel olarak görülmüş ve 1794’ten
itibaren bu dillerin kamusal ve özel işlemlerde yasaklanması yoluna gidilmiş
ve Fransızca’nın tek ulusal dil olarak tüm Fransa’da yaygınlaştırılması
amacıyla eğitim, kültür vb. her alanda asimilasyon politikaları uygulamaya
konulmuştur. Ancak tüm bu yasaklama ve asimilasyon uygulamalarına rağmen
bölgesel diller yok edilemediğinden Fransa, sonuçta 1951 tarihli Dexonne
Yasası ile beş bölgesel dili resmen ve hukuken tanımıştır. Bunlar Baskça,
Brötanca, Katalanca, Korsikaca ve Oksitan dilleridir. Fransızca, sadece resmi
dil olarak öngörülmüştür. Dillerin inkârı politikası böylece terkedilmiştir.
Ancak demokrasinin üçüncü kuşak hak ve özgürlükleri de içine alarak gelişmesi
karşısında Fransa, De Gaulle’nin “artık ulusal birlikten kaygı duymaya gerek
yoktur” çıkışıyla bölgelerin kültürel kimliğini de resmen tanımıştır. 2 Mart
1982 Yasası öncesinde henüz yasal düzenleme yokken, fiili girişimler olmuş ve
özellikle yerel yönetimlerle devlet arasında gerçekleştirilen kültürel
şartlarla bu konuda önemli ilerlemeler sağlanmış, Brötanya’da kurulan
Kültürel Konsey ve bu bağlamda Bröton dili öğretiminin geliştirilmesi, radyo,
TV’de Bröton dilinin kullanımına geçilmiştir. 2 Mart 1982 Reform Yasası’ndan
sonra bu bölgesel dillerin öğretimi olanağı da isteğe bağlı (seçmeli) olmak
kaydıyla açılmıştır. Üniversitelerde lisans ve yüksek lisans düzeylerinde bu
dillerin öğretimine başlanmıştır. Ayrıca 23 Eylül 1985 tarihli bir
kararnameyle danışma işlevli bir Bölgesel Diller ve Kültürler Ulusal Konseyi
kurulmuş ve bu kuruluşun örgütlenmesi çerçevesinde kimi bölgelerde Bölgesel
Kültür Ofisi kurulması yoluna gidilmiştir. 1982 Reformu’nun 3.Maddesi
uyarınca devlet ile yerel yönetimler arasında yetki paylaşımı yapılmış,
kültürel yetkileri tamamlayan eğitim-öğretim ve araştırma alanındakilere
bakıldığında devlet, bölge meclislerinin görüşlerini alarak öğretim kurumlarının
genel pedagojik yapısını belirlerken, ilgili yerel yönetimlere danışarak
yüksek öğretim kurumlarının kuruluşu ve düzenlenmesi etkinliğini yürütmüştür.
BELEDİYEler ise, ilköğretim ve anaokulları alanında yetkili kılınmıştır. Bu
haklarla birlikte Fransa bölünmemiştir. İspanya-İtalya-Belçika
Örneği: Farklı dil ve kültürleri anayasal düzeyde tanıma en
belirgin biçimde İspanya Anayasası’nda görülmektedir. 1978 tarihli İspanya
Anayasası’nın 2.Maddesine göre; “Anayasa,
İspanyol ulusu birliğinin ayrılmazlığını ve bütün İspanyolların ortak vatanın
bölünmezliğini kesinlikle belirtir ve onu oluşturan bölge ve milliyetlerin
özerklik hakkını ve aralarında dayanışmayı garanti eder” ibaresiyle
anayasal tanımanın çerçevesi çizilmiştir. Yine farklılıkların anayasaca
tanınmasına bir örnek İtalya’dır. İtalyan Anayasası’nın 6.maddesinde;
“Cumhuriyet, dil açısından mevcut azınlıkları uygun önlemlerle korur”
demektedir. Belçika Anayasası ise, “dil esası”na dayalı federalizmi
tanımlamaktadır. 1.Maddesinde, “Belçika, topluluklar ve bölgelerden oluşan
federal bir devlettir” demektedir. Bu haklarla birlikte İspanya, İtalya ve
Belçika bölünmemiştir. İsviçre ve Kanada Örneği:
İsviçre, 1848 Anayasası’nda Fransızca, İtalyanca ve
Almanca’yı ulusal diller olarak ve resmi kullanım içinde eşit olarak
tanımıştır. Ülkenin güneydoğu köşesinde dağlık bölgede yer alan Grisona
Kantonu’nda kabaca Almanlaştırılmış İtalyancanın bir biçimi denilebilecek
Romache dilini konuşan yaklaşık elli bin kişilik bir azınlık grubu
yaşamaktadır. Bu grup kendi dillerini bir lehçe düzeyinde bağımsız bir dil
düzeyine çıkarmak ve dördüncü ulusal dil olarak tanınmak istemişlerdir. Bunun
üzerine 1938’de yapılan referandumda bu durum kabul edilmiştir. Dolayısıyla
İsviçre, demokratik teknikleri kullanarak her bir toplumsal gruba kendi
geleceğini belirleme hakkını vererek, demokrasinin ideallerine katkıda bulunmuştur.
Açık olan şey; çokuluslu bir devlet içinde dayanışma ve ortak amaç duygusunu
ilerletmenin geçerli bir yolu varsa, bu, ulusal kimliklerin boyun
eğdirilmesinde değil, uzlaştırılmasından geçer. Farklı ulusal gruplardan
oluşmuş halk, ancak büyük siyasi yapılanmayı kimliğine boyun eğdiren değil,
kimliğinin besleneceği bir bağlam olarak görürse bu yapıya bağlılık
gösterecektir. Örneğin Kanada’da uzun yıllar süren “ırklar savaşı” yerini
demokrasinin ilkelerine bırakmıştır. Kanada Haklar Bildirgesi’ndeki eşitlik
ilkesinin nasıl yorumlanması gerektiğini açıklayan Kanada Yüksek Mahkemesi
bir kararında; “farklılıkların onay görmesi gerçek eşitliğin özüdür”
içtihadında bulunmuştur. Yine Kanada’nın yerli Kızılderili halkı olan
Quebecliler kendi ayrı kimliklerinin anayasal ilke düzeyinde tanınması ve
onaylanmasını temel bir saygı meselesi olarak görmektedirler. Dile Bağlı İnsan Hakları:
1945 sonrası Birleşmiş Milletlerin çalışmalarına
öncülük eden kilit belgelerde dil; insan hakları meseleleri içinde en önemli
konulardan biri olarak ele alınmıştır. Birleşmiş Milletler’in, Soykırım Suçunun
Önlenmesi ve Cezalandırılması için Uluslar arası Konvansiyon (E 793, 1948)
hazırlık çalışmasında, dilsel ve kültürel soykırım fiziksel soykırım ile
birlikte ele alınmış ve insanlığa karşı işlenen suçlar arasında sayılmıştır.
Birçok devletin kabul ettiği 1948 Birleşmiş Milletler Konvansiyonu’nda dilsel
soykırım şöyle tanımlanmıştır; “Gündelik konuşmalarda ya da okulda grup
dilinin kullanımını yasaklamak veya grup dilindeki yayınların basımını ve
dolaşımını yasaklamak”. Yine Birleşmiş Milletler Şartı’nın 13. maddesinde;
imzalayan devletlerin geliştirmekle yükümlü oldukları konular “ırk, cinsiyet,
dil ve din” olarak belirtilmiştir. Maddede, bütün devletlerin “...ırk,
cinsiyet, dil ve din ayrımı yapılmaksızın herkesin temel özgürlüklerine ve
insan haklarına” uygun davranıp davranmadığının izleneceği belirtilmiştir.
Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27.maddesine
göre; “Etnik, dini veya dil azınlıklarının yaşadığı devletlerde azınlıkların
mensuplarının, gruplarının diğer üyeleriyle birlikte, kültürlerini yaşama,
dinlerini öğretme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları inkar
edilemez”. 6 Nisan 1994 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi
Kararı, bu maddeyi geniş kapsamlı ve pozitif olarak yorumlamıştır: Madde’de
belirtilen azınlıklara mensup olup
olmadıklarına bakılmaksızın Devletler, egemenlik alanında veya
egemenliğinde bulunan bireyleri korur. Bir azınlığın varlığı Devletin
kararına dayandırılamaz. Nesnel ölçütlere göre değerlendirilir. “Hakkın”
varlığını tanır; ve devletlere pozitif görevler yükler. Gerek AGİK belgesi, gerekse de Azınlıkların
Korunmasına Dair Çerçeve Sözleşmesi ve ardından gelen Azınlık Dilleri Şartı
ile AİHS M.14’te düzenlenen birey
haklarına grup hakları da eklenmiş ve devletler pozitif yükümlülük
altına konulmuştur. Kopenhag Belgesi’nin 31. paragrafında eşitlik ve
ayrımcılık yapmama ilkeleri yanında bu ilkelerin tam ve etkili
uygulanabilmesi için devletlere gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü de
getirilmiştir. 20.11.1989 tarihli Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nin 2’nci maddesinde, taraf devletlere, bu sözleşmede yazılı
haklar arasında özellikle vurgulanan çocuğun
anadilinde eğitim hakkı ve olanağını kendi yetkileri altında bulunan her
çocuğa, dil ayrımı yapmadan tanıma yükümlülüğü getirmiştir. Bu
sözleşmenin gereği olarak, Anne-babalar sadece çocuğuna sözlü olarak dilini
vermekle yetinmemekte, ayrıca okullarda bu dilin eğitiminin de verilmesini
isteyerek, çocuğunun anadilini unutmamasını, geliştirmesini ve gelecek
kuşaklara aktarılmasını güvence altına alarak dilinin yok olmasının önüne
geçmektedir. Ulusal Azınlıkların Eğitim Hakları ile İlgili Hague
Tavsiyesi’nde bu durum, “Azınlık dilinde eğitimin azınlıklar için hayati
öneme sahip olduğu da kesindir” şeklinde tespit edilmiştir. Bir diğer pozitif
gelişme de AGİT Etnik Gruplararası İlişkiler Vakfı tarafından yayınlanan
Ulusal azınlıklar Yüksek Komiseri Max Van Der Stoel’un Ulusal Azınlıkların
Eğitim Hakları ile ilgili Hague tavsiyeleri-Açıklayıcı Not... Buna göre;
“Müfredatın yalnızca devlet diliyle öğretildiği ve azınlık çocuklarının
bütünüyle çoğunluk çocuklarıyla aynı sınıfta eğitim gördüğü bastırma-türü
yaklaşımlar uluslararası standartlara uygun değildir” “İlk ve ortaokullarda
azınlık eğitimi” bölümünde, egemen devletin, iki dilli öğretmenleri eğitmesi
görevi olduğu belirtilmiştir. Ayrıca ikinci dil de dahil olmak üzere eğitimin
ana-dilde yapılması her düzeyde tavsiye edilmiştir. Bu, tüm dil
topluluklarının, anaokulundan üniversiteye kadar eğitimin anadilde yapılması
için gerekli fonları devletten almaya hakkı olduğu anlamına gelir.
Devletlerin azınlık dilde eğitimi sağlama yükümlülüğüne işaret eden bir başka
belge de 1992 Kasımında Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u tarafından kabul
edilen ulusal veya etnik, dini ve dilsel azınlıklara mensup kişilerin hakları
ile ilgili Birleşmiş Milletler Deklarasyonu’dur. Deklarasyon, anadilde eğitim
haklarının sağlanması için devletlere pozitif görevler yüklemiştir. Buna göre
“Devletlerin mümkün olan her yerde, azınlıklara mensup kişilerin anadillerini
öğrenmek ve anadillerinde eğitim görmek için yeterli fırsatlara sahip
olmaları için uygun önlemleri alması gerekir.” Türkiye’de
Demokrasinin Gelişim Tarihi ve sorunları: Türkiye demokrasi tarihi, devlet ve siyaset
geleneğinden ayrı ele alınamaz. Türkiye’de siyaset geleneği, askeri, elitist
ve halktan kopuk bir karakter taşır. Örneğin Osmanlı devlet geleneği için
“siyaset” kavramı, ceza ve özellikle “ölüm cezası” anlamında
kullanılmaktadır. ‘Siyaseten katl’
yani idam cezası, padişahın verdiği cezalar için kullanılan bir terimdi. İdam
sehpasının kurulduğu alanlara “siyaset
meydanı” denildiği bilinmektedir. Ülkemiz demokrasi tarihi, Osmanlının
son dönemlerinden itibaren başlar. III. Selim’den itibaren, modernleşmeye
yönelik bir dizi adım atılır. Askerî, siyasi, eğitim ve ekonomik alanlarda batılılaşma
çerçevesinde birçok düzenlemeler yapılır. Tanzimat Fermanı, devlet yapısının
yeniden düzenlenmesi girişimidir. Bütün bu değişimler, “devleti kurtarma” operasyonu olarak
gündeme gelir. Batı’nın teknolojide, siyasette, bilimde ve dünya coğrafyasını
yeniden düzenlemek konusunda elde ettiği üstünlük karşısında, Osmanlının
cihan devleti özelliğini kaybetmeye başlamasıyla devlet yapısında ve yönetim
sisteminde değişikliklerin yapılması zorunluluğu doğmuştur. Osmanlı elitleri,
çözümü devleti modernleştirmekte bulmuştur. Devleti kurtarma amacına dönük
olarak gerçekleştirilmeye çalışılan reformlar, genellikle bürokratik idari
yapıyı değiştirmeyi hedefler. Nitekim devletin idari, askeri, mali yapıları
modernleştirilir. Osmanlı’da halk, reayadır. Kelimenin kökeni raiyye’ den
gelir. Raiyye; ‘Otlatılan hayvan sürüsü’ ve ‘vergi veren halk’ anlamına
gelmektedir. Yani, reâyâ kendi görevi olan üretimle uğraşmalı ve yönetici
sınıfa geçmeye çalışmamalıdır. Toplum düzenindeki yerini bilmeli ve ona göre
davranmalıdır. Bu davranış tarzı, yöneten-yönetilen ilişkisinde çok köklü bir
statüye yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlı
İmparatorluğunun dağılmasını takiben imparatorlukta görev yapan asker-sivil
bürokrasisinin öncülüğünde yürütülen Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla
Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Cumhuriyetin kurucuları Osmanlı monarşisini
tasfiye etmekle birlikte onun devlet geleneğini sürdürürler. Kaldı ki 600
yıllık devlet geleneğinin bir anda ortadan kalkması düşünülemez. Kurtuluş
savaşına öncülük eden kişiler Osmanlı askeri bürokrasisinden gelmektedirler.
Cumhuriyet, taşıdığı ilerici dinamiklere rağmen, ülkede sosyal sınıfların
yeterince gelişmemiş olmaları ve modern kuruluşun devletçi seçkinler eliyle
gerçekleştirilmiş olması nedeniyle sağlıklı bir demokratik gelişim çizgisi
izleyememiştir. Reformlar da sosyal sınıfların katılımı ve öncülüğüyle değil,
devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle toplum tarafından yeteri kadar
içselleştirilememiş, hatta Cumhuriyet inkılâpları arasında sayılan
Kılık-Kıyafet Kanunu’nun uygulanışı sırasında bile görüldüğü üzere,
direnişler ve ölümler yaşanabilmiştir. Devlet eliyle kurulan yeni
“modernleşme” alanında tarih, kültür, siyaset ve toplumsal yaşam yeniden
kurgulanmış, ancak toplumsal katmanlar kendilerini bu alanlar içerisinde
yeteri kadar bulamamışlardır. Atatürk’ün ölümünden sonra yerine gelen İsmet İnönü
de Osmanlı askeri bürokrasisinden gelmektedir. Kendi adına para bastırır,
ülkeyi tek şef olarak ve ‘kuvvetler
birliği’ ilkesine göre yönetir. Faşizmin yenilgisiyle sonuçlanan
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişen dünya koşullarına uyum sağlamak ve
ülkedeki sosyal gelişmelerin gereklerini karşılamak için çok partili siyasal
sisteme geçilir. Ancak devletin temel felsefesinde hiçbir değişiklik
yapılmaz. Temelde bir hizmet aracı olması gereken devlet, Türkiye Cumhuriyeti
anayasalarında ülkenin ve milletin mutlak sahibi olan kutsal bir varlık
olarak tanımlanır. Cumhuriyetin daha ilk yıllarından beri demokrasiye geçme
yönünde denemeler olmuş ve buna sempati ile bakılmıştır. 1924 yılında kurulan
Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası, ikinci meclisteki muhalif grupların temsilcisi
haline gelmiştir. Ancak toplumsal
düzeyde geniş bir muhalefet ortamı ortaya çıkınca kapatılmıştır. Bu kez 1930
yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuş ve o da aynı nedenlerden dolayı
kapatılmıştır. Bu dönemin en önemli demokratik adımlarından biri de
kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesidir. Devletin ortaya koyduğu
ölçüler topluma yukarıdan aşağıya dayatılmıştır. Toplumsal örgütlenmelere de
genç cumhuriyeti koruma kaygısıyla izin verilmemiş, başta sol ve sosyalist
olmak üzere çeşitli muhalefet odaklarının faaliyetleri yasaklanmıştır.
Cumhuriyet ilan edildiğinde, işçilerin hak ve özgürlükleri gelişmemiş, aksine
örgütlenme özgürlüğü için mücadele Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Bugün
bile karanlık cinayetlerden biri olarak tarihe geçen, 28/29 Ocak 1921’de
Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülür. Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine
Ankara’ya görüşme yapmak üzere Bakü’den yola çıkan Mustafa Suphi ve 14
arkadaşı organize bir saldırıyla karşılaşırlar. Ardından Türkiye Halk
İştirakiyyun Fırkası adıyla örgütlenen komünistler de İstiklal Mahkemeleri
tarafından ağır cezalara çarptırılırlar. Bilinenin aksine Türkiye’nin en eski
partisi olan Türkiye Komünist Partisi, Kurtuluş Savaşı’na katılır, Millet
Meclisi’nin ilk yıllarında parlamenterleriyle temsil edilir, işçi
sendikalarının, köylü kooperatiflerinin, gençlik, kadın, barış örgütlerinin
kurulmasında öncü rol oynar. Bu etkinlikleri nedeniyle hedef alınır, kuruluş
yıllarındaki kısa yasal dönemi dışında, bütün faaliyetlerini yasadışı olarak
sürdürmek zorunda bırakılırlar. 1950’lerden sonra toplumun örgütlenmeye başladığı,
toplumsal dinamiklerin değişme eğilimi gösterdiği ve siyasal partilerin
halkın tercümanı durumuna geldiği görülür. Vesayetçi dönemde devlet partisi
olarak kurulan ve siyasi temsildeki tek adres olan CHP’nin yerini bu kez
çevrenin, toplumun ve toplumsal grupların değerlerini taşıyan partiler almaya
başlar. Bu süreç 1950 yılında seçimden büyük bir zaferle çıkan Demokrat Parti
ile başlar. Demokrat Parti devletçi-seçkinlerin karşısına siyasi-seçkinler
kimliği ile çıkar ve toplum ile devlet arasında bir köprü oluşturur. Demokrat
partinin yönetime gelmesi devlet elitlerini ve CHP’yi tedirgin eder. CHP yöneticilerinden Cevdet Kerim İncedayı
“Memleketin yönetimini Hassolara, Memolara bırakacağız” diyerek bu
tedirginliğini ifade edecektir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile siyasi ve
askerî devletçi seçkinlerle, seçimle gelen siyasi seçkinler arasında bir
çatışma başlar. Nitekim çatışma ordunun 27 Mayıs 1960 darbesiyle, Demokrat
Parti aleyhine sonuçlanır. Demokrat Partinin lideri Adnan Menderes ile iki
bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilirler. Darbeden sonra
hazırlanan 1961 Anayasası ile yeniden çok partili sisteme geçilir. Bu kez
Demokrat Parti’nin yerini Adalet Partisi alır. Adalet Partisi ile beraber
halkçı üslup siyasal söylemin ana unsurunu oluşturur. Bu dönemden sonra CHP
ile AP arasındaki siyasi çekişmeler siyasal yaşamın nabzını oluşturur. Adalet
Partisinin yeniden iktidara gelmesi bir kez daha devletçi ve siyasal
seçkinlerin çatışmasına yol açar. Ordu yeniden 12 Mart 1971 tarihinde darbe
yapar. Yani bir kez daha çevrenin temsilcisi durumunda olan bir siyasal parti
iktidardan uzaklaştırılarak, çevreden gelen “tehdit” savuşturulur. 27 Mayıs
darbesinden sonra kurulan MGK’ye ülke yönetiminde verilen rol
yasallaştırılır. Ordu ülkenin politik, sosyal ve ekonomik hayatının
koruyucusu olarak yasalar tarafından tanınan özerk bir kurum haline
getirilir. 1960’ın ilk yarısından itibaren hızla gelişen sınıf mücadeleleri
ve sol rüzgârın önü, 12 Mart 1971 darbesiyle kesilmeye çalışılmıştır. 12 Mart
1971 darbesi, 1960 darbesinin ardından gelişen sınıf hareketine karşı
yapılmıştır. Dönemin Genel Kurmay
Başkanı Memduh Tağmaç: “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diyerek
müdahalenin amacını özetleyecektir. DGM’ler Anayasal bir kurum
haline getirilir. İşkenceler ve baskı sistematik hale gelir. Grevler
yasaklanır, grev ve grev dışı eylemler 1971 Mayısından 1973 yılı sonuna kadar
askıya alınır. Bu süreçte ekonomik ve sosyal hakların tümü ortadan
kaldırılmıştır. Darbe sonrası çok güçlü olmasa da sol tekrar toparlanır, Türk
ve Kürt solunun kitlesel bağları oldukça yaygındır. Gelişen sol hareket ve
Kürt hareketi faili meçhul cinayetler ve katliamlarla durdurulmaya çalışılır.
Sivil faşist hareket Kürtlere, Alevilere ve İşçi sınıfına karşı kullanılır.
Devlet bu yöntemlerle gelişmeleri kontrol altına almayı başaramayınca 12
Eylül Faşist darbesiyle toplumsal gelişime bir kez daha müdahale eder ve
toplumsal uyanışı bastırmak ister. 12 Eylül 1980 darbesini diğer darbelerden ayıran en
büyük özelliği daha sistematik ve uzun sürmesidir. 12 Eylül darbesi ülkenin
politik yapısında köklü değişiklikler yapan ve en fazla baskı, işkence ve
cinayetin yaşandığı müdahale olmuştur. Darbeciler Milli Güvenlik Kurulu
aracılığıyla ülke yönetimini devraldıktan sonra partileri kapatır, siyasi
liderler tutuklanır. Askeri diktatörlük her şeyi yeniden düzenler. BELEDİYE
başkanlarından ilçe kaymakamlarına kadar herkes görevlerinden alınır ve
yerlerine askeri atamalar yapılır. Meclis dağıtılır, tüm yetki Milli Güvenlik
Konseyi’nin elinde toplanır. MGK bir yıl dolmadan tam 268 kararname çıkarır
ve devleti baştan aşağı yeniden inşa eder. Tüm sendikal faaliyetler
durdurularak grevler yasaklanır; ücretler dondurulur. Türk-İş dışında tüm
sendika ve dernekler kapatılır. DİSK’in bütün malvarlığına el konulur. On
binlerce insan tutuklanarak cezaevlerine tıkılır; işkencelerden geçirilir. 12
Eylül yıllarında 650 bin kişi gözaltına alınmış, 50 bin kişi siyasi mülteci
olarak Avrupa ülkelerine sığınmış; 700 idam istenmiş, 480 idam cezası
kesinleşmiş, 48 kişi idam edilmiştir. Yaklaşık 200 kişi işkencelerde
öldürülmüştür. Darbecilerin aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalar her türlü
yargı denetiminden muaftır. MGK’nın
aldığı 52 sayılı kararda şunlar yazmaktadır: “Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarının tartışılması ve haklarında
kamu davası açılmış tüzel ve gerçek kişilerle ilgili olarak kamuoyunu
yanıltıcı ve ilgilileri etkileyici sözlü-yazılı demeç ya da makale yayımı
yoluyla beyan ve yorumda bulunmak da yasaktır.” Daha sonra bizzat
askeri yönetim tarafından hazırlanan Anayasaya göre, cuntanın uygulamalarına
ve cuntacılara karşı herhangi bir yasal işlem yapılamayacaktır. Askeri
cunta siyasal alan üzerinde tam egemenliğini kurmuştur. 12 Mart darbesi “Toplumsal uyanışa” karşı yapılırken
12 Eylül müdahalesi ise toplumsal uyanışın yanı sıra gelişen Kürt uyanışını
hedeflemektedir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi dünya çapında kabul görmüş ve
birçok ülke anayasasında yerini almış Üçüncü Kuşak Haklar, bugüne kadar
Kürtlere uygulanmamıştır. Kürt sorunu temelde buradan kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla çözümü de bu hakların tanınmasından geçmektedir. Kürt sorunu bu
temelde demokratik hukuk çerçevesinde kolaylıkla çözülebilecek bir sorundur.
Ancak bu yapılmadığı için sorun devam etmektedir. Bunun nedeni ise 1924
Anayasası ile başlayan Kürtlerin inkârı ve asimilasyonu sürecidir. Çünkü
Kürtlerin tarihsel, toplumsal ve kültürel olarak inkârı bu tarihten
itibarendir. Bu süreçler incelendiğinde Osmanlı-Türkiye anayasalarının
tarihsel olarak Üç Kuşak insan hakları temelindeki demokrasi ve insan hakları
mücadelesindeki gelişmelerin neresinde olduğu ve bu süreçlerde Kürtlerin
siyasal, sosyal ve kültürel konumlarının ne olduğu net biçimde ortaya
çıkmaktadır. 1876 Tarihli Kanun-i Esasi
ve Kürtler: 1876 Tarihli Kanun-i Esasi’nin 1. maddesi Osmanlı
İmparatorluğu’nun çok dinli, çok dilli, çok milletli toplumsal çoğulcu
yapısını esas almıştır. Buna göre; “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaatı
hazırayı (yerleşik şehir ve memleketler) ve eyaleti mümtazeyi (ayrıcalıklı
eyaletler) muhtevi ve yek vücut olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik
kabul etmez”. Anayasanın 1. maddesinde geçen “eyalet-i mümtaz (ayrıcalıklı
eyaletler)” statüsü Kürtleri yakından ilgilendirmektedir. Çünkü bu statü,
Yavuz Selim ile Kürt beyleri arasında imzalanan 1514 tarihli
ittifak-anlaşmayı anayasal korumaya almaktadır. Bu anlaşmaya göre; “1-
Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerkliği korunacak, 2-
Kürt emirliklerinde de yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri
yürümekte olan yöntem yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak,
3- Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler, 4- Türkler de
Kürtleri bütün dış saldırılardan koruyacaklar, 5- Kürtler devlete verilmesi
gereken her türlü vergiyi ödeyecekler”. Anayasa yapılırken çok uluslu, çok
dinli, çok kültürlü Osmanlı Devleti’nin “öğretim dili” başlangıçta anayasanın
18. madde taslağında, İmparatorluktaki bütün “akvam (kavimler)” in kendi
dillerinde eğitim ve öğretim yapabilecekleri şeklinde düzenlenmiş, sonradan
18. madde değiştirilerek “resmi dilin Türkçe” olduğu belirtilmişse de, bunun
“Devlette istihdam olunmak için” öngörüldüğü aynı maddede vurgulanmıştır.
Kendi yönetim sahalarında anadilleriyle eğitim ve öğretimlerini kendi
okullarında veya basın-yayınlarında, pozitif bir hak olarak olmasa da
devletin bu özerkliğe karışmaması veya negatif bir konumda durması -zorla
asimilasyon- olmaması nedeniyle fiilen veya doğal biçimde sürdürerek her
alanda kültürel kimliklerini serbestçe ifade edip geliştirebilmişlerdir.
Kürtler de aynı şekilde doğal seyri içinde Kürtçe edebi eserler kaleme
alabilmiş, Kürtçe gazete vb. çıkarabilmiş, bazı şahsiyetlerin çabalarıyla
Kürtçe okuma-yazma çalışmaları yapılabilmiştir. Yine siyasal alanda Heyet-i
Mebusan’da her milliyet, din veya grup, kendi öz kimliğiyle siyasal temsilini
de bulmuştur. Bu haliyle Osmanlı Devletinin renkli toplumsal yapısını
yansıtmıştır. 1909 yılında Kanun-i Esasi’de özgürlükler lehine önemli
değişiklikler getirilmiştir. Ancak İttihat ve Terakki’nin Türkçü-Turancı
eğilimlere yönelmesi bu gelişmeleri tersine çevirecektir. İttihat ve Terakki
1913 yılından itibaren ‘tek parti’ olmaya yönelmiş ve çoğulcu Osmanlı
anlayışından tekçi-Türkçü bir eğilim içine girmiştir. Çoğulcu yapıyı yadsıyan
Türk milliyetçiliğine kaymanın ardından demokratik hoşgörüsünü yitiren
İttihat ve Terakki yöneticileri, Türkçülük siyasetine gelmeyen siyasi
muhaliflerini çeşitli antidemokratik yöntemlerle tasfiye etme yönelimine
girmişlerdir. Yanı sıra basına yeniden sansür getirilmesinden, toplanma ve
dernek kurma özgürlüklerine kadar siyasal muhalefet yanında toplumsal
muhalefeti de bastırmıştır. Siyasal ve toplumsal muhalefeti susturan İttihat
Terakki, artık “kendini Türklüğün tek koruyucusu” olarak ilan edecek ve
“iktidarına ve kendisine karşı yönelen her türlü muhalefeti ‘vatana ihanet’
sayacaktı”. İttihat Terakki’nin, Türk milliyetçiliği veya Türkçülük
ideolojisini egemen ideoloji haline getirmesi ve tek parti egemenliğini
kurarak muhalefete ve diğer “kavimler”e dönük baskılara yönelmesi çok millet
ya da kavimden oluşan Osmanlı toplum yapısında yer alan “kavimler”i ve
“milletler”i karşı milliyetçiliğe sevk etmiştir. Örneğin Ermeni
milliyetçiliği bağımsızlık tezlerine yönelecek ve Taşnak Partisini
kuracaktır. Bu temelde gelişen milliyetçi kamplaşmalar iç çatışmaları da
beraberinde getirecektir. İlk kırılma böyle yaşanırken ikinci büyük kırılma,
İttihat Terakki’nin Alman emperyalizmiyle işbirliğine girdikten sonra daha da
ileri giderek Pan-Turanizme yönelmesi ve bu amaçla Almanya’nın yanında I.
Dünya Savaşı’na girmesi ve yenilmesi, beraberinde imparatorluğun da sonunu
getirecektir. Bu gelişmelere yakından tanık olan Mustafa Kemal, İttihat
Terakki milliyetçiliği veya Pan-Turanizm’in olumsuzluklarını bizzat görmüş ve
yaşamış biri olarak; bu olumsuzlukları eleyecek ve toplumsal farklılıkları
yadsımadan veya çoğulcu toplumsal yapıyı gözeterek sosyoloji biliminin
verilerine uygun düşen “Türkiye Halkı” ve yine siyaset biliminin verilerine
uygun düşen “Türkiye Devleti” gibi argümanlarla tüm toplumu farklılıklarıyla
birlikte kucaklayıcı; yine dini ve milliyetçi ideolojiye sapmadan, özünde
sosyal, siyasal ve hukuki birlik ile demokratik birlik yaklaşımını ifade eden
“demokrasi şekliyle yönetilen cumhuriyet” fikrini esas alarak Kürtlerle
ittifak temelinde Kurtuluş Savaşı’nı yürütmüştür. Erzurum-Sivas Kongreleri,
Amasya Tamimi ve yeni Meclisin beyannamesine oradan yeni devletin yani
cumhuriyetin ilk anayasasına (1921 Teşkiat-ı Esasiye) taşırılan bu anlayış
olmaktadır. 1921 Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu ve Kürtler: Cumhuriyetin temellerini atan ve anayasal nitelikteki
yazılı belgeler olarak kabul edilen Erzurum ve Sivas Kongresi Belgeleri,
Amasya Tamimi, Misakı Millî, 1.Büyük Millet Meclisi Beyannamesi, 1921
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na bakıldığında, tüm bu belgelerde Kürtlerin
Cumhuriyetin kuruluşundaki kurucu rolüne açıkça ve resmen vurgu yapılmıştır.
Bu durum, 1921 Anayasası ile gerek parlamento gerekse de yerel yönetimler
bağlamında devletin yapısına kadar taşırılmıştır. Erzurum ve Sivas
Kongreleri’nin ardından Mustafa Kemal ve beraberindekiler 18 Ekim 1919 günü
Amasya’ya giderek, ayrı ayrı beş protokolden oluşan Amasya Protokollerini
imzalarlar. 1921 Anayasası’nın özüne damgasını vuracak olan bu protokoller
aynı zamanda kurulacak Cumhuriyetin ilk sosyal ve siyasal sözleşmesi
niteliğindedir. Bunlardan 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde vatan; “Türk ve
Kürtlerin oturdukları topraklar” (ortak vatan) olarak açıkça tanımlanmıştır.
Ayrıca devamla; “Kürtlerin etnik ve sosyal haklar bakımından da
destekleneceği” vurgulanmıştır. Mustafa Kemal, Amasya’dan Ankara’ya geçer.
Ankara’da yaptığı bir konuşmasında, “Mondros Ateşkesinin yapıldığı gün
ordularımız eylemli olarak sınırlarımızda egemen bulunuyorlardı. Bu sınır
İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında
Caraplun Köprüsü güneyinde Fırat Nehri’ne kavuşur. Oradan Dirzor’a iner; daha
sonra Doğu’ya uzanarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu sınır
ordumuzca silahla savunulduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürtlerin oturduğu
vatan parçamızı içerir.” demektedir. Mustafa Kemal’in bu konuşmasında tarif edilen
ortak vatan sınırı 17 Şubat 1920 tarihinde Misak-ı Millî belgesi olarak
onaylanmış ve basına açıklanmıştır. Misak-ı Millî’nin 1.maddesi bunu ifade
etmektedir; “Dinen, ırken ve aslen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve
özveri duyguları besleyen birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile
bölgelerinin koşullarına tamamen saygılı, Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu
kısımların tamamı hakikaten ve hükmen hiçbir nedenle birbirlerinden ayrılma
kabul etmez bir bütündür”. Meclis açılır açılmaz, Mustafa Kemal’in yaptığı
önemli konuşmasında yine Misakı Millî için “kardeş milletlerin milli
sınırları” ifadesi kullanılmaktadır. Ardından; “Bu sınır içinde Türk olduğu
kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima
saygılıdırlar.” demektedirler. Aynı görüşleri Meclis kürsüsünden 1 Mayıs
1920, 3 Temmuz 1920, 16 Ekim 1921 ve 1 Mart 1922 günü yaptığı konuşmalarda da
tekrar etmiştir. 1’inci Büyük Millet Meclisinin çoğulcu yapısını ve
niteliğini Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920 tarihli konuşmasında şöyle ifade
etmektedir; “Yüce meclisimizi oluşturan şahsiyetler yalnız Türk değildir.
Yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinin bileşkesi
anasır-ı İslamdır, samimi bir mecmuadır. İşte milli sınırlarımız budur dedik;
oysa Kerkük’ün kuzeyinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları
ayırmadık. Bu nedenle korumaya ve savunmaya çalıştığımız milletler doğal
olarak bir tek unsurdan ibaret değildir. Farklı İslam unsurlarından
oluşmaktadır. Bu birliği oluşturan her İslam unsuru bizim kardeşimiz ve ortak
çıkarlara sahip vatandaşlarımızdır ve yine kabul ettiğimiz ilkelerin ilk
satırlarında bu farklı İslam unsurları ki, vatandaştırlar, karşılıklı
saygılıdırlar ve biri diğerinin her türlü hakkına; etnik, toplumsal, coğrafi
haklarına daima saygılı olduğunu tekrarladık ve doğruladık ve hep birlikte
bugün samimiyetle kabul ettik. Bu nedenle çıkarlarımız ortaktır. Elde etmeye
çalıştığımız birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı
İslam unsurudur.” Bunun da ötesinde Mustafa Kemal o dönem Meclis çatısı
altında Kürt realitesini anayasal perspektifle ele almıştır ki, günümüze
kadar gelen Kürt sorununun temelinde bu esastan uzaklaşma yatmaktadır ve
bugün Kürt sorunu tartışılırken çözüm için esas alınması gereken de yine bu
tarihsel temel olmalıdır. Mustafa Kemal bu süreçte Büyük Millet Meclisi
Başkanı sıfatıyla, 27 Haziran 1920’de El Cezire Bölge Komutanı Nihat Paşa’ya
gönderdiği Kürt ve Kürdistan politikasını belirleyen talimatında, hem
Kürtler’i-Kürdistan’ı tanıması hem de sorunların Büyük Millet Meclisi çatısı
altında, kendi kaderini idarede tayin etmesi gerektiğini söylemesi, bugün
bile yasallaşması istenen yerel yönetim olayıdır. Bir nevi demokratik öz
yönetim olayıdır. Söz konusu talimat; Cumhuriyetin kuruluşunda Kürtlerin
rolünü çok açık olarak ortaya koymaktadır. Buna göre; 1- Adım adım bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan
doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu mahalli idareler
kurulması, iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem
iç siyasetimiz ve hem dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare
kurulmasını gerekli bulmaktayız. 2- Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin idare
etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi
kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre, Kürtlerin bu zamana kadar mahallî
idareye ait teşkilatlarını tamamlamış reisleri ve ileri gelenleri bu amaç
adına bizim adımıza tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini açıkladıkları
zaman kendi kaderlerine sahip olduklarını, Büyük Millet Meclisi idaresinde
yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’da bütün çalışmanın bu
amaca dayanan siyasete yönelmesi, El Cezire Cephesi Komutanlığı’na aittir. 3- Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak
sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla
değiştirilemeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin
birleşmesine engel olmak, adım adım mahallî idareler kurulması sebeplerinin
açıklanması ve böylece bize yürekten bağlanmalarını sağlamak, Kürt reislerini
mülki ve askerî makamlarla görevlendirerek bize bağlanmalarını
sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur. Bu temelde Kürtler, Mustafa Kemal’in politikalarını
çıkarlarına daha yakın bulmuşlardır. Nitekim bu birliktelik, anayasal belge
niteliğindeki 18 Kasım 1920 tarihli Büyük Millet Meclisi Beyannamesi’nde
geçen “Türkiye Halkı” kavramında ifadesini bulmuştur. Bu Kürtlerin sosyal,
siyasal, coğrafi hukukunu ve kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyarak
sistem içine alan kapsayıcı anlayış, daha sonra 1921 Anayasası’na da egemen
olacaktır. Mustafa Kemal, 1 Mart 1921 Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa)
görüşmeleri sırasında Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada “Türkiye
Halkı” kavramına ilişkin olarak; “Efendiler, Türkiye halkı ırken ve dinen ve
harsen birlik halinde birbirine karşı karşılıklı saygı ve fedakârlık
duygularıyla dolu ve kaderleri ve çıkarları ortak olan bir sosyal
topluluktur. Bu toplulukta etnik haklar ve yöresel koşullara saygı iç
siyasetimizin esaslı noktalarındandır.” belirlemesiyle “Türkiye halkı”
kavramına açıklık getirmiştir. Bu temel üzerinde şekillenen devlet de 1921
anayasasına göre “Türkiye Devleti” olacaktır. Burada “Türk”, “Kürt”, “Çerkez”
vb. etnisite ifade etmeyen, fakat bu etnisiteleri de reddetmeden ve hukukunu
tanıyarak “sosyal topluluk” gibi sosyoloji bilimi, “Türkiye Halkı”, “Türkiye
Devleti” gibi siyaset bilimi kavramları altında siyasal birliğe gidilmiştir. 1921 Anayasası’nın 3.maddesi; “Türkiye devleti, Büyük
Millet Meclisi tarafından idare olunur” hükmüyle toplumun çoğulcu yapısını
bağrında taşıyan Büyük Millet Meclisine yollama yapılmaktadır. Çünkü Büyük
Millet Meclisini oluşturan temsilciler kendi kimlikleriyle (Kürdistan
milletvekili, Lazistan milletvekili gibi) mecliste yer almışlardır. Meclis
çatısı altında bir inkâr olmadığı gibi tersine bu meclisin yalnız Türk meclisi olmadığı özenle vurgulanmıştır.
“Türkiye Devleti” ibaresi ise, etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun,
belirli bir siyasal coğrafya (Misakı Millî sınırları) dahilinde yaşayan
insanların siyasal birliğinin en üst noktası olarak, yeni devleti bütün
kucaklayıcılığıyla ifade etmek içindir. Hatta Büyük Millet Meclisi İcra
Vekilleri Heyeti’yle Encümen-i Mahsus’un anayasa lahiyalarında “Türkiye Halk
Hükümeti” adıyla çok daha çarpıcı bir isimlendirme yapılmıştır. Anayasanın 1.maddesi, bu birliğin demokratik
niteliğini ifade etmektedir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”,
“Halkın, mukedaratını bizzat ve bilfiil idare etmesi” gibi esasları içeren
1.maddede “Türk milleti” denilmemektedir. Tek başına sadece “millet” kavramı
kullanılmaktadır ki bu kavram etnisiteyi ifade etmez, tersine siyasal
egemenliğin kaynağına vurgu yapmak için kullanılmıştır. Bu kaynak da “Türkiye
Halkı”dır. Türkiye halkı da seçtiği temsilcilerinin oluşturduğu çoğulcu Büyük
Millet Meclisi çatısı altında “Türkiye Devleti”ni idare edecektir. Bu anayasa
da “Yüce Türk Devleti” “Kutsal Türk Devleti” gibi milliyetçi ibareler
kullanılmamış, tersine, devlet yönetimi, kaynağını halktan alan idari bir
yetki olarak düzenlenmiştir. Yeni devlet yapılanması, idare yetkisini halktan alan
Büyük Millet Meclisi yanında kendi kendini idare veya öz yönetime sahip
vilayet şuralarına da geniş özerklik tanıyarak yerinden yönetimi geliştirmiş,
taban inisiyatifini merkezileşmeye tercih etmiştir. Böylece Türkiye Halkı
1921 anayasa sistemi çerçevesinde genel anlamda Büyük Millet Meclisi üyelerini
seçerek, özel anlamda ise yerel yönetimlere tanınan geniş özerklik ilkesi
gereğince Vilayet ve Nahiye Şuraları eliyle kendi kendini yönetme olanağına
kavuşmuştur. Devlet ise 1921 Anayasası sisteminde yalnızca iç ve dış siyaset,
din, adliye, ordu ile ilgili genel konular ve uluslararası ekonomik ilişkiler
gibi merkezi yetkilere sınırlı düzeyde sahiptir. Geriye kalan eğitim, sağlık,
vakıflar, medreseler, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardımlaşma gibi
işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi “Vilayet Şuraları”nın yetkisine
bırakılmıştır. Daha küçük yönetim birimi olan Nahiyelerde ise, “yerel işlerin
merkeze danışılmadan yürütülmesi” gibi tam bir yetki ve inisiyatif söz
konusudur. “yerel özerklik” anayasanın siyasal ve hukuki alanında
“parlamentonun üstünlüğü” ilkesinden sonra gelen üçüncü temel anayasal
ilkedir. 24 maddelik anayasanın 14 maddesini, yani yarıdan fazlasını taşranın
öz yönetimine, özellikle de yerinden yönetim ve yerel yönetim ilkesine ayrılması
bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Buna yerel katılım veya yerel demokrasi
adını vermek yanlış olmaz. Bu konuda II. Büyük Millet Meclisi seçimleri
sırasında, 16-17 Ocak 1923’te İzmit Basın Konferansı’nda Mustafa Kemal, Vakit
Başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın sorduğu soru üzerine Kürtlerle ilgili şu
cevabı vermiştir: “Kürt meselesi; bizim yerli Türklerin menfaatine olarak da
katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü malumu aliniz bizim milli sınırlarımız
içinde bulunan Kürtler öylesine yerleşmişler ki, pek az sınırlı yerlerde
yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede, Türk öğenin içine gire gire,
öyle bir sınır oluşmuş ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi
mahvetmek gerekir. Sözgelişi, Erzurum’a kadar giden bir sınır aramak gerekir.
Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük
tasavvur etmektense, bizim Anayasamıza göre, yani 1921 Anayasası’na göre,
gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin
halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan
başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da birlikte ifade etmek
gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele çıkarmaları
daima beklenir. Şimdi Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de
Türklerin yetkili vekillerinden oluşur ve hem Kürtler ve hem Türkler, bu iki
unsur, bütün menfaatlerini ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Ayrı bir sınır
çizmeye kalkmak doğru olmaz”. Söz konusu olan demokratik içerikte ve siyasal birlik
anlamında bir üniterliktir. Yani tüm toplum kesimlerinin kendi kimliği ve
rengiyle temsilini bulduğu genel yönetim olan Büyük Millet Meclisi; Türkiye
halkı adına Türkiye Devletinin meclisidir ve bu meclis çatısı altında inkâr,
milliyetçilik, ırkçılık, ayrımcılık nüveleri olsa da egemen anlayış demokratik
siyasal anayasal birliktir. Tüm elverişsiz koşullara rağmen -ki o dönemde
demokrasinin nesnel ve öznel koşulları içte ve dışta yeterince
olgunlaşmamıştı- egemen olan ve hayata geçirilmeye çalışılan zihniyet,
demokrasi sistemiyle yönetilmesi arzulanan bir cumhuriyettir. Öyle ki üniter
devlet kavramını siyasal-kültürel çoğulculuğu reddeden bir kavram olarak
kullanan bugünün anlayışı o dönemde söz konusu değildir. Tersine Kürtler,
Türkiye Devleti yapılanması içinde kimliğiyle kültürüyle temsilini bulmuştur.
Bugünkü anlayış ise tersine Kürtler yararlanmasın diye yerel yönetim yasasını
dahi demokratikleştirmekten kaçınmaktadır. Bundan dolayı 23 Temmuz 1923
tarihli Lozan Anlaşması, 1921 Anayasası’ndan kopuk ele alınamaz. Hatta bu
Anayasa’nın bir devamı ve tamamlayıcısı bir parçasıdır. Çünkü bu Anayasa
gereği genelde Mecliste kendi kimliğiyle siyasal temsiline, özelde de yerel
özerklikle kendi öz yönetimine sahip olan Kürtlerin emperyalist devletlerce
bir baskı kozu olarak kullanılmasının zemini kalmamış ve bu anayasa temeli
üzerinden Kürt milletvekillerinin Lozan’a çektiği telgraflarla heyetin
Kürtleri de temsil ettiği vurgulanmıştır. 1921 Anayasası’nın Kürtlere sosyal ve siyasal çoğulculuk
anlamında vilayet ve nahiye şuralarında özerklik hakkı çerçevesinde öz
yönetim ve Büyük Millet Meclisinde kendi siyasal kimliğiyle temsil edilme
olanağını sağlayan sistemine Lozan Anlaşması’yla negatif ve pozitif kültürel
haklar da eklenmiştir. Lozan Anlaşması Kanuni Esasinin ilerisine giderek
gayrimüslim azınlıklar için “Azınlıkların Korunması” başlıklı Kesim 3’üncü
Bölümü’nde pozitif hak ve güvenceler öngörmüştür. “Müslüman azınlıklar”
kavramı ise, tartışmalarda dile gelse de Lozan Anlaşma metninde yer
almamıştır. Lozan heyeti, bu konuda “Müslüman azınlıklar” kavramı içinde yer
alan Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların vesair Türklerle birlikte kaderlerini
birleştirdiğini, Türkiye Hükümetinin bunları da temsil ettiğini, yönetimde,
Mecliste, her alanda eşit haklara sahip olduklarını, bu nedenle azınlık
olarak gösterilmelerine gerek olmadığı tezi savunulmuştur. Kürt
milletvekilleri de kendi kimlikleri ve hatta kıyafetleri ile Mecliste
yaptıkları konuşmalar ve Lozan’a gönderdikleri telgraflarla Misakı Millî’ye,
Kurtuluş Savaşı’ndaki beraberliğe, 1921 Anayasası’nın öngördüğü yerel
yönetimlerde özerklik ve Mecliste Kürdistan milletvekili sıfatıyla Kürtleri
de temsil ettikleri sistemin devam edeceğine güvenerek, azınlık değil, her
alanda beraber ve eşit olduklarına vurgu yaparak, eşit ortaklık statüsünden
daha geri bir durumu ifade eden azınlık statüsünde ele alınmasına karşı
çıkmışlardır. Bu nedenle, içinde Kürtlerin de yer aldığı “Müslüman
azınlıklar” kavramı Lozan Metnine geçmemiştir. Bununla birlikte, Lozan Anlaşması’nın
negatif hak getiren özel alanlarla ilgili düzenlemesine göre; herhangi bir
Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticari ilişkilerde, din, basın ya da her
çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına
hiçbir kısıtlama konulamayacaktır 39’uncu maddeye göre. Bu madde, insan
haklarının büyük önem kazandığı 2000’lerde Türkiye için önemli bir maddedir,
çünkü ana dil hakkı açısından hiç uygulanmamıştır. Madde de, yoruma gerek
duyulmayacak kadar açık bir anlatımla; Türkiye’de herhangi bir Türk
uyruğunun, herhangi bir dili, herhangi bir yerde serbestçe kullanması olanağı
getirilmekte ve “buna karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır” denilerek hüküm
güçlendirilmektedir. Fıkra incelendiğinde, resmî daireler hariç, akla
gelebilecek her yerin sayılmış olduğu görülür ve bunların arasında her çeşit
yayın konuları da bulunmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de radyo-TV’lerde
Türkçe’den başka bir dilin kullanılıp kullanılmayacağı hususunun
tartışılması, bu fıkranın açık hükmü karşısında anlamsız kalmaktadır. Resmi
alanda pozitif hak getiren düzenleme ise, mahkemelerde kendi ana diliyle
savunma yapma hakkına ilişkin olanıdır. Buna göre; devletin resmi dili
bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına,
mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun
düşen kolaylıklar sağlanacaktır. Bu düzenlemeler, anlaşmanın siyasi hükümler
kesimiyle birlikte alındığında, Türkçe’den başka bir dil konuşan
vatandaşların, dile bağlı mevcut pozitif haklarını garanti altına alma
yanında, bunların korunması ve ilerletilmesi yükümlülüğünü de hükûmete
yükleyerek ileriye doğru geliştirilmesinin de yolunu açmaktadır. Kaldı ki,
anlaşmanın siyasi hükümler kesiminin 37 ile 45’inci maddelerine göre
“Türkiye’de, 38’inci maddeden 49’uncu maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı
hükümlerin temel yasalar olarak tanınması ve hiçbir kanunun, hiçbir
yönetmeliğin, hiçbir resmî işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir
olmaması ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmî işlemin söz
konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir.” denilmektedir. Ne var ki
Türkiye Devleti, Lozan’dan sonra özellikle Kürtler söz konusu olduğunda yasa,
anayasa, kararnamelerle ve birçok resmî işlemle söz konusu hükümleri ihlal
edecektir. Örneğin 1924 Anayasası ve ardından çıkarılan yasalarla bu ülkede
Kürtçe konuşmak, yazmak, yayınlamak yasaklanmıştır. Yine 1930’larda kasaba ve
kentlerde konuşulan Kürtçe kelime başına para cezası alınmıştır. 1924 Anayasası ve Kürtler: 20 Nisan 1924 tarihli ve 491 Sayılı Yasa ile hem
Kanun-i Esasi hem de 1921 Anayasası tamamen yürürlükten kaldırılarak yeni bir
anayasa, 1924 Anayasası yapılmıştır. Bu Anayasa ile vilayet ve nahiye
şûralarının özerkliği kaldırılmış, tam ve katı bir merkeziyetçiliğe
geçilmiştir. Anayasa görüşmeleri sırasında bu merkeziyetçi anlayış şöyle dile
getirilmiştir: “Ademimerkeziyet usulüne gidilmemiştir. Türk Devletinin bir merkezi vardır
bunlar merkezden idare olunur”. Böylece 1921 Anayasası’nın demokrasiyi esas
alan sisteminin bir ayağı olan ve farklı dil ve halkların, Kürt, Çerkez, Laz
gibi kendi dilerini, kendi kaderini tayin hakkını öz yönetim temelinde çözen
vilayet ve nahiye eksenli özerk yerinden yönetim sistemi kaldırılmıştır. Yine
1924 Anayasası’nın genel gerekçesinde: “Devletimiz milli bir devlettir çok
milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka bir millet tanımaz”
anlayışıyla da toplumsal çoğulculuk, kültürel çeşitlilik ve farklılıklar
yadsınmıştır. Bunun doğal sonucu, Türkler dışında kalan diğer farklı
kimliklerin Laz, Çerkez veya Kürtlerin artık kendi kimlikleriyle Mecliste
siyasal temsilinin olamayacağıdır. Anayasa’nın öngördüğü bu devlet
yapılanması, hem sosyal gerçekliğe, Türkiye toplumunun çoğulcu yapısına,
Türk, Kürt, Laz ve Çerkez Türkiye halkı hem de siyasal gerçekliğe,
cumhuriyeti kuran halkların siyasal birliğini ifade eden Türkiye Devleti
yapılanmasına yabancılaşmış bir devlet yaratmıştır. Bu devlet, Fransa’nın
19’uncu yüzyılda uyguladığı çoğulcu yapıyı yadsıyan türdeş ulus devletinin
ırkçılığa, faşizme dönüşen versiyonu olarak Mussolini ve Hitler’ce uygulamaya
konan totaliter devlet modelinden esinlenmiştir. Yine 1924 Anayasası’yla,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yerine tek tip yurttaşlık, Türk vatandaşlığı
getirilerek demokrasinin temel kuralı çiğnenmiştir. Maddeye “Türk” kavramının
hukuki bağı ifade ettiği şeklinde zorlama bir açıklama eklense de, bu
açıklama özünde etnisiteyi, tek tip yurttaşlığı ve Türkleştirmeyi ifade eden
bir kavramlaştırmaya hukukilik kazandıramaz. Hukuki tanım tersine, etnisiteyi
içermez. Devletin adı Türkiye Cumhuriyeti ise vatandaşlığı da Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı olmalıdır. Tüm anayasalar hukuki tanımlamayı böyle
bir diyalektikle ele almaktadır. 1924 Anayasası’nda “Devletimiz milli bir
devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir
millet tanımaz” denmektedir. Yine bu düzenlemelerin ana amacını dönemin
Başbakanı İsmet İnönü, 29 Nisan 1925 tarihli Vakit Gazetesi’nde şöyle
açıklamaktadır: “Vazifemiz Türk vatanının içinde bulunanları bemahal Türk
yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız,
vatana hizmet edeceklerden arayacağımız esas, her şeyden evvel Türk ve Türkçü
olmasıdır”. Aynı paralelde Anayasa, özü gereği evrensel olan insan hak ve
özgürlüklerini bile Türkleştirebilmiştir. Anayasa’nın bu konuyla ilgili
bölümünün başlığı da zaten Türklerin Hukuku Ammesidir. Bu baptaki maddelerin
hemen hemen hepsinde hak sahipleri her Türk ya da Türkler biçiminde
belirlenmiştir. Hukuk tekniğine tamamen aykırı olan bu kavramlaştırmalara göre,
Türk olmayanların bu anayasaya göre bir tek görevi vardır; Türkleşmek.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un “Bu ülkede Türk
olmayanların bir tek hakkı vardır, Türklere kölelik yapma hakkı” sözleri,
1924 Anayasası’nın Türkleştirilmiş insan hakları anlayışını özetlemektedir.
Bunun sonucu ise Kürtlerin tenkil, tedip, mecburi iskân, Takriri Sükûn,
İstiklal Mahkemeleri, Tunceli Kanunu vb. gibi her türden baskı ve asimilasyon
sürecinin devlet eliyle başlatılması olmuştur. Eğitim kurumlarında ve sosyal
yaşamda vatandaş Türkçe konuş dayatmaları, Kürtçe konuşana ceza veren yasaların
öngörülmesi, nüfus kayıtlarında Kürtçe isim yazılmasının yasaklanması, Kürtçe
köy, ilçe, şehir, belde isimlerinin kaldırılarak yerlerine Türkçe isimler
verilmesi, hızlı bir asimilasyon, Türkleştirme uygulamasına geçilmiştir. Tek bir dil veya tek bir ırkın üstünlüğünü sağlamak
için devlet gücüne başvurma politikasını formüle eden Cumhuriyet Halk Fırkası
Tüzüğü, bu politikayı 1937 yılına kadar fiilî tek parti iktidarıyla özellikle
Kürtlere uygulamış, 1937 Anayasa değişikliğiyle de bu politika ve
uygulamaları resmen anayasallaştırmıştır. Zaten gerek 1937 Anayasa
değişikliğiyle anayasallaştırılan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın program ve
tüzüğünde yer alan altı ilke arasında gerekse de bir bütün olarak 1924
Anayasası sistem içinde olsun demokrasiye kelime olarak bile yer
verilmemiştir. Oysa yapılması gereken cumhuriyeti ve onun ortak vatan
gerçekliğini tartışmasız kavramak, kabul etmek, onun için de Atatürk kişiliği
de dâhil toplumsal sorunların daha demokratik çözümünü Türkiye Büyük Millet
Meclisinde tartışarak ve aynı cumhuriyet, Misakı Millî esaslarına bağlı ama
daha demokratlaştırılan çözümlerle bunu birçok toplumsal birime taşıran
cumhuriyet devrimciliğini, demokratik evrimlerle ilerleterek demokratik
cumhuriyete götürmekti. 1961 Anayasası ve Kürtler: 1961 Anayasası kuvvetler ayrılığı, yargı
bağımsızlığı, özerk kurumlaşmalar, genişletilmiş hak ve özgürlükler ve
bunların güvencesi olarak Anayasa Mahkemesi ve iki Meclisli sistemi öngörmüştür.
Ayrıca bu gelişmelerle demokrasi, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi
çağdaş kavramlar da toplum gündemine girmiştir. Yine siyasal mücadele ve
siyasal partiler anayasa kapsamına alınarak hukukileştirilmiş, temel hak ve
özgürlükler birinci ve ikinci kuşak herkes için öngörülmüştür. Böylece hem
devlet yapılanması hem de içerik bakımından 1961 Anayasası çağdaş
anayasacılığa en yakın anayasa olmuştur. Ancak, kaynağını 1924 Anayasasında alan şoven ulusçuluk ideolojisinin,
anayasa tartışmaları sırasında anayasa dışı bırakılamaması veya bu anayasanın
türdeş ulus yaratma amacına dönük resmi ideolojiden arındırılamaması onun
zayıf noktasını oluşturmuştur. 1961 Anayasası’nın Kurucu Mecliste
4’üncü maddesi konuşulurken milliyetçilikle ilgili çok önemli tartışmalar
yaşanmıştır. Kurucu Meclis üyelerinden Profesör Necip Bilge, “Egemenlik
kayıtsız şartsız Türk milletinindir” düzenlemesinin “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir” biçiminde değiştirilmesini teklif ettiğinde, bir başka
üye: “...Yalnız burada Türk kelimesi üzerinde ısrarla duracağım. Türk
kelimesinin maddede kullanılmasında son derece veciz bir mana vardır. Bu
itibarla bu kelimeye dokunulmamalıdır” diyerek değişime karşı tutucu bir
tavır içinde olmuştur. Yine anayasanın 2’nci maddesinde geçen “milliyetçilik”
ilkesinin anayasaya girip girmemesi konusunda uzun tartışmalar olmuştur. Bazı
üyeler, anayasalarda ideolojilere yer verilmemesi gerektiğini, bunun anayasa
tekniğine aykırı olduğunu, ideolojilerin yerinin siyasi parti programları
olacağını haklı olarak söylemelerine rağmen, 1924 Anayasasına damgasını vuran
hastalığın yeni anayasaya da taşınmasına engel olunamamıştır. Dönemin Devlet
Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel’in benzer bir müdahalesiyle tartışma
sonuçlanır; “Bugün Kürtçülükle yaptığımız mücadeleyi biliyorsunuz. Biz
milliyetçiliği kaldırıyoruz desek, bize mi dönecekler? Evvela milletimizi
Türk milleti haline getirelim. Ben asla bu kelimenin anayasadan kalkmasına
taraftar değilim. Türkiye Türk olmalıdır. Anayasadan bu tabir kalkmamalıdır”.
Ardından bu görüşte olmayan Profesör Doktor Tarık Zafer Tunaya ile İsmet
Giritli’nin bu nedenle Anayasa Komisyonu Üyesi görevine son verilmiştir.
Bununla da yetinilmeyerek, kamuoyunda 147’ler olarak bilinen ve tanınan
çeşitli üniversitelerdeki demokrat öğretim üyelerinin görevlerine son
verilmiştir ki bu öğretim görevlileri eşitlik ilkesinin dil bakımından uygulanması
gerektiğini savunmuşlardır. Bu durum veya yaklaşım 1961 Anayasasının
handikabı olarak onun sağlıklı bir demokratik anayasa olmasını veya bu anayasanın
demokrasiye evrilmesini daha başından önlemiştir. Bir kere anayasa, tek bir
millete dayalı milliyetçi ideolojiyi benimsediğinde farklı dil ve kültürleri
olan toplumsal gruplar da bu anayasanın kendilerini ifade etmeyeceğini
düşünerek karşı milliyetçiliğe yönelebilmektedirler. Ancak 1961 Anayasası’na
egemen resmî ideolojiye karşı Kürtlerin refleksi ayrılıkçı ve milliyetçi
hareketlere yönelmekten çok, dolaylı olarak Anayasanın sağladığı olanakları
değerlendirerek anayasanın demokratikleştirilmesi için mücadele biçiminde
olmuştur. Bunu da, programına Kürt sorununu anayasal vatandaşlık temelinde
çözme hedefini koyan Türkiye İşçi Partisini desteklemek şeklinde
göstermişlerdir. Ancak anayasadan arındırılamayan ve bir kere Türk
milliyetçiliğini anayasanın resmî ideolojisi olarak kabul eden devlet
yapılanması, Kürtlerin bu kendini dolaylı olarak da olsa ifade etme
mücadelesini tehlikeli görerek Türkiye İşçi Partisini kapattırmıştır. Anayasa Mahkemesinin bunu kapatma nedeni saymasının
temelinde Kürt halkının anayasal vatandaşlık hakları kullanmak istemesi ve
diğer tüm demokratik özlemlerini gerçekleştirmek uğrundaki mücadelesinin
giderek büyüyerek anayasaya içkin olan ırkçı-milliyetçi şoven ideolojiyi
zorlaması olmuştur. Bu gelişmeyi bastırmak için parti bölücülük gerekçesiyle
kapatılmıştır. Adalet Partisinin “bu anayasa bol geliyor” söylemiyle ordunun
“toplumsal gelişmeler ekonomik gelişmeyi aşıyor” söylemi örtüşerek; başta
1961 Anayasası’nın özgürlükçü ve sınırlı da olsa demokrasiye açık yönü olmak
üzere, gelişen demokratik muhalefet hedef gösterilerek, 1971 Askerî
Darbesinin gerekçeleri oluşturulmuştur. Bu temel üzerinde gerçekleştirilen
1971 askerî Darbesi ile 1961 Anayasası’nın zaten sınırlı olan demokratik
olanakları ortadan kaldırılmış, özgürlükler önemli oranda tırpanlanmıştır.
Yapılan değişikliklerle anayasanın 11’inci maddesine, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü ileri sürülerek her türden insan hak ve
özgürlüklerinin sınırlandırılabileceği hükmü getirilmiştir. Bunun sonucu, adım
adım özgürlüklerin daha fazla sınırlandırılması, işlemez hale getirilmesi,
hatta ortadan kaldırılması olmuştur ki, bu aynı zamanda, farklı olana veya
ötekine özgürlük tanımamanın kendi özgürlüğünü de yitireceği anlamına
gelmektedir. 1982 Anayasası ve Kürtler: Darbe zoruyla topluma dayatılan 82 Anayasası;
demokrasi ve özgürlüklere düşman gören totaliter-militarist bir anlayışla
kaleme alınmış. Meclisin üstünlüğü ilkesi yerine MGK’nin üstünlüğü ilkesini
geçirmiş, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırarak, hukukun üstünlüğüne
dayanması gereken yargıyı ve hukuku amaç olmaktan çıkarıp yürütmeye ve egemen
ideolojiye bağlı bir araç haline getirmiştir. Özgürlüklerin güvencesi
kuvvetler ayrılığı ilkesi yerine, kuvvetler birliği biçiminde kutsal devlet
yapılanmasını getirerek; bu kutsala üç kuşak insan hak ve özgürlüklerini
kurban etmiştir. Siyasal partileri, sivil toplum örgütleri ve toplum ve
bireyleri bu anayasaya egemen kılınan resmî ideoloji çerçevesi içinde tek tip
düşünme ve davranmaya zorlamış, ideolojik çoğulculuk ve dil yasağına dek
varan toplumsal çoğulculuğu yadsımış, ve bir bütün olarak demokrasiyi rafa
kaldırmıştır. Anayasa’nın 2 ve 4’üncü maddelerinde değişmezliği ilan edilen
cumhuriyetin nitelikleri şöyle açıklanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti... insan
haklarına saygılı,…başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan” bir
devlettir. Bir başka deyişle bu devlet insan hakları, demokrasi ve hukukun
üstünlüğüne değil, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanacaktır. Bunun
anlamı devletin, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünden önce başka
amaçlar için var olduğudur. O amaçta, başlangıç ilkelerinde ifadesini bulan
ideolojik, siyasal, toplumsal ve kültürel çoğulculuğu yadsıyan türdeş bir
ulus devletin yaratılması amacıdır. Bu amaç 19’uncu yüzyıl Fransa’sında
farklı dil ve kültürleri Fransızlaştırma için kullanılan türdeş ulus devlet
projesinden esinlenmiş olup, çağdaş demokrasiye, üç kuşak temelindeki
evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğünün egemen olduğu çağımız
değerlerine aykırılığı nedeniyle çoktan terk edilmiş, Türkiye dışında bu
yapılanmada ısrar eden hemen hemen hiçbir ülke anayasası kalmamıştır. 1982 Anayasasında; “insan haklarına saygı” ibaresi bu
anlayışın bir ürünüdür. Buna göre devlet, “insan haklarına dayanan” bir
devlet değil, “insan haklarına saygılı” bir devlettir. Bunun anlamı, insan
haklarının bu ideoloji ile uyumlu olabilecek düzeyiyle tanındığı, bu ideoloji
ile çelişen evrensel ölçülerin kabul görmeyeceğidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi
bir kararında, “burada sözü edilen demokratik toplum düzeniyle hiç kuşkusuz
Anayasamızda gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenen
hukuk düzeninin kastedildiğinde duraksamaya yer yoktur içtihadında bulunmuştur.
Yanı sıra anayasaca Türkçe’den başka dillerde eğitim yapılması yasaklanırken
42’nci maddede bu durum daha da pekiştirilmiştir. 1982 Anayasası’nın devleti,
birey ve toplumdan güvenliklerin sağlanmasının karşılığı olarak
özgürlüklerini bütünüyle devlete devretmesini veya devlet otoritesine
bağlanarak ancak devletin izin verdiği kadar özgürlük ve demokrasiyle
yetinmesini öngörmektedir. Bu anlayışa göre özgürlük ve demokrasinin
ilerletilmesi, milli güvenliği ve devletin güvenliğini tehdit edeceğinden
sınırlanması gerekmektedir. 06/09/1990 tarihli Kopenhag Kriterleri Belgesi’nde
“Demokrasilerde halk devlet için değil, devlet halk içindir” denmektedir.
Oysa 1982 Anayasası düzenlemesinde devletin güvenliği, birey ve toplumun
güvenliğinin; devletin çıkarları, birey ve toplum çıkarlarının önüne
geçmiştir. Birey için devlet” değil devlet için birey anlayışı egemen
kılınmıştır. Sonuçta bu anlayış, temel hak ve özgürlüklere aşırı kısıtlamalar
getirerek güçlü devlet karşısında bir tehdit olarak gördüğü özgür birey ve
toplumu hareketsiz kılmış ve onları otoriter bir resmî ideoloji çerçevesinde
vesayet altına almıştır. Bu çarpık anlayış, uygulamada, devletin anayasal
gücünün dahi yeterli görülmemesine yol açmış ve bu da karanlık güç
odaklarıyla ilişkiler kurulmasına, onların korunmasına ve bireysel suçlarına
göz yumulmasına neden olmuştur. Yine Anayasa’nın “Başlangıç” kısmında yer alan
“egemenliği millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi veya
kuruluşun bu Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla
belirlenmiş hukuk düzeninin dışına çıkamayacağı” ifadelesiyle Türkiye Büyük
Millet Meclisi ve Anayasa Mahkemesi’nin bile bu Anayasanın belirlediği hukuk
düzeninin dışına bir değişime yönelemeyeceğini belirlemektedir. Yine bu Anayasa Meclisin iradesinin de üzerinde
değişmez ve ebedî ilkeler öngörmüştür. Örneğin “Başlangıç” bölümünde geçen
“egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletine aittir” ibaresi milliyetçilik ve
etnik bağnazlıktan uzak daha demokratik olan “egemenlik kayıtsız şartsız
toplumundur” şeklinde sosyolojik temelde bir değişime uğratılamaz. Aynı şekilde Anayasa’nın 4’üncü maddesinin
yollamasıyla “değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen” bir
düzenleme de Anayasa’nın 3’üncü maddesinde geçen “Devletin dili Türkçe’dir.”
hükmüdür. Açık ki bu düzenleme farklı dillerin resmiyette
ikinci bir resmî dil olabilme ihtimalinin önüne geçmek için öngörülmüş bir
değişmezliktir. Burada sorun, Türkçe dışında toplumda konuşulan birçok dilin
ille de resmî dil yapılıp yapılmamasından öte Türkiye Büyük Millet Meclisinin
ve toplumun iradesine ipotek konulması ve demokratik bir zihniyetle asla
bağdaşmayacak değişmezliklere ilişkindir. Bu anayasa, demokrasinin ve
toplumsal gelişmenin bir gereği olarak Meclise veya ilgili farklı dilleri
konuşan toplumsal yapılara bırakılması gereken bir konuyu bile ipotek altına
alarak değişmezlik zırhına büründürmüştür. Oysa toplumsal hayat dinamik
olduğu gibi anayasalar da dinamik ve değişkenliğe açık olmalıdır. Dinî
kitaplarda söz konusu olan tanrının kuralları bile toplumsal ve çağsal
değişimlere göre dönüşümler yaşarken insanlar tarafından belirlenen kurallar
nasıl değişmez ve değiştirilemez kılınabilir? Dolayısıyla anayasalara
değişmez-dogmatik kurallar koymak -özellikle de bu dil gibi doğal, canlı bir
olguya ilişkinse hiçbir şekilde demokrasiyle bağdaşmaz. Hukuki pozitivizmin en
devletçi türünün bir örneği olan 1982 Anayasası, ideolojik devletin,
toplumsal yaşamın her alanına müdahale etmesini mümkün ve meşru kılan bir
metin olmuştur. Siyasal alanı Anayasa ideolojisine aykırı olan düşünce ve
akımlara kapatan bu Anayasa bunu bir yandan siyasi partilerin uyacakları
esaslar başlığı altında getirdiği yasaklar, diğer yandan da özgürlükler
rejimine getirdiği sınırlamalar aracılığıyla gerçekleştirmiştir. Siyasi
partilerin uyacakları esaslar başlığı altında; “Siyasi partiler, tüzük ve programları
dışında faaliyette bulunamazlar; Anayasanın 14’üncü maddesindeki sınırlamalar
dışına çıkamazlar; çıkanlar temelli kapatılır” Bu yasaklar karşısında resmî
ideolojinin sağ ve sol kanadında yer alan siyasi partiler dışında kalan veya
resmî ideolojinin sınırları dışına taşarak ciddi bir değişim programıyla yola
çıkan partilere Türk Anayasa düzeninde yer yoktur. Siyasi partileri devletin
ideolojik tercihleri doğrultusunda politika yapmaya zorlayan bu anlayış,
Türkiye’de siyasal partilerin neden kurumsallaşamadığı ve buna bağlı olarak
da farklı çıkarları neden temsil edemediklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Tüm bu belirlemeler orta yerde dururken, kişilerin taleplerini dile getirmeleri
ve örgütlenmelerin yolları yani demokratik siyaset kanalları yasalar eliyle
bu kadar tıkanmışken, Kürtleri hak ve özgürlük mücadelesinin verileceği tek
meşru yolun demokratik siyaset olması gerektiğine nasıl ikna edeceğiz. Bu Anayasanın ideolojisiyle en çok çelişen ise, Kürt
gerçekliğini programa almak olduğundan en çok parti kapatmada bu konuda
olmuştur. Anayasa’nın 68-69 maddelerindeki siyasi parti yasaklarına paralel
bir düzenlemeye giden Siyasi Partiler Yasası’nın 89’ncu maddesine göre,
siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, ulusal ya da dinsel
kültür farklılıklarına ya da dil farklılıklarına dayanan “azınlıklar”
bulunduğunu ileri süremeyecekleri gibi Türk dilinden ve kültüründen başka dil
ve kültürleri korumak ya da geliştirmek ya da yaymak yoluyla “azınlıklar
yaratarak” ulus bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler. Oysa Türkiye’de toplumsal bir realite olarak
farklı ulusal, dinsel, kültürlerle diller doğal olarak vardır, somut-maddi
bir olgudur ve demokrasilerde siyasi partiler tam da bu her türden toplumsal
çelişki (dil, din, milliyet gibi), ekonomik çelişki (sınıfsal sömürüden
kaynaklanan), cins çelişkisi (kadının ezilmişliği), doğa ve çevre ile olan
çelişkiler vb. gibi bir çok çelişkiyi çözme iddiasıyla program oluştururlar.
Kürt sorunu da bu türden çelişkilerden birisidir, asgari bir demokrasi sorunudur
ve bu kadar toplumsal kesimi ilgilendiren bir konudur. Bunun tabu haline
getirilmesi, görmezlikten gelinmesi mümkün değildir. Demokratik siyasetin özü
de tamı tamına böyle bir sorunu görüp çözmektir. Bu anlayışın bir sonucu
olarak, 1961 Anayasası sürecinde Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Emek Partisi
kapatılırken, 1982 Anayasası döneminde de 1991 yılında Türkiye Birleşik
Komünist Partisi, 1992 yılında Sosyalist Parti, 1993’te Halkın Emek Partisi,
1994 yılında ise ÖZDEP, DEP, HADEP kapatılmış ve DEHAP hakkında kapatılma
davası açılmıştır. Tüm bu kapatmaların ortak noktası, bu partilerin Kürt
sorununun demokratik çözümünü programlarına alarak bu toplumsal kesimlerin
demokratik taleplerinin zemini olmasındandır. Bu partilerin kapatılmasına
ilişkin Anayasa Mahkemesi kararlarına baktığımızda; “Türk ulusu dışında başka
ulusların varlığının hukuken kabulünün egemenliğinin bölüneceği anlamına
geleceği”, “Kürt dili diye bir dilin olmadığı”, “Kürt dilini korumak,
geliştirmek, örgütlemek” gibi bir ifadenin parti programına alınamayacağı”,
“Siyasi Partiler Yasası’nın 81. maddesinin (b) bendinin ‘kültürel tekliği’
içerdiği”, “her halükarda korunacak kültürün sadece tek ulusal kültür olan
Türk kültürü olduğu”, “Kürt kökenli yurttaşların dillerini, gelenek ve
göreneklerini özel yaşamında sürdürebileceği, ancak bu farklılıkların kamusal
yaşamda yasak olduğu” vb. gibi gerekçelerle “bu anayasa”nın bunu böyle
öngördüğünü, dolayısıyla esas alınması gerekenin de “bu anayasa”ya egemen
türdeş ulus-devlet ideolojisi olduğunu, Anayasa Mahkemesinin de bunun dışına
çıkarak, evrensel hukuku (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) veya demokrasinin
evrensel ilkelerini(özgürlük, eşitlik, hoşgörü çerçevesinde farklılıkların
resmen kabul ve onayının eşitliğin özü olacağı gerçeğine aykırı düşerek)
uygulamaya yetkili olmadığı sonucuna varmaktadır. Ancak “bu anayasa” Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi, Kopenhag kriterleri ve diğer uluslararası insan
hakları belgelerinde öngörülen üç kuşak insan hak ve özgürlüklerinin geçerli
olduğu çağımızda, kendini çağın da üstünde tutmuş, “hukukun üstünlüğü” ilkesi
yerine “bu anayasa”nın üstünlüğünü geçirmiştir. “Bu Anayasa” kapsamında
siyasi partiler, “seçim yoluyla iktidar mücadelesinde ‘siyaset’
yapamayacaklardır. Tıpkı bugün de yaşıyor olduğumuz gibi maalesef oy ve
meclis çoğunluğu sağlansa bile ‘iktidar’ olamayacaklar; hükümet olsalar bile,
hüküm edemeyecekler; milli iradenin temsilcisi olduğu halde temel siyasi
kararları alamayacaklardır”. Çünkü asıl siyaseti “bu anayasa”ya göre aynı
zamanda bir anayasal kurum olan MGK belirleyecektir. Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi denilen gizli belge neyi öngörüyorsa siyasi partiler, Türkiye Büyük
Millet Meclisi, Anayasa Mahkemesi ve tüm devlet organları buna göre hareket
edeceklerdir. Son Anayasa Değişikliği ve
Kürtler: 1990 yılından itibaren hız kazanan anayasa
değişikliği tartışmaları ardından, 1993, 1995, 2001 ve 2004 yılında anayasada
çeşitli değişikler yapılmıştır. Ancak yapılan tüm bu değişiklikler, 1982
Anayasasına egemen ruh, felsefe, ideoloji, devlet anlayışına dokunmamıştır.
Türdeş ulus-devlet ideolojisi hâlâ resmî ideoloji olarak, bireyi, toplumu ve
kurumları bağlayan egemenliğini sürdürdüğünden ideolojik, siyasal, toplumsal,
kültürel çoğulculuk temeline dayanan demokratik yapılanmaya veya demokratik
ulusçuluğa geçişten söz edilemez. Dolayısıyla son dönem değişikliklerle
birlikte düşünceyi ifade özgürlüğü, anayasanın öngördüğü resmi türdeş
ulus-devlet ideolojisini sorgulayamama, eleştirememe, dokunamama kaydıyla
tanınmaktadır. Son değişiklikler ve uyum yasalarıyla düşünce özgürlüğü,
düşünceyi ifade özgürlüğü getirilmemiştir. Aksine; Türkiye’nin kurulu
düzeninin resmi ideolojinin uygun gördüğü çerçeveyi anayasal dokunulmazlık
zırhına büründürerek değişmezliği ebedileştirerek, var olan resmi ideolojiyi
kutsallaştırmışlardır. Anayasada siyasi partilerle ilişkin olarak, siyasal
partilerin faaliyet alanının genişletilmesi veya parti kapatmaların şeklen
zorlaştırılması yönünde birçok değişiklik yapılmıştır ancak demokrasi ve
siyasal çoğulculuk açısından asıl ve önemle yapılması gereken değişiklik, anayasanın
siyasi partiler felsefesi veya anlayışı olup bu konuya hiç dokunulmamış, bu
alan ile ilgili anayasanın siyasi parti yasaklarını düzenleyen 68/4 fıkrası
aynen korunmuştur. Bu maddeye göre Türkiye’de siyasal partiler “bu anayasa”nın
dokunulmazlık zırhına büründürülmüş resmi ideolojisinin dışına çıkamazlar,
farklı düşünceler etrafında siyasal faaliyet ve örgütlenmelere gidemezler.
Siyasi partileri dar birtakım ideolojik kayıtlara bağlı tutan bu madde ile
siyasi partiler örgütlenme ve faaliyetleri bakımından da kıskaç altında
olmaya devam etmektedir. “Siyasi partilerin uyacakları esaslar” başlığını
taşıyan 69. maddede yapılan değişiklikle, “odak” kavramı yeniden
düzenlenmiştir. Buna göre, odaklaşma için üyelerin siyasal partiler için
öngörülmüş olan yasak fiilleri yoğun bir şekilde işlemesi ve bunun partinin
üst kademe organlarınca zımnen ya da açıkça benimsenmesi aranmıştır. “Bu
Anayasa’nın 69.maddesindeki değişiklikle Anayasa Mahkemesine, bir partinin
üyelerinin söz ve eylemlerinin partinin yetkili organ ve makamlarınca
“Zımnen” benimsenmiş görünmesini yeterli kapatma nedeni sayma yetkisi
vermektedir. “Bunun pratik anlamı, yetkili organlardan çıkmayan, hatta
partinin haberdar bile olmadığı söz ve eylemlerin parti tüzel kişiliğine
izafe edilmesinin kapısının açık olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’nin yasama
sorumsuzluğuna giren konuşmaları bile parti kapatma gerekçesi saydığı
içtihadı hatırlanırsa, bu hükmün yaratacağı sakıncaları kestirmek zor
olmayacaktır”. İkinci aşamada ise, bu fiillerin doğrudan doğruya üst kademe
organlarınca kararlılık içinde işlenmesi yeterli sayılmıştır. Son
değişikliklerle anayasanın parti kapatma nedenlerine dokunulmaması tersine ek
kapatma nedenleri öngörülmesinin anlamı; Kürt sorununun çözümünü programlarına
almaları nedeniyle parti kapatmalarının daha da kolaylaştırılarak devam
edeceğidir. Böylece son değişikliklere rağmen ideolojik ve siyasal
çoğulculuğa kapalılığını sürdüren mevcut anayasa, toplumsal ve kültürel
çoğulculuğu da aynı şekilde yadsımaktadır. Bilindiği üzere Türkiye toplumu,
Osmanlı İmparatorluğundan beri süregelen etnik ve kültürel bakımdan çoğulcu
bir toplumsal yapıya, bir başka deyişle homojen değil heterojen bir toplumsal
yapıya sahiptir. Türkiye’de Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça,
Çerkezce, Ermenice, Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice,
Tatarca, Yahudice vb. dilleri konuşulmaktadır. Böylesi heterojen toplum
yapıları olan tüm devletlerde siyasal-anayasal örgütlenmeler, bu çoğulcu yapı
veya farklılıkları tanıyan, onlara özgürlük, eşitlik ve hoşgörü ilkeleri ile
yaklaşan devlet yapılanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu konuda toplumsal
yapısı ile siyasal-anayasal örgütlenmesi çelişki içinde olan tek ülke Türkiye
olmaktadır. Tüm demokrasiyle yönetilen ülkelerde 19. yy’dan kalma bu türdeş
ulusçuluk anlayışı terk edilmiş, demokratik ulusçuluğa geçilmiştir. Son
değişikliklerle yapılan sadece dil yasağı getiren anayasa maddelerinin ilgili
ibarelerinin kaldırılması olmuştur. Bu değişikliğin gerekçesi; “Vatandaşların
günlük yaşamlarında farklı dil, lehçe ve ağızları kullanmasına herhangi bir
engel bulunmadığı kabul edilmektedir.” olarak ifade edilmiştir. Anayasal
bazda uyum adına yapılan değişiklik bu kadardır. Burada devlet, negatif bir
konuma çekilmekte, dilin özel yaşamda kullanılmasına karışmayacağını ama
resmî alanda yasakların devam edeceğini, pozitif bir hak tesis etmeyeceğini
ifade etmiştir. Oysa Türkiye’nin Avrupa Birliğine uyum çerçevesini çizen
Katılım Ortaklığı Belgesi bunu yeterli görmemekte pozitif düzenlemelerin
gereğine işaret etmektedir. Bu durum karşısında anadilde eğitim yasağı
getiren 42. Madde’nin değişmesi gerekmektedir. Maddenin son fıkrasında;
“Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk
vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” denilmektedir. Bu
düzenlemeyle Anayasanın kendisi yurttaşları arasında ayırım yapmakta, bir
kısım yurttaşlarına anadilleriyle eğitim hakkı tanımamaktadır. Yanı sıra
hâlâ, Kürtçe alfabenin x, q, w gibi harflerini içeren isim veya yazılar üzerindeki
yasak devam etmektedir. Anayasa ve yasalarda vatandaşlık, siyaset ve bilim
çevrelerinin ya da bürokratların, yargıç ve hukukçuların ileri sürdüğü gibi,
vatandaşla devlet arasındaki hukuksal bağ olarak anlaşılmamaktadır. Türk
soyu, Türklük, Türk ve Türkiye Tarihi, Türk kültürü, Türk dili, her Türk gibi
nitelemelerin vatandaşlıkla ilgisi olmadığı çok açıktır. Belirtilen durumda,
sorun, vatandaşlığın nasıl algılandığıdır. Bu durumun somut analizi,
Anayasa’dan başlayarak yapılmalıdır. Anayasa’nın 66.maddesi, madde başlığı
ile birlikte şu belirlemeleri içerir; “Türk
Vatandaşlığı: Madde 66-Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Yabancı
babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlığı kanunla düzenlenir. “Hiçbir
Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan
çıkarılamaz.” Maddenin incelenmesinden, Anayasa koyucunun “Türk kimdir?”
sorusunu sorduğu anlaşılıyor. O nedenle madde başlığı Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı
değildir. Bir etnik kökenden gelmeyi ifade eden Türk sözcüğü kullanılıyor.
Maddede, Türk tanımlanmaktadır. Türk, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olandır. Devlet de Türk Devletidir. Bu durum vatandaşlığın bir hukuksal bağ olarak algılanmadığını,
vatandaşlığın etnik kökene göre belirlendiğini göstermektedir. Çünkü,
vatandaşı olunacak olan, Türkün vatandaş olması ve Türk Devletinin vatandaşı
olmaktır. Oysa sorun vatandaşlık sorunu olarak kavransa ve algılansa,
maddenin başlığının ve içeriğinin, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı veya
yalnızca vatandaşlık şeklinde düzenlenmesi gerekirdi. Böyle bir bakış açısı
doğal olarak, “Türkün kim olduğu” ya da “kime Türk denir” sorusunu sormaz,
“kim Türkiye Cumhuriyeti Devletinin vatandaşıdır”, “kime Türkiye Cumhuriyeti
devletinin vatandaşı” denir sorusunu sorardı. Böyle bir soru, gerçek anlamda
hukuksal bağın saptanması amacına dönük olacağından madde içeriği şöyle
düzenlenecektir; Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı
olan herkes Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşıdır. Çoğulculuk ilkesinin doğal sonucu, farklı dil, din,
etnik kökenlerin varlığının kabulü, farklı düşüncelerin ifade edilmesi
özgürlüğünün bulunduğunun kabulü anlamına gelir. Yalnızca kabul değil,
“devletin temel amaç ve görevleri”nin de buna göre belirlenmesi gerekir.
Bunun için toplumsal ve kültürel çoğulculuğun yasal ve anayasal güvenceye
kavuşturulması, siyasal düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün tam sağlanması,
anayasanın dini ve milliyetçi ideolojiden yani, Türk-İslam sentezinden
arındırılması, devletin tüm düşünce ve ideolojilere eşit mesafede durması,
anayasada tek bir etnik (Türk) kimliğe vurgu yapan ibareler yerine, 1921
Anayasasının da benimsemiş olduğu “Türkiye Halkı”, “Türkiye Devleti”,
“Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” gibi kapsayıcı ibarelere dönülmesi ve
kuruluşundaki bu siyasal birliğin demokratik birlikle taçlanması için
anayasada “Devlet Türkiye’nin çoğulcu etnik yapısını ve kültür çeşitliliğini
ülke bütünlüğü içinde korumak ve geliştirmek için gerekli tüm koşulları
hazırlar ve uygun önlemleri alır” şeklinde değişime gidilmesi önerilmiştir.
Böylesi bir düzenlemeye gidilmesi demokratik bir dönüşümün anayasal ifadesi
olacaktı. Türkiye, Lozan Anlaşması’na atıfta bulanarak, Türkiye’nin gayr-i
müslim azınlıklar dışında azınlıkları tanımadığını ifade ederek, Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları Uluslararası Sözleşmesi, İkiz Sözleşmeler denilen
Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve Birleşmiş
Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin ilgili
maddelerine çekince koyarak imzalamış, grup haklarını güvenceye alan pozitif
ayrımcılık öngören Avrupa Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi
ile Avrupa Azınlık Dilleri Şartı’nı ise hâlâ imzalamamıştır. Dinsel ve dilsel farklılıkları ifade etmek için
kullanılan ve 6 Nisan 1994 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Komisyonu Kararı’nda geçen “azınlıkların varlığının devlet kararına
dayandırılamayacağı, objektif sosyolojik bir olgu olarak ele alınacağı”
kararı karşısında Türkiye’nin Lozan’a atıfta bulanarak Türkiye’de yalnızca
“gayr-i müslim azınlık” ların tanındığı biçimdeki tezinin hem maddi hem de
hukuki temelinin olamayacağı rahatlıkla ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki Lozan
Anlaşması’nın azınlıklar metninin içeriğine bakıldığında, Lozan Anlaşması’nın
dinsel azınlıklar yanında, “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen,
Türkçe’den başka bir dil konuşan”lar kavramıyla, resmî dil Türkçe dışında
kullanılan dillerin (Kürtçe, Çerkezçe, Lazca vd.) de var olduğunu ve bu
dillerin negatif ve pozitif hak. 39/4 ve 39/5 bentlerinde vurgu yapılarak
dilsel azınlıklara da yer verildiği görülmektedir. “Lozan’da sadece gayri
müslim azınlıklar tanınmıştır” tezi yine Lozan’ın Azınlıkların Korunması
başlıklı bölümünün içeriğiyle doğrulanmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu
teze dayanarak, uluslararası sözleşmelere koyduğu çekincelerin de hiçbir
hukuki geçerliliği yoktur. Kaldı ki azınlık hakları artık devletlerin saklı
yetkisinde sayılmıyor. AGİK Üzerine Uzmanlar Toplantısı’nda kabul edilen
rapora göre, ulusal azınlıklar artık millî yetkiye dahil bir konu değildir.
Yani ülkelerin iç işi olarak kabul edilemez. Bu konu artık “meşru
uluslararası ilgi konusudur”. Esasen Türkiye Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’ne katıldığı 1954 yılında hatta 1923 Lozan’da kuramsal olarak;
bireysel başvuruyu kabul ettiği 1987 yılında ise pratik olarak iç mesele
sayılması sona ermiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin bu teze dayanarak Avrupa
Ulusal Azınlıkların Korunması Hakkında Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalamaması
kınanmıştır. Türkiye’nin bu belgeleri imzalamaması, Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde geçen toplumsal çoğulculuk ve kültürel çeşitliliği resmen
tanımaması, diğer uluslararası sözleşmelere (Birleşmiş Milletler Uluslararası
Çocuk Hakları Sözleşmesi, Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi, Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi vd. gibi) çekinceli olarak imzalaması ve
onaylaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, türdeş ulus-devlet
ideolojisini korumada ve demokratikleşmemede ısrar etmesi nedeniyle yeniden
etnik çatışma ve toplumsal gerginlikler ortaya çıkmıştır. Bir bütün olarak
son anayasa değişikleri ve buna paralel çıkarılan uyum yasaları, ideolojik,
siyasal, toplumsal çoğulculuk ve kültürel çeşitlilik bakımından gerek dil ve
azınlık haklarına ilişkin uluslar arası sözleşmeler ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile Kopenhag Kriterleri olsun gerekse de Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde taahhüt edilen orta vadeli hedefler bakımından olsun uyumlu
değildir. Yapılan sadece Kürtçe’nin bireysel konuşulup yazılması ile özel
kurs açılması, özel televizyon ve radyolarda ifade edilmesi gibi tamamen özel
alanla –ki isim hakkı konusundaki kısıtlamalar devam etmektedir- sınırlı
olup, anadile sıkı sıkıya bağlı ve bölünmesi mümkün olmayan anadilde eğitim
hakkı, ifade, siyasal ve kültürel örgütlenme özgürlükleri önündeki anayasal
ve yasal engellerin olduğu gibi durduğu görülmektedir. Bu anlamda demokratik
anayasaya geçişten söz edilemez. Bunun Avrupa ve dünyada gelişme gösteren
demokrasi ve üç kuşak insan hak ve özgürlükleri temelindeki anayasacılık hareketlerinin
oldukça gerisinde bir durum olması yanında toplumsal beklentilere de cevap
vermekten uzak oluşu, Kürt sorununun köklü demokratik çözümünü sağlamada
yetersiz kalmıştır. Bunun için; Türkiye’de yapılması gereken ulus-devletin
demokratikleştirilmesidir. Bu durum, üniter devlet yapısına aykırı düşmez,
zarar vermez. Aksine kardeşleşmeyi ve daha güçlü birliği sağlar, çatışmaları
önler. Demokratik Cumhuriyet esas alınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşlığı şeklinde bir değişime gidilmeli, kültürel kimliklerin önündeki
engeller kaldırılmalıdır. Ulus kavramı “Demokratik Türkiye Ulusu” şeklinde
kavramlaştırılmalıdır. Türkler ile Kürtler ve Anadolu’daki diğer unsurlar
‘Türkiye Ulusu’nu oluşturur. Türkçe yine resmi dil kalır, bayrak tabii ki
kalacaktır, Kürtlerin demokratik örgütlenmesini; kültür, dil, ekonomi, çevre,
mesleki ve diğer alanlarda sağlayacak demokratik açılımlarını gerçekleştirebilmelidir.
Devlete dayalı ulus yerine, demokrasiye dayalı ulus olmalıdır. Yalnız
Türklere değil, herhangi bir dine veya ırka dayanmayan, insan haklarına
dayanan bir ulus modeli. Bütün etnisiteleri, kültürleri bir arada toplayan
bir demokratik ulus kavramı esas alınmalıdır. ‘Türkiye’ye vatandaşlık bağı
ile bağlı olan herkes Türktür’ demek yanlıştır. Vatandaşlık kültürel kimlikleri
kabul eden, kendi kültürel varlıklarına dayalı ulus vatandaşlığıdır. Herkesi
zorla Türk saymak yerine, Türkiyeli ya da Türkiye ulusu vatandaşı denebilir.
Türkiyelilik bir üst kimlik olur. İdeolojik çoğulculuğun sağlanması için Anayasa’nın
Başlangıç bölümünde yer alan resmi ideolojiden Türk-İslam sentezinden
arındırılması, beraberinde ideolojik çoğulculuğu getirecektir. Böylece
düşünce ve örgütlenme özgürlükleri üzerindeki resmi ideolojiden kaynaklı
baskı ve sınırlamalar ortadan kalkmış olacaktır. Siyasal çoğulculuğun
sağlanması için de anayasanın parti kapatma nedenlerini öngören 68/4’te
düzenlenen ve siyasi parti programları ile eylemlerini resmi ideoloji ile
çerçeveleyen sınırlamalara gerek kalmayacaktır. Sayın Başkan, değerli üyeler; bundan sonraki bölümüne
Genel Başkanımız devam edecek. Hepinize saygılarımı sunuyorum. BAŞKAN – Sayın Türk, sizin yapacağınız bu savunma
tahminen, sizin tahmininize göre ne kadar devam eder? DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET TÜRK –
Sayın Başkanım, bir saat sürer veya bir saate yakın. BAŞKAN – Peki. O zaman, saat 14.00’te devam etmek üzere ara
veriyorum. Kapanma Saati 11.55 BAŞKAN – Savunmaya kaldığınız yerden devam
edebilirsiniz. Buyurun. DEMOKRATİK TOPLUM PARTİSİ GENEL BAŞKANI AHMET TÜRK –
Sayın Başkan, Yüce Mahkemenin sayın üyeleri; sizleri tekrar saygıyla
selamlıyorum. Demokrasi, ilkesizlik ve kurumsal-geleneksel
esaslardan yoksunluk değildir. İlkesi; özgürlük, eşitlik, zora başvurmama,
evrimsel gelişme, çıkarlara ve çözümüne saygıdır. Aslında, uygulandığı
toplumun bilimsel tanımına ve aydınlanmış olmasıyla oldukça bağlantılıdır.
Özgürlüğü, eşitliği tanınmamış bireyler ve gruplar oldukça, o demokrasi ciddi
eksiklik içindedir ve sürtüşme, çatışma başlar. Eğer demokratik sistemle yani
şiddetsiz bir şekilde aşılmazsa, devrimci süreç, isyan, savaş, ayaklanma
devreye girer ve yeni bir demokratik aşamaya yol açar. Örneğin, Avrupa’nın da
özünü teşkil eden çok mezhepli, kültürlü ve dilli İsviçre’de; yüzyıllara
varan mezhep kavgalarından sonra “sonuçta karşılıklı olarak bitkin düşünce,
hiçbir taraf karşıtını ortadan kaldıramayınca ve eğer yeniden birleşmezlerse,
konfederasyonlarının (birlik biçimi) dağılacağını açık fark edince,
ölüp-öldürmektense, yaşayıp-yaşatmanın üzerinde zımnen anlaştılar. Böylece
çeşitliliğin hoş görülmesi birliklerinin temeli haline geldi ve demokrasi de
farklılıkların uzlaşması konusunda bir antlaşma olarak gelişti. İsviçre küçük
bir ülkedir. Fakat tek düze standart ve belli özellikler taşıyan bir ülke
değildir. Sonuç olarak İsviçrelilerin bu konudaki –dil, kültür- deneyimi
paradoksal bir belirleme ile özetlenebilir. Dil çeşitlilikleri, birliklerini
zayıflatmaktan çok güçlendirmiştir ve bu farklılıkları hoş görmeleri,
bağımsızlıklarının ve demokrasilerinin hem nedeni hem de sonucudur”. Herhalde
Türkiye için de, dil ve kültür mozaiği olması açısından alınacak çok ders
vardır. Çağdaş demokrasilerde bir diğer temel ilke siyasal
düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Bu temelde, halkın yönetime katılımının
başlıca aracı olan siyasi partiler, demokrasilerde merkezi bir role ve öneme
sahiptirler. Siyasi partiler, toplumdaki farklı düşünce ve görüşleri siyasi
alana taşıyarak, halkın temsili, siyasi iktidarın kullanılmasını sağlarlar ve
muhalefet işlevlerini yerine getirirler. Bu nedenle demokratik hayatın
vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilmektedirler. Siyasi partiler,
toplumsal alanda oluşan farklı görüş ve taleplerin siyasi sisteme taşınmasını
sağlamaya yönelik kurumlardır. Bu yönüyle, partiler sivil toplumla siyasal
toplum arasındaki bağlantıyı kurarlar. Siyasi partiler, bir yandan toplumsal
talepleri siyasi karar alma mekanizmasına taşıyarak aşağıdan yukarıya bir
hareketlilik sağlarken, diğer yandan makro düzeyde politikaların uygulanması
yoluyla da bu taleplerin hayata geçirilmesini sağlarlar. Bu nedenledir ki,
siyasi partiler uluslararası sözleşmeler ve demokratik anayasalar tarafından
güvence altına alınmıştır. Siyasi partilerin keyfi ve ölçüsüz olarak
yasaklanmasının çoğulcu demokratik rejimin özünü zedeleyeceği kabul
edilmektedir. Siyasi partilerin kapatılması konusundaki evrensel
standartların, insan haklarına saygılı ve demokratik bir hukuk devleti olan
Türkiye açısından da geçerli olması gerektiğine kuşku yoktur. Nitekim 1961 ve
1982 Anayasalarında siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasalarımızda bu evrensel ilke yer
almasına rağmen, uygulamada çok sayıda parti demokratik sistemlerde ve
uluslararası sözleşmelerde öngörülen kriterlere aykırı bir şekilde
kapatılmıştır. Böylece siyasi partilerin demokrasiler açısından
“vazgeçilemezliği” ilkesi âdeta tersine çevrilmiştir. 1961 Anayasasının
yürürlüğe girdiği tarihten bu yana Anayasa Mahkemesi tarafından yirmi dört
siyasi parti kapatılmıştır. Bu sayıya askeri müdahaleler döneminde kapatılan
siyasi partiler dâhil değildir. 1982 Anayasası döneminde daha yoğun biçimde
parti kapatma kararları verilerek siyasi alan iyice daraltılmıştır. Partimiz
Demokratik Toplum Partisinin kapatma davası iddianamesinde siyasi parti
kapatma nedenlerinden bahsedilirken Avrupa İnsan Hakları Sözleşmeleri
hükümleri ve Venedik Komisyonu ilkelerine de atıf yapılmakta Venedik
Komisyonu ilkelerinin siyasi partiler için son derece güvenceli bir koruma
sistemi getirdiği, sadece şiddeti benimseyen siyasi partilerin
kapatılabileceğine cevaz verdiği gerçeği görmezlikten gelinmektedir. Avrupa Konseyi bünyesinde ortak bir demokrasi
standardını oluşturmak amacıyla kurulan Venedik Komisyonu, siyasi partilerin
yasaklanması ve kapatılmaları konusundaki 2000 tarihli raporunda şu ilkeleri
belirlemiştir: Siyasi partinin anayasada barışçıl yöntemlerle bir
değişiklik yapmayı savunması tek başına onun yasaklanması ya da kapatılması
için yeterli bir delil olarak görülemez. Yine, siyasi partiler, ancak şiddet kullanmayı
savunmaları ya da demokratik anayasal düzeni ortadan kaldırmak suretiyle hak
ve özgürlükleri yok etmek amacıyla şiddeti siyasi bir araç olarak
kullanmaları durumunda yasaklanabilir. Yine, partilerin yasaklanması veya kapatılması
biçimindeki yaptırım istisnai bir tedbir olarak en son çare biçiminde
kullanılmalıdır. Yine, siyasi parti hakkında dava açılmadan önce,
davayı açacak hükümet ya da diğer devlet organlarınca, siyasi partinin özgür
ve demokratik siyasi düzen veya hak ve özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturup
oluşturmadığına ve kapatma ya da yasaklama yaptırımı dışında daha hafif
tedbirlerle bu tehlikenin önlenmesinin mümkün olup olmadığına bakılmalıdır. Siyasi parti kapatma davaları, hukuki usulün tüm
güvencelerine yer veren, aleni ve adil bir yargılama sonucunda karara
bağlanmalıdır. Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere, Venedik
Komisyonu siyasi partilerin ancak şiddeti savunma veya şiddeti politik bir
araç olarak kullanma durumunda kapatılabileceğini belirtmektedir. Demokratik Toplum Partisi, toplumun
demokratikleşmesinde, devletin ve mevcut anayasanın demokratikleşmesinde,
siyasal partiler yasasının demokratikleşmesinde, demokrasinin tabana
yayılması ve doğrudan demokrasinin geliştirilmesinde ve Kürt sorununun da bu
temelde demokratik şekilde çözülmesinde önemli bir rolü ve işlevi olan bir
partidir. Demokratik Toplum Partisi, demokratik siyaset yapmakta, Kürt
sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için çalışmaktadır. Demokratik Toplum
Partisinin, PKK ile herhangi bir örgütsel bağlantısı ve ilişkisi yoktur.
Demokratik Toplum Partisi, Kürt sorununun demokratik çözümüne dönük siyaset
yapan bir partidir. Kapatma davası, DTP’nin bu çabalarına yönelik bir tasfiye
politikasıdır. Bu aynı zamanda Kürtlerin demokratik siyaset yapma zeminini
ortadan kaldırma, Kürt sorunun demokratik çözümüne karşı bir tasfiye girişimi
olarak görmekteyiz. Kürt sorununun diyalogla, demokratik yollarla çözümünü
istemeyen güçler, Kürtlerin dil ve kültürel vb. demokratik haklarının
tanınmasını engellemek için kapatma davasını devreye koymuştur. Bu hukuki
değil siyasi bir yönelimdir. Demokrasi açısından asıl sorgulanması gereken bu
yaklaşımın kendisidir. DTP’nin kapatılmasını isteyen anlayış, demokrasi ve
hukuk dışı bir anlayıştır. Türkiye’de yerleşik olan militan demokrasi anlayışı,
kendisini, siyasal partilerin faaliyet özgürlüğüne getirilen sınırlamalarda
açıkça göstermektedir. “Sınırlı politik alan” teorisi çerçevesinde, Anayasa
ve Siyasi Partiler Kanunu’nda gerçekleştirilen düzenlemelerle siyasal
partilerin faaliyet özgürlüklerinin önemli ölçüde sınırlandırıldığı
görülmektedir. Gerçekten, her iki pozitif hukuk metni, resmî ideolojiyle
sınırlı “politik alan” teorisinden hareketle, sınırlı bir çoğulculuk
anlayışını somutlaştırmakta ve siyasal partileri bu sınırlı alanda siyaset
yapmağa mahkûm etmektedir. Bu sınırları kabul etmeyen ya da aşmaya çalışan
siyasal partilerin akıbeti, ülkenin “siyasal parti mezarlığı”na gömülmesine
neden olmaktadır. Çoğulcu demokratik siyaseti baltalayan ve Türkiye’nin
demokratikleşmesinin önünde en önemli engellerden biri olarak duran bu
pratik, siyasal partilerin kapatılması rejiminin gözden geçirilmesine yönelik
arayışlara yol açmaktadır. Bu arayışlara bakıldığında, bunların çok büyük
oranda “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” kararları etrafında odaklandığını
görmekteyiz. Bunun temel nedenlerinden biri, Türkiye’nin Sözleşme’den doğan
yükümlülüğünün yerine getirilmesi gereğidir. Diğeri ise, Avrupa Birliği’ne
tam üyelik sürecindeki Türkiye’nin Avrupa Birliği müktesebatına ve özellikle
de “Kopenhag Siyasi Kriterleri”ne uyum sağlama çabasıdır. Kopenhag Siyasi
Kriterlerinden olan “demokrasi” ve “insan hakları” kavramlarının “Avrupa
mekânı”ndaki ortak standartlarının tespitinde Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin üstlendiği rol dikkate alındığında, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi içtihatlarına uyum çabalarının Avrupa Birliği açısından taşıdığı
önem kolaylıkla anlaşılacaktır. Gerçekten de, “Avrupa Anayasal Belgesi”
olarak adlandırılan “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin uygulanması ve
yorumlanmasında temel bir işlev üstlenen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
“Avrupa demokratik kamu düzeni” anlayışına yaslanarak, Sözleşme kapsamına
giren özgürlükler açısından geçerli olan standartları oluşturmaya çalışan bir
kurum olması, onun, Avrupa Birliği açısından taşıdığı önemi ortaya açıkça
koymaktadır. Anayasa Mahkemesinin verdiği siyasal parti kapatma
kararlarından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru konusu edilenleri iki
kategoride toplamak mümkündür. Bunlar, “devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü” ilkesi ve “laik devlet” ilkesine aykırılık nedeniyle
verilmiş olan kapatma kararlarıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Parti Kapatmalarla ilgili kararları: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Siyasal Parti
Özgürlüğü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, siyasal partilerden
açıkça söz etmemektedir. Ancak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, siyasal parti özgürlüğünü, Sözleşme’nin “dernek
kurma ve toplantı özgürlüğü” başlıklı 11. maddesi çerçevesinde
değerlendirmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin siyasal parti özgürlüğünün
sınırlarına ilişkin yaklaşımını doğru okuyabilmek için, Mahkeme’nin bu
konudaki yaklaşımının özlü bir anlatımına yer veren “Venedik Komisyonu
Raporu”na kısaca bakmakta yarar vardır. Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’nin isteği
doğrultusunda “Avrupa Hukuk Yoluyla
Demokrasi Komisyonu” tarafından hazırlanan “Siyasal Partilerin Yasaklanması,
Kapatılması ve Benzeri Önlemlere İlişkin Başlıklar” adlı rapor Komisyonun
10-11 Aralık 1999 tarihli 41’inci kurul toplantısında kabul edilmiştir.
Raporda yer alan ilkelerin çoğunluğu Türk hukukunda da geçerli olmakla
birlikte, bazı ilkeler açısından Türk hukuku ile Sözleşme sistemi arasındaki
temel farklılığı ortaya koyması açısından önem taşımaktadır. Raporda yer alan
ve konumuz bakımından önem taşıyan bazı ilkeleri şu şekilde sıralamak
mümkündür: Siyasal partilerin serbestçe kurulup faaliyet
göstermelerine ilişkin getirilecek sınırlamalar, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve diğer uluslararası sözleşme hükümlerine uygun olarak yapılabilir. Yine, siyasal partilerin yasaklanması ya da
kapatılması, ancak partilerin demokratik anayasal düzeni yıkmak, hak ve
özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla şiddet kullanılmasını benimseme ya da
şiddeti politik bir amaç olarak kullanması durumunda haklı görülebilir. Bir siyasal parti, üyelerinin bireysel eylem ve
davranışlarından dolayı sorumlu tutulup kapatılmamalıdır. Ancak, eğer üyenin
eylem ve davranışları partinin yetkili organlarının açık ya da örtülü
desteğine sahipse, partinin sorumluluğu yolu açılmış olur. Siyasal partilerin yasaklanması ya da kapatılması
önlemi, ciddi bir yaptırım olduğu için büyük bir dikkat ve titizlik içinde
kullanılmaktadır. Hükümetler ya da devletin diğer organları, yetkili yargı
makamından bir partinin yasaklanması ya da kapatılmasını istemeden önce,
ülkenin koşullarını dikkate alarak, ilgili partinin özgürlükler ve demokratik
bir siyasal düzen için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığını ve sözü
edilen tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip engellenemeyeceğini tartışmalıdır.
Siyasal partilerin yasaklanması ya da kapatılması,
Anayasa Mahkemesi ya da yargı güvencesi ve adil yargılama ilkesinin
uygulandığı bir yargı makamına bırakılmalıdır. Bu yaptırım, ancak istisnai
durumlarda ve ölçülülük ilkesi dikkate alınarak uygulanmalıdır. Söz konusu
önleme, parti üyelerinin değil, bizzat siyasal partinin kendisine
atfedilebilecek ve bu önlemi haklı kılabilecek yeterli ve açık delillerin
bulunması durumunda başvurulmalıdır. Raporun ilerleyen bölümünde, yukarıda sıralanan ilkelerin
kısa açıklamalarına yer verilmektedir. Bu açıklamaları özetlemek gerekirse;
siyasal partilerin faaliyet özgürlüğüne getirilecek sınırlamalar Sözleşme’nin
11. maddesinin ikinci fıkrası bakımından zorunluluk, yasallık ve ölçülülük
ilkelerine uygun olmalıdır; sınırlamalar, uluslararası yükümlülükler göz ardı
edilerek, yalnızca iç hukuka dayandırılamaz; siyasal partilere uygulanacak
kapatma yaptırımı, ancak demokratik toplum düzeni bakımından kabul
edilebilecek bir gereklilik söz konusu olduğunda uygulanabilir; kapatma
önlemi, siyasal partinin demokratik düzen ve özgürlükleri ortadan kaldırıcı
veya bunları açıkça tehdit edici faaliyetler içinde bulunduğunun somut
delillerle ortaya konulması halinde başvurulabilir; bunun tespitinde, siyasal
partinin şiddeti benimseyip benimsemediği ya da silahlı mücadele, terör ya da
yıkıcı bir faaliyeti organize ederek mevcut düzeni devirmek amacı güdüp
gütmediğinin araştırılması gerekir; meşru araç ve yöntemlerle kurulu anayasal
düzenin barışçıl değişimini amaçlayan bir siyasal parti yasaklanamaz ya da
kapatılamaz; prensip olarak hiçbir siyasal parti, üyelerinin eylem ve
davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz, ancak eğer bu eylem ve davranışlar
partinin desteğine sahip olması ya da parti programı çerçevesinde gerçekleşmiş
olması halinde, partinin sorumluluğu yoluna gidilmelidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye’den Yapılan
Başvurular Hakkında Verdiği Kararlara baktığımızda ve başvuruların bilançosuna
baktığımızda, bugüne kadar Türk
Anayasa Mahkemesi tarafından hakkında kapatma kararı verilen 12 siyasi parti
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin başvurmuştur. Yapılan başvurulardan beşi
sonuçlandırılmış olup, bunlardan dördünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
11. maddesinin ihlal edildiği kararına varılmıştır. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi tarafından verilmiş ve kesinleşmiş olan ihlal kararları şunlardır: Sayın Başkan, ben bunları tek tek saymak istemiyorum;
zaten bilinen şeylerdir. Türkiye Birleşik Komünist Partisi, Sosyalist Parti,
ÖZDEP, HEP, DEHAP, DEP hakkında verilmiş olan kararlardır. Bunun için sizleri
fazla yormadan bunları geçmek istiyorum. Burada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kriterleri
açısından bir değerlendirme yapmak istiyorum. Siyasal partiler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
tarafından “dernek kurma ve toplantı özgürlüğü” başlıklı Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 11. maddesi kapsamında değerlendirilmektedir. Bu bağlamda,
Sözleşme’nin 11. maddesinin siyasal partilere uygulanmaması gerektiği
doğrultusundaki iddiaları reddetmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
göre, “11. maddenin lafzından anlaşılan, siyasal partilerin demokrasinin
düzgün işlemesi için temel örgütlenme biçimlerinden biri olmasıdır.
Demokrasinin Sözleşme sistemi içindeki önemi dikkate alındığında, siyasal
partilerin 11. maddenin kapsamına girdiğinden kuşku duyulamaz”. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, siyasal parti kapatma
kararlarına ilişkin Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlal edilip edilmediğini
incelerken, önce Sözleşmede düzenlenen haklardan herhangi birine bir müdahalenin
var olup olmadığına, daha sonra ise, bu müdahalenin haklı olup olmadığına
bakmaktadır. Buna göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin karar alma süreci şu
şekilde işlemektedir: Müdahalenin varlığı: Mahkeme ele aldığı davalarda,
önce siyasal parti özgürlüğüne herhangi bir müdahalenin veya engellemenin var
olup olmadığına bakmaktadır. Bir siyasal partinin kapatılmasına karar
verilmiş olması Sözleşmenin 11. maddesinde yer alan örgütlenme özgürlüğüne
yapılmış bir müdahale olarak kabul edilmektedir. Müdahalenin haklılaştırılması: Bu aşamada,
müdahalenin bir yasa hükmüne dayanıp dayanmadığı (yasallık ilkesine
uygunluk), 2) Müdahalenin 11. maddenin ikinci fıkrasında
sıralanan meşru sınırlama nedenlerinden birini gözetip gözetmediği (meşru
amaç olması), 3) Meşru sınırlama nedenleriyle yapılan müdahalenin
ölçülü olup olmadığı (demokratik toplum düzenin gereklerine uygun olup
olmadığı) incelenmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, siyasal partiler söz
konusu olduğunda, Sözleşme’nin 11. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan
sınırlama nedenlerinin -tıpkı 10. maddenin ikinci fıkrasında olduğu gibi- dar
yorumlanması gerektiğini söylemektedir. Mahkemeye göre, siyasal partilerin
örgütlenme özgürlüklerine yapılacak sınırlamalar, sadece inandırıcı ve
zorunlu nedenlerle haklı gösterilebilir. Ayrıca Mahkeme, 11. maddenin ikinci
fıkrası anlamında bir gerekliliğin olup olmadığının saptanmasında sözleşmeci
devletlerin sınırlı bir takdir yetkisine sahip olduklarını; bu takdir
yetkisinin, hem mevzuat hem de bunu uygulayan bağımsız mahkemelerin
kararlarını da kapsayan titiz bir Avrupa denetimine tabi olduğunu
hatırlatmaktadır. Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, siyasal
parti kapatma davalarında Sözleşme’nin 11. maddesinin, düşünce özgürlüğünü
düzenleyen 10. maddesi ışığında değerlendirilmesi gerektiğini
vurgulamaktadır. Çünkü Mahkemeye göre, düşünce özgürlüğünün korunması, dernek
kurma ve toplanma özgürlüğünün amaçlarından biridir. Bu nedenle Mahkeme, 10.
maddeye ilişkin görüşlerine siyasal partilerle ilgili kararlarında da yer
vermektedir. Mahkeme, çoğulculuk olmadan demokrasi olamayacağı düşüncesinden
hareketle, 10. maddede güvence altına alınan düşünce özgürlüğünün, yalnızca
lehte olduğu kabul edilen zararsız “haber” ve “düşünceler” için değil,
aleyhte olan, çarpıcı veya rahatsız edici haber ve düşünceler açısından da
geçerli olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Son olarak Avrupa Mahkemesi, siyasal parti
kararlarında, “Avrupa kamu düzeni”nin temel bir özelliği olarak kabul ettiği
demokrasinin “çoğulculuk” ilkesi üzerine vurgu yapmaktadır. Mahkemeye göre,
demokrasinin temel niteliklerinden biri, bir ülkenin sorunlarını şiddete
başvurmadan diyalog yoluyla çözebilme imkânını sunabilmesidir. Bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
kapatma davalarına dair kararlarından bazılarını hatırlatmakta fayda vardır. Sayın Başkan, sayın üyeler; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ÖZDEP davasında, öncelikle Türk
Hükümetinin, partinin kapatma kararından önce kendisini feshettiğini, bu
nedenle Türk Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kapatma kararının mağduru
olamayacağı şeklindeki ilk itirazını incelemiştir. Mahkeme, partinin
kendisini feshetmesinin, kapatma davasının olası olumsuz sonuçlarından
kaçınmak amacıyla yapıldığını, dolayısıyla özgürce alınmış bir karar
olmadığını belirtmiştir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Siyasi
Partiler Kanunu’nun 108. maddesi gereğince de, kararın verildiği tarihte
partinin varlığını sürdürmediğinin ileri sürülemeyeceğini belirterek,
Hükümetin bu konudaki ilk itirazını reddetmiştir. ÖZDEP davasında -diğer iki davadan farklı olarak-
Hükümet, ÖZDEP’in programında silahlı mücadeleyi desteklediğini ve halkı
ayaklanmaya teşvik ettiğini ileri sürmüştür. 8 Aralık 1999 günlü kararında bu
iddiayı inceleyen Mahkeme, ÖZDEP’in programında şiddete ve ayaklanmaya teşvik
ya da demokratik ilkelerin reddi anlamına gelen herhangi bir ifadeye
rastlanılmadığını; tam tersine, politik amaca ulaşmak için demokratik
kurallara uymanın gerekliliğinin vurgulandığını belirtmiştir. Mahkeme’ye
göre, kapatma gerekçesi olarak kullanılan ifadelerin benzerleri, Avrupa
Konseyi üyesi devletlerinde faaliyet gösteren partilerin programlarında yer
almaktadır. Parti programında “ulusal ve dinsel azınlıkların self determinasyon
hakkı”na göndermede bulunulması ve bu çerçevede Kürtlere ve Diyanet İşleri
Başkanlığının statüsüne ilişkin görüşlere yer verilmesi, Türk devletinin
temel ilkelerine aykırılık oluştursa da, bu durum demokratik ilkelerin ihlali
anlamına gelmez. Mahkeme, Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Sosyalist
Parti kararlarındaki içtihadına paralel olarak, ÖZDEP’in kapatılması
kararının Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlalini oluşturduğu tespitinde
bulunmuştur. Yine, Halkın Emek Partisiyle ilgi bir karar: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “Yazar, Karataş,
Aksoy ve HEP” kararında, bir siyasal partinin, devletin yasal ya da anayasal
düzenini değiştirme doğrultusundaki faaliyetlerinin ancak iki koşulun varlığı
halinde meşru görülebileceğini söylemektedir: Bunlardan biri, amaçlarla
kullanılan araçların meşru ve demokratik olması; diğeri ise, önerilen
değişikliğin temel demokratik ilkelere uyumlu olmasıdır. Buna göre, şiddeti
teşvik eden veya demokrasinin bir ya da birden fazla ilkesine uymayan bir
siyasal proje öneren veya söz konusu ilkelerin ortadan kaldırılmasını
amaçlayan veya demokratik toplumlarda tanınan hak ve özgürlüklere karşı koyan
bir siyasal parti Sözleşme’nin korumasından yararlanamaz. Bu davada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kendi
geleceğini tayin hakkı ve dilsel hakların savunulmasının demokrasinin temel
ilkelerine aykırı olmadığını bildirmiştir. Mahkemeye göre, HEP’in, siyasi
projeleri aracılığıyla Türkiye’nin demokratik rejimini tehlikeye sokacağına
ilişkin ciddi olgulara rastlanmamıştır. Partili yöneticilerin, güvenlik güçlerinin
terörle mücadele konusundaki bazı davranışlarına karşı sert ve düşmanca
eleştirileri, tek başına partinin şiddete başvuran silahlı örgütlerle aynı
kapsama alınması için yeterli bir veri oluşturmamaktadır diyor. Kişilere
karşı yapılan eleştirilere oranla, hükümetlere karşı yapılan eleştirilerin
sınırı daha da geniştir. HEP yöneticileri ve milletvekillerinin, silahlı
kuvvetlerin eylemlerini eleştirerek seçmenlerine karşı görevlerini yerine
getirmek amacı dışında başka bir amaç güttüğü kanaatine varılamamıştır diyor.
Yani, yapılan devletin silahlı güçlerinin eleştirilmesi bir siyasi partinin
hakkıdır diyor. Mahkeme, HEP’in, ülkedeki demokratik rejimi tehlikeye
sokan veya şiddeti teşvik eden ya da haklı gören bir tutumu bulunmadığını,
dolayısıyla kapatılmasının acil bir toplumsal gerekliliğe cevap vermediğini ileri
sürmüştür. Siyasal partilerin kapatılması önleminin radikal niteliğine dikkat
çeken Mahkeme, demokratik bir toplumda başvurucuların örgütlenme özgürlüğüne
yapılan bu müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna varmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, bölünmez bütünlük
ilkesini ihlalden dolayı kapatılan siyasal partilere ilişkin kararları ile
Türk Anayasa Mahkemesinin bu davalara ilişkin tutumu birlikte incelendiğinde
şu sonuçlara varmak mümkündür: Bölünmez bütünlükle ilgili davalar, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi ile Türk Anayasa Mahkemesi arasında ciddi yaklaşım
farklılıklarının varlığını ortaya koymaktadır. İki yargı organı arasındaki
yaklaşım farklılığı, her iki organın demokrasi ve insan hakları
anlayışlarındaki farklılığa dayanmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesinin bu
konudaki yaklaşımının esin kaynağı 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
olduğu dikkate alındığında, bunda yadırganacak bir şey olmadığı
anlaşılacaktır. Gerçekten, 1982 Anayasası, anayasacılık düşüncesine ters
düşen bir tutumla, “eksik demokrasi”, “sınırlı insan hakları” ve
zayıflatılmış hukuk devleti” formülü üzerine inşa edilmiştir. Siyasal katılım
kanallarını dar tutan, siyasete kuşkuyla yaklaşan, siyasal alanı anayasa
ideolojisiyle uyuşmayan siyasal akımlara kapatan, devleti kutsayan, yücelten,
kutsadığı devlet karşısında birey ve toplulukları korumasız bırakan, temel
hak ve özgürlükleri “sorumluluk ve ödev” kavramları ekseninde düşünen,
yargıyı güçsüz kılarak ve denetim dışı hukuksal işlemler kategorisini kabul
ederek hukuk devleti ilkesini zayıflatan özellikleriyle bilinen Türk
Anayasası, “Avrupa mekânı”nda yaratılmaya çalışılan ortak demokrasi ve hukuk
devleti anlayışından bir hayli uzak bir gelenek üzerine kurulmuştur. Her ne
kadar söz konusu Anayasa, 1995 ve 2001 değişiklikleriyle birlikte önemli
ölçüde revizyona tabi tutulmuş, demokrasi ve insan haklarına ilişkin sınırlar
genişletilmişse de, Anayasanın antidemokratik ve antiözgürlükçü genetik
yapısı hâlâ varlığını korumaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Sözleşme’nin 11.
maddesinin ihlal edildiği tespitinde bulunduğu bu davalarda, “bölünmez
bütünlük” ilkesi ile demokrasinin “çoğulculuk” ilkesini uzlaştırma çabası ön
plana çıkmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir çaba içinde olmadığı,
verdiği kapatma kararlarıyla sabittir. Türk anayasa yargıcı, karar verirken
“ölçü norm” olarak Anayasaya dayandığına ve Anayasanın kendisi de çok açık
bir biçimde tercihini “bölünmez bütünlük” ilkesi lehine ortaya koyduğuna
göre, bu konuda yargıçlardan çok fazla bir şey beklemek elbette ki doğru
olmaz. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de, -Anayasa’ya koşut olarak- “bölünmez
bütünlük” ilkesine mutlak üstünlük tanırken, “çoğulculuk” ilkesini tümüyle
ihmal etmiştir. Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi verdiği bütün
kararlarında demokrasinin “çoğulculuk” ilkesi üzerine özel bir vurgu
yapmaktadır. bu ilkeyi düşünce özgürlüğüyle irtibatlandırarak, şiddeti teşvik
dışındaki bütün düşünce açıklamalarını çoğulculuğun bir gereği olarak görmek
elbette mümkündür. Türk Anayasa Mahkemesi, “devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesini bir bütün olarak kabul etmektedir.
Evet, bu doğrudur, biz de kabul ediyoruz. Daha açık bir söyleyişle, “devletin
toprak bütünlüğü” ile “devlet ve halkın bütünlüğü” değerleri arasında bir
dereceleme yapmamakta; her ikisini de eşit değerler olarak görmektedir. Yani,
devletin bölünmez bütünlüğü ile halkın bütünlüğü arasında aslında farklı bir
yorumu getirmek gerekiyor. Ulusal güvenliğin sağlanması amacına bağlı olarak
parti yasaklamada meşru kabul ederken, “devlet ve halkın bütünlüğü”nü bu
korumadan yararlandırmamaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi ile Avrupa Mahkemesi siyasal
parti faaliyetlerini denetlerken farklı öğelere vurgu yapmaktadırlar. Anayasa
Mahkemesi kararlarında, daha çok “program”, “ifade”, “söz” ve “söylem” öne
çıkarken; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, partilerin amaçları ve -bunlarla
bağlantılı- eylemlerini dikkate almaktadır. Bu farklılığa bağlı olarak,
Anayasa Mahkemesi, tüzük ve programlarında yer alan (anayasal düzeni
sorgulayan) görüş ve önerileri nedeniyle -Anayasanın açık hükmü gereği-
siyasal partilerin kapatılmasına hükmedebilmesine karşılık; Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi, şiddet unsurunu dışlama kaydıyla, siyasal partilerin her
türlü görüş, ifade ve eylemlerinin Sözleşme’nin 11. maddesinin sağladığı
korumadan yararlanacağını savunmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesi, kararlarında, anayasal düzene
uygun davranma ile anayasal düzene uygun düşünmeyi aynı kategoride
değerlendirmektedir. Mevcut anayasal düzeni “mutlak” ve “değişmez” bir değer
olarak kabul eden Anayasa Mahkemesi, bu düzene muhalif söylemler geliştiren
siyasal partileri Anayasa’ya aykırı bularak kapatmaktadır. Oysa Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi, bir devletin mevcut anayasal düzeniyle bağdaşmayan siyasal
proje ve önerilerde bulunulmasının, demokrasiye aykırı olduğu şeklinde
anlaşılamayacağını söylemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre, bir
devletin mevcut anayasal yapısıyla çatışsa da, farklı siyasal programların
önerilmesi ve bunların tartışmaya açılması, demokratik ilkeler içerisinde
kalmak ve demokrasiye zarar vermemek kaydıyla demokrasinin özünü ifade eder
diyor. Bölünmez bütünlük ilkesine aykırılıktan dolayı
Anayasa Mahkemesinin kapatma kararı verdiği son parti HADEP’tir. Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı HADEP’in devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü bozmaya yönelik eylemlerin odağı hâline geldiği gerekçesiyle
kapatılması isteminde bulunmuştur. Kapatma davasının davalı patinin tüzük ve
programının Anayasa’ya ve Siyasi Partiler Kanunu’nun bölünmez bütünlükle
ilgili kurallarına aykırılıktan dolayı değil de partinin somut eylemleri
gerekçe gösterilerek açılması yüksek yargı organlarının tutumundaki değişime
işaret etmektedir. Ancak Anayasa Mahkemesi, geçmiş kararlarındaki
yoğunluk ve katılıkta olmasa da, yine bölünmez bütünlük ilkesini
yorumlayışında “resmi doğrular”ı tekrarlamaktan kendini alıkoyamamıştır.
Karardaki değerlendirmesinden, Anayasa Mahkemesinin, kültürel kimlik ve
azınlık hakları ile etnik soruna ilişkin yaklaşımında özde bir değişiklik
olmadığı anlaşılmaktadır. HADEP hakkında verilen kapatma kararının tümü
dikkatlice incelendiğinde, Anayasa Mahkemesinin, davalı partinin şiddeti
teşvik edip desteklediğini, şiddeti politik bir araç olarak kullandığını ve
şiddete dayalı bir faaliyet içinde olan bir örgütle ilişki içinde olduğunu
gösteren deliller üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Başka bir anlatımla,
Anayasa Mahkemesi, davalı Partinin eylem ve faaliyetleri ile “şiddet” olgusu
arasındaki doğrudan ve dolaylı bağlantıyı ispatlama çabası içinde olmuştur.
Ayrıca bu kararda, davalı Partinin Genel Başkanı ile diğer yöneticilerinin
soyut düşünce açıklamalarının Anayasa ve yasaya aykırılığı tek başına
irdelenmemiş, daha çok bunların şiddet olgusuyla bağlantısı üzerinde durulmuştur.
Kürt sorunu tartışmalarına Demokratik Toplum
Partisinin yaklaşımı: PKK, Türkiye’nin türdeş ulus-devlet yapılanmasından
kaynağını alan Kürtleri inkâr ve asimilasyon politikasına karşı ilk etapta
bir tepki hareketi olarak doğmuş, 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı, yasak
ve işkence ortamında gelişmiş, devletin PKK’ye karşı yürüttüğü mücadelede
özellikle Kürtlere karşı kullandığı aşırı ve orantısız güç nedeniyle de geniş
kitlesel tabana kavuşmuş bir harekettir. Dolayısıyla çözümsüz bırakılan Kürt
meselesinin doğurduğu PKK ile Türkiye’nin demokratikleşemeyen ve dil yasağına
dek varan türdeş ulus-devlet ideolojisi arasında diyalektik bir ilişki
vardır. Bu diyalektik ilişkiyi görmeyen, bu realiteyi dikkate almayan hiçbir
çözüm politikasının da başarı şansı olmamıştır. Temelde partimiz Demokratik
Toplum Partisinin diğer siyasi partilerin birçoğundan farklı olarak söz
konusu bu diyalektik ilişkiyi göz ardı etmeyen yaklaşımı ve bu temelde
üretmeye çalıştığı çözüm politikaları, bu davanın açılmasının da asıl nedenini
oluşturmaktadır. Yani PKK’yi Kürt sorununun bir sonucu olarak ele alan ve bu
sorundan bağımsız olarak değerlendirmeyen partisel yaklaşımımız, bize göre bu
yargılamanın temel kaynağıdır. Partimiz, PKK’yi Kürt sorununun dışında, ondan
ayrı ve bağımsız ele almanın temel bir hata olduğunu, PKK’yi ayrı bir sorun
olarak değerlendirmek yerine bir sonuç olarak değerlendirmenin çözümü daha
mümkün ve daha kolay kılacağını savunmaktadır. Demokratik Toplum Partisi,
Kürt sorunundan kaynaklı Devlet-PKK çatışmasının da basit bir asayiş-güvenlik
ve terör vakasına indirgenemeyeceği kadar çok yönlü ve çok kapsamlı olduğunu
düşünmektedir. Bu teşhis, sorunun çözümüne giden yolu belirleme açısından
hayati derecede önemlidir. Sorun salt terör sorunu olarak tanımlarsa bu
durumda yapılacak tek şey şudur; terörle mücadele adı altında, elinde silah
olan veya olmayan bütün örgüt üyelerini öldürmemiz ya da en azından öldürmeye
çalışmanız gerekir. Yine eğer sorun terör sorunu ise; bu kişileri
öldürdüğünüzde sorunun da bitmiş olması gerekir. Ayrıca terörün asıl amacının
toplumda korku, panik ve tedhiş yaratmak olduğu göz önüne alındığında,
mantıken böyle bir örgütün toplumsal desteğinin de olmaması gerekir.
Dolayısıyla böylesi bir teşhisten hareketle yapılması gereken tek şey
öldürmek olacaktır. Zaten 25 yıldır yapılanlar da tam olarak budur.
Partimizin çözümsüz siyaset dediği siyaset de işte budur. Bu çözümsüzlük siyasetine karşılık DTP daha reel bir
bakış açısıyla objektif bir teşhis yaparak soruna “Kürt sorunu “ demektedir.
PKK’yi de bu sorunun içinde bir parça ve sorunun çözümünde görmezden
gelinemeyecek bir aktör olarak ifade etmektedir. Bu teşhisle soruna
yaklaşıldığında, daha fazla demokrasi ve diyalog ile hem Kürt sorununun hem
Türkiye’nin genel demokrasi sorunlarının ve hem de bunlara bağlı olarak
varlığını sürdüren şiddet sorununun çözümünün çok daha kolay ve mümkün
olduğunu, partimiz ısrarlı bir dille savunmaktadır. DTP’ye yönelik neredeyse bütün devlet ve hükümet
kurumlarının el birliğiyle başlattığı “terörist ilan edin” baskısı,
partimizin işte bu ilkesel politikalarına aykırı bir tutumdur. Sorunu biz de
resmi devlet söylemiyle tanımlarsak diğer siyasi yaklaşımların düştüğü hataya
düşmüş oluruz ve çözümsüzlük politikalarına hizmet eden militarist yöntemleri
savunmak dışında hiçbir politika üretemez hale geliriz. Bir siyasi partinin
herhangi bir sorunu tanımlama ve ona uygun çözüm politikaları üretme
konusunda özgürlüğü ve özgünlüğü olmayacaksa, bu sistemin adı ne demokrasi ne
de başka bir şey olur. Kaldı ki terör kavramının evrensel ölçekte kabul
görmüş bir tek tanımının dahi olmadığı, yeryüzünde neredeyse her devletin
kendine göre bir “teröristinin” olduğu, özellikle de muhalif hareketleri
bastırabilmek için, neredeyse her silahlı hareketin en az bir devlet
tarafından terörist ilan edildiği ve bu haliyle şu anda dünyada terörist
olarak tanımlanmayan hiçbir silahlı hareketin kalmadığı da düşünüldüğünde,
partimizi bu siyasi çıkar karmaşasında ille de herhangi bir terör tanımını
tartışmasız bir şekilde kabule zorlamak hukuk dışı bir tutumdur. Ayrıca, sorunu resmî söylem ile aynı şekilde
yorumlamamak, asla şiddeti benimsemek veya desteklemek anlamına gelmez.
Partimizin şiddete karşı olan duruşu net ve ilkeseldir. Bu şekilde partimiz
üzerinde oluşturulmaya çalışılan psikolojik baskı ile sanki partimiz soruna
“terör sorunu” demeyerek şiddeti destekleyen bir konumdaymış gibi
gösterilmeye çalışılmaktadır. Buna karşılık sanki terör diyenler de şiddet
karşıtı ve barıştan yanaymış gibi hava yaratılmak istenmektedir. Oysa bu
ülkede barış için en çok mücadele eden, en çok bedel ödeyen, en çok eylem ve
etkinlik yapan hareket partimiz Demokratik Toplum Partisidir. Soruna terör
sorunu diyenler ise asıl şiddet yanlısı politikalarda ısrar eden ve çözümü
sadece askeri operasyonlarda gören çevrelerdir. Bu çevreler ve siyasi
partiler bugüne kadar hiçbir çözüm projesi sunmamış, işin kolayına kaçmış ve
sorunu sürekli askerlere havale etmişlerdir. Siyaset ne yazık ki
sorumluluğunu yerine getirmekten kaçınmaktadır. Sayın Başsavcının iddianamede şiddet olaylarından söz
ederken devlet şiddetine bir tek kelimeyle dahi değinmemiş olması işte bu
zihniyetin ürünüdür. Yakılıp boşaltılan üç bine yakın köye, binlerce faili
meçhul siyasi cinayete, kaçırılıp gözaltında kaybedilen yüzlerce insanımıza,
işkenceye maruz kalan tutuklanan milyonlarca insana, güvenlik gerekçesiyle
yakılan ormanlara, ev ve yol aramalarında insanlarımıza yapılan hakaretlere,
cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı işkencelere, dışkı yedirilen köylülere,
köy meydanında çırılçıplak soyularak cinsel organından iple bağlanıp
dolaştırılanlara, çatışmada ölen örgüt üyelerinin kesilen kulaklarına ve
yakılan vücutlarına bir tek kelimeyle de olsa değinilmemiş olması bu açıdan
manidardır. Eğer Türkiye’de terör kavramı tartışılacaksa işte bütün bunlar da
göz önünde bulundurularak tartışılmalıdır. PKK lideri Abdullah Öcalan ise özellikle İmralı
yargılamaları boyunca Kürt sorununun siyasi, barışçıl ve demokratik çözümünü
savunmuştur. Makul bir çerçevede, Kürt sorununun demokratik çözümünü,
demokratik birliği, özgür eşit yurttaşlığı öngören, ayrılıkçılığı reddeden
“zorla ayrılın deseler de ayrılmayacağız” diyen, Kürt sorununun üniter
devletin veya ulus-devletin demokratikleşmesi ve yerel yönetimlerin
demokratik yetkilerinin artırılmasıyla çözülmesini isteyen Abdullah
Öcalan’ın, evrensel hukuka ve demokrasiye ters düşmeyen bu yaklaşımını
partimizin tartışmaya değer bulması normal karşılanmalıdır. Çünkü, bizim de
istediğimiz silahların susması ve gerçekten bu sürecin sona ermesidir.
Görüşlerin kimden geldiğine bakılmaksızın değerlendirilmesi, siyasi, hukuki,
ahlaki hiçbir sorun teşkil etmemektedir. Kamuoyunun üzerinde etki yaratan bu
ve benzeri görüşlerin, toplumsal barışımıza katkı sunması doğrultusunda
değerlendirilmesi siyasetçiler olarak vicdani görevimizdir. Eğer sayın
Başsavcı gazete köşeleri ve internet sitelerinden alıntı yapmak yerine İmralı
Cezaevi resmi görüşme tutanaklarını Adalet Bakanlığından isteyip de oradan
takip etseydi belki de bu konudaki fikirleri değişmiş olacaktı. Görülecektir ki, bu görüşlerin hiçbiri şiddet
içermediği gibi, her biri demokrasiyi ve barışı ifade etmektedir. Kürt
sorununun çözümünü içeren bu görüşler, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını
tehlikeye sokmayacak ve Türk halkının onurunu sarsmayacak içeriktedir. Bu
durum, ifade edilen görüşleri çok daha önemli ve uygulanabilir kılmaktadır. Türkiye’de 25 yıldan beridir yaşanan çatışmaları
sonlandırmak için iyi niyetle çabasını ortaya koyan herkese kulak verilmesi
barışçıl politikaların bir gereğidir. Kaldı ki devlet organlarının birçoğunun dahi dikkatle
izleyip değerlendirmeye çalıştığı, bizzat devlet yetkililerinin İmralı’ya
giderek kendisinin görüşlerini aldığı düşünüldüğünde, partimizin böylesi bir
suçlamayla karşılaşması haksızlıktır. Öcalan konusunda başımızı kuma gömerek
devekuşu siyaseti yapmamız beklenemez. Toplumsal, sosyal, siyasal bir realite
olmasından kaynaklı olarak bu bir zorunluluktur. Siyasetçinin görevi temsil
ettiği toplumun sorunlarını çözmek olduğuna göre, ülkemizdeki şiddetin
durması için yapılan her çağrıya kulak vermek bizler açısından kaçınılmazdır.
Bu konudaki 25 yıllık hatalı politikaları eleştiren bir siyasal hareket
olarak gerçekçi yaklaşımlar ortaya koymak ve yaşanan acıları dindirmek bizler
açısından tarihi bir misyondur. DTP’nin bu önemli misyonunu yerine getirebilmesi
ve sorunun tümüyle demokratik zemine çekilebilmesi için partimizin önünün
açılması gerekir. Böylesi tarihî bir gelişme, Türkiye demokrasisine muazzam
bir katkı yapacaktır. Tersi durumun yaratacağı sorunların iyi görülmesi
gerekir. Bizlere umudunu bağlayan milyonlarca insanın demokratik sisteme olan
inançlarını kırmamamız gerekir. Şimdi izninizle son olarak iddianamedeki atılı suçların hâlihazırda bulunduğu
aşamalara dair çok kısa istatistiki bilgiler sunmak istiyorum. İddianamede yer alan 141
soruşturma ve dava dosyasının “bulunduğu aşama” yönünden incelenmesinde; hali
hazırda; Derdest dosyalar 126 adet
dosyanın halen soruşturması veya yargılaması sürmektedir. Kesinleşen dosyalar 15 adet
soruşturma veya dava dosyasının yargılamaları sona ermiş, verilen kararlar
kesinleşmiştir. Kesinleşen bu kararlar
şunlardır: 10’u berat, 1’i takipsizlik, 4 para cezası, 1 erteleme, 2 hapis
cezası. Bu cezalardan bir tanesi daha DTP kurulmadan önce işlenmiş bir suça
dairdir. İddianamede yer alan
suçların % 89.36 sı kesinleşmiş yargı kararı yoktur. iddianamede yer alan 141 eylem partinin kapatılmasını
gerektirecek nitelikte olmayıp, 129’u yani %93’ü ifade ve örgütlenme
özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken olaylardır. Asgari 200 bin üyesi bulunan partimizin kapatılması
nedenini oluşturduğu iddia edilen 141 maddelik eylem listesi incelendiğinde; - 129 adet iddianın sözlü beyan ve basın açıklaması
olduğu, - 4 olayda isimleri geçen kişilerin parti üyesi
olmadığı - 12 davanın beratla sonuçlandığı, - 31 davanın halen derdest olduğu - 33 hazırlık soruşturmasının devam ettiği; - 38 davanın Yargıtay aşamasında olduğu, - 9 davada verilen kısa süreli cezaların para
cezasına çevrildiği; Bir davada da kısa süreli ceza nedeniyle erteleme
mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Esasen birçok mahkûmiyet kararında Ceza Muhakemeleri
Kanunun 231. maddesindeki ‘hükmün açıklanmasının ertelenmesi’ uygulamasının
yapılmadığı, yapılması halinde ‘hiçbir hukuksal sonuç doğurmayacağı’ açıktır. İddianameye konu olan 141 eylemin 129’u yani %93’ünün
düşünce açıklama özgürlüğüyle ilgili olduğu ve bunların ‘kesinleşmeleri’
halinde bile, birçoğunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden geri döneceği
davalar niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. İddianamede sunulan kanıtların bir kısmı gerçeğe
aykırı çarptırılmış ve hukuksal değerli olmayan zorlama kanıtlardır: İddianamede yer alan 141 maddelik eylem listesinin; - 12 davada verilen beraat kararlarının Yüksek
Mahkemeden gizlendiği; - 4 ayrı eylemde partili olduğu iddia edilen
kişilerin parti ile hiçbir ilişkisi bulunmadığı anlaşılmaktadır. SONUÇ VE İSTEM: Önsavunma dilekçemizde yer alan; - İddianamede yer alan 141 eylemle ile ilgili
soruşturma ve dava sonuçlarının akıbetinin sorulmasına, anılan soruşturma ve davaların
sonuçlanıp kesinleşmelerinin BEKLENMESİNE; - İmralı Cezaevi Müdürlüğünden görsel ve yazılı
görüşme kayıtlarının istenmesine, - Dışişleri Bakanlığından bugüne kadar Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi tarafından verilen parti kapatma kararlarının orijinal
çevirilerinin istenmesine, - Maliye hazinesinden parti kapatmalar ve
dokunulmazlıklar nedeniyle verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları
sonucu ne kadar tazminat ve gider ödendiği (Hükümet tarafından tutulan
yabancı avukatlara yapılan ödemeler dahil) bu ödemeler nedeniyle sorumlular
hakkında rücu yoluna gidilip gidilmediğinin sorulmasına, -Siyasi Partiler Kanunu’nun 78, 80, 81, 101 ve
103’ncü maddeleri, anayasanın 2, 3, 10, 36, 37, 38, 42, 66, 68, 69’ncu
maddelerine aykırı olduğundan; Anayasaya aykırılık iddiamızın ciddi kabul
edilerek, bu maddelerin iptaline, - Siyaseten yasaklanması istenen tüm üyelerin davaya
“müdahil” olarak kabullerine ve savunmalarını yapmaları için kendilerine süre
verilmesine, - Başsavcılığın ihtiyati tedbir isteminin reddine, - Yukarıda ayrıntılı olarak sunduğumuz ve Sayın
Mahkemenizin resen gözeteceği nedenlerle; yasa ve yönteme, eşitlik ilkesine,
düşünce özgürlüğüne, Anayasa, Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarına, Yüksek
Seçim Kurulu kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine, tüm ulusal ve ulusalüstü
belgelere, kısaca hukuka ve adalete aykırı davada; Sayın başsavcının tek tek iddialarına karşı ekte
sunacağım dosyada ayrıntılı bir savunma bulunmaktadır. Bu nedenle sözü bu
şekilde burada uzatarak gereksiz yere zamanınızı almak istemiyorum. Son söz
olarak şunları ifade etmek istiyorum: Sayın Başkan, Yüce Mahkemenin sayın üyeleri; Partimiz
Demokratik Toplum Partisi, Türkiye’de başta Kürt sorunu olmak üzere temel
bütün sorunların kalıcı çözümüne dönük önemli bir role ve misyona sahiptir.
Bu rolümüzü oynayabileceğimiz zeminler dahi yaratılmadan partimizin
kapatılması büyük bir talihsizlik olacaktır. Özellikle Meclise girdiğimiz
günden bu yana diyalog kanallarını zorlayarak akan kanı durdurmaya çalışan
olağanüstü insani çabamızın görmezden gelinmesi Türkiye’ye kazandırmak yerine
maalesef ki kaybettirmiştir. Birlikte yaşamın mümkün olduğu, amacımızın da bu
olduğu, kardeşçe kucaklaşmanın hepimizin ortak özlemi olduğu, daha demokratik
bir cumhuriyetin hepimizin hakkı olduğu inancını güçlü bir şekilde savunan
partimiz, Türkiye demokrasisi açısından büyük bir şanstır. Sayın Başkan, Parlamentoya geldiğimizden beri sorunun
çözüm yerini Ankara, çözüm merkezinin Parlamento olduğunu hep ifade ettim. Bu
inançla bugün siyaset yapıyoruz. Amacımız demokratik, sivil yöntemlerle
ülkemizi kucaklaştırmaktır. Bugün duygusal atmosferi aşacak, halkı sevgiyle
kucaklaşacak bir ortak akla ihtiyaç vardır, bir diyaloga ihtiyaç var. Biz
aslında Türkiye’de bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Verdiğimiz iki önemli
mesaj var: Güç kullanarak, sopa politikasıyla bu sorunun çözülmeyeceğini,
yine diğer tarafta silahı hak arama yöntemi olarak kullanmanın sorunu çözmeyeceğini
çok açık bir şekilde ifade etmekteyiz. Ancak bize çok önemli bir sorumluluk
düşmektedir. Biz o bölgeden geliyoruz, yaşanan süreçleri biliyoruz, yaşanan
olayları biliyoruz, yaşanan Ergenekonları biliyoruz, Ergenekonların
beslendiği kaynakları biliyoruz. Biz on yıl önce bunları dile getirdiğimizde
kimse buna inanmıyordu; ama, biz bunları yaşamıştık. Türkiye’nin, diyalogla, ortak akılla, uzlaşıyla
sorunları çözmesinden başka bir seçeneği yoktur. Biz rolümüzü o şekilde,
etkin bir şekilde oynamak istiyoruz. Evet, bugün biliyoruz eğer duygusal bir
atmosferin etkisinde bir kararı oluşturursak bu partinin kapatılması için bin
sebep var; ama, barış, uzlaşı, diyalog, hukukun üstünlüğü, demokratik
değerlerin topluma yansıtılması konusunda değerlendirirsek, kapatılmaması
için de bin bir sebep var. Gerçekten bu şansın heba edilmeyeceğine inanıyoruz.
Yüce Mahkemenizin hukukun temel felsefesinden hareketle hukukun birlikte
yaşamayı kolaylaştıran bir görevi olduğunu göz önünde tutarak karar
vereceğinize inanıyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum”. VII-
İNCELEME A-
İDDİANAMENİN KABULÜ KARARI Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 8.
maddesi gereğince Haşim KILIÇ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet
ERTEN, Mustafa YILDIRIM, Cafer ŞAT, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket
APALAK, Serruh KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ’ın katılımlarıyla 23.11.2007
gününde yapılan ön inceleme toplantısında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
Demokratik Toplum Partisi’nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini
içeren 16.11.2007 günlü, SP.135 Hz.2007/2 sayılı iddianamesinin Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 175. maddesine göre kabulüne OYBİRLİĞİYLE karar
verilmiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
iddianamesinde kapatma istemi dışında Davalı Parti’ye yönelik bazı
tedbirlerin uygulanması istemine de yer verilmiş, bunun yanında Davalı Parti
tarafından da bazı istemler ileri sürülmüştür. Davanın esası hakkında karar
verilmeden önce bu istemler hakkında karar verilmiştir. 1-
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının İstemleri Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde,
kapatma ve yasaklılık istemleri dışında ayrıca, giderilmesi güç veya
olanaksız durumların ortaya çıkmaması için, dava süresince Anayasa
Mahkemesi’nin her türlü tedbire karar verebilmesi gerektiği, eylemler ve
ağırlıkları gözetilerek, Demokratik Toplum Partisi’nin dava süresince olası
faaliyetleri de dikkate alınarak, giderilmesi güç ve olanaksız durumların
ortaya çıkmaması yönünden: -Dava tarihinden itibaren yapılacak seçimlere
katılmaktan alıkonulması, ayrıca dava tarihinde parti üye veya yöneticisi
olanların bir başka siyasi parti listesinden veya bağımsız olarak dava
süresince seçimlere katılmasının önlenmesi, - Ödenecek hazine yardımlarının banka hesabında
blokesi, - Üye kayıtlarının durdurulması, önlemlerinin uygulanması hukuksal gereklilik
olduğundan, dava süresince devam etmek koşuluyla, ivedilikle bu önlemlere
hükmedilmesi istenilmiştir. Davalı Parti savunmalarında, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının talep ettiği önlemler arasında yer alan “Bu çerçevede
dava süresince Anayasa Mahkemesi, davalı partinin faaliyetlerinin
durdurulması, SPY ve parti tüzüğünde gösterilen belirli veya bütün
organlarının faaliyetlerinin durdurulması, dava süresince seçimlere
katılamaması ayrıca dava tarihinde parti üyesi olanların bir başka siyasi
parti listesinden veya bağımsız olarak da dava süresince seçimlere
katılmasının önlenmesi, ödenecek hazine yardımlarının banka hesabında
blokesi, üye kayıtlarının durdurulması gibi önlemlere hükmedebilecektir”
şeklindeki ifadelerin hukuk sınırlarını aşan, anti-demokratik talepler
olduğunu belirterek istemlerin reddine karar verilmesini istemiştir. 27.12.2007 gününde Başkan Haşim KILIÇ,
Başkanvekili Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Üyeler Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU,
Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK,
Serruh KALELİ, Zehra Ayla PERKTAŞ’ın katılımlarıyla yapılan oturumda Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının istemleri ile ilgili olarak aşağıdaki karar
alınmıştır; “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının,
Demokratik Toplum Partisi’nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini
içeren 16.11.2007 günlü, SP.135. Hz. 2007/2 sayılı iddianamesi ve ekleri,
konuya ilişkin rapor, ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği
görüşülüp düşünüldü: A-
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın,
davalı Parti’nin dava süresince yapılacak seçimlere katılamayacağına, dava
tarihinde Parti bünyesinde üye, yönetici, belediye başkanı ve milletvekili
olarak görev alanların bir başka siyasi parti listesinden veya bağımsız
olarak dava süresince seçimlere katılamayacağına, Parti’ye ödenebilecek
hazine yardımlarının banka hesabında blokesine ve Parti’nin üye kayıtlarının
durdurulmasına yönelik; 1- Tedbir istemleriyle ilgili olarak davalı Parti’nin
savunmasının alınmasına gerek bulunmadığına, Fulya KANTARCIOĞLU’nun “Davalı
Parti’nin savunmasının alınması gerektiği” yolundaki karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA, 2-
Tedbir istemlerinin bu aşamada koşulları oluşmadığından REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT’ün “Davalı Parti’ye ödenebilecek
hazine yardımlarının banka hesabında blokesine ve davalı Parti’nin üye
kayıtlarının durdurulmasına”, Mehmet ERTEN’in ise “Davalı Parti’ye
ödenebilecek hazine yardımlarının banka hesabında blokesine” ilişkin istemlerin
koşulları oluştuğundan kabulüne karar verilmesi gerektiği yolundaki karşıoyları
ve OYÇOKLUĞUYLA, B- Gereği için karar örneğinin Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı’na gönderilmesine, OYBİRLİĞİYLE, 27.12.2007 gününde karar verildi”. 2-
Davalı Demokratik Toplum Partisi’nin İstemleri Davalı Parti’nin 11.2.2008 günlü ön
savunmasında; 1-
İddianamede yer alan 141 eylemle ile
ilgili soruşturma sonuçlarının akıbetinin sorulmasına, 2-
İmralı Cezaevi Müdürlüğünden görsel
ve yazılı görüşme kayıtlarının istenmesine, 3-
Dışişleri Bakanlığından bugüne kadar
AİHM tarafından verilen parti kapatma kararlarının orijinal çevirilerinin
istenmesine, 4-
Maliye hazinesinden parti kapatmalar
ve dokunulmazlıklar nedeniyle verilen AİHM kararları sonucu ne kadar tazminat
ve gider ödendiği (Hükümet tarafından tutulan yabancı avukatlara yapılan
ödemeler dahil) bu ödemeler nedeniyle sorumlular hakkında rücu yoluna gidilip
gidilmediğinin sorulmasına, 5-
SPK’nun 78, 80, 81, 101 ve 103 üncü
maddelerinin, yapılan anayasa değişiklikleri sonucu, Anayasa’nın 2, 3, 10,
42, 66, 68, 69 uncu maddelerine aykırı olduğundan; Anayasaya aykırılık
iddiamızın ciddi kabul edilerek iptaline, 6-
Siyaseten yasaklanması istenen tüm
üyelerin davaya “müdahil” olarak kabullerini ve savunmalarını yapmaları için
kendilerine süre verilmesine, 7-
Hazine yardımı yapılmadığından bu
talebin reddine, karar verilmesini istemiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı esas
hakkında görüşünde, davalı Parti’nin istemleri ile ilgili olarak, Anayasa’nın
68 ve 69. maddelerinde ve Siyasi Partiler Yasası’nın 101 ve 103. maddelerinde
bir siyasi partinin kapatılmasına konu olan bireysel eylemlerin
yargılamalarının tamamlanması ve buna bağlı olarak belli bir suç veya
suçlardan mahkumiyet şartının öngörülmemiş olduğunu, eylemin
gerçekleştirilmesinin esas alındığını, söz konusu düzenlemelere göre odaklığı
tesbit ederken Anayasa Mahkemesi’nin “eylemleri” değerlendireceğini, bu
nedenle davalı partinin ön savunmasında ileri sürdüğü suç ya da eylemlerin
yargı sürecinin beklenmesi gereğine dair itirazın hukuki gerekçesinin
bulunmadığını, SPK.’nun 101 ve 103. maddelerinin tamamen Anayasa hükümleri
paralelinde düzenlemeler içermekte olup, Anayasa’ya aykırılıklarından söz
edilmesinin mümkün bulunmadığını, hükümlülerin görüşmelerinin de dahil olduğu
infaz hukukuna ait düzenlemelerin 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde gerçekleştirildiğini, anılan
yasaya göre görüşmelerin görsel ve yazılı kayıt altına alınmasının hukuken
mümkün olmadığını bu nedenle görüşme kayıtlarının istenmesi yolundaki mümkün
olmayan talebin reddine karar verilmesi gerektiğini, ön savunmanın sonuç bölümünün
3 ve 4. numaralarında yer alan istemlerin, davanın konusu ile ilgilerinin ve
hükme etkilerinin bulunmadığını, Anayasa’nın 149. maddesinin dördüncü
fıkrasında Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalar dışında
kalan işleri dosya üzerinden inceleyeceğinin, ancak gerekli görüldüğü
durumlarda sözlü açıklamalarını dinlemek üzere ilgilileri ve konu üzerinde
bilgisi olanları çağırabileceğinin öngörülmekte olduğunu, siyasi parti
kapatma davalarında ise siyasetten yasaklanması istenilen kişilerin konumları
itibarıyla mağdur ve suçtan zarar gören sıfatları bulunmayıp, eylemleri
davalı partinin tüzel kişiliği bünyesinde değerlendirilen kişiler olmaları
nedeniyle davaya müdahil olarak katılmalarına karar verilemeyeceğini ileri
sürerek davalı Parti’nin istemlerinin reddine karar verilmesini istemiştir. 21.5.2008 gününde Başkan Haşim KILIÇ,
Başkanvekili Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Üyeler Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN,
Mehmet ERTEN, Mustafa YILDIRIM, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket
APALAK, Serruh KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ’ın katılımlarıyla yapılan
oturumda Davalı Demokratik Toplum Partisi’nin istemleri ile ilgili olarak
aşağıdaki karar alınmıştır; “Demokratik Toplum Partisi’nin 11.2.2008
günlü ön savunmasında ileri sürdüğü istemler, ilgili Anayasa ve yasa
kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü; 1- İddianamede yer alan 141 eylem hakkındaki soruşturma
sonuçlarının sözlü savunmaya kadar takip edilmesine, 2- İmralı Cezaevi’ndeki avukat görüşmelerine ait yazılı
ve görsel kayıtların istenmesine ilişkin istemin daha sonra karara
bağlanmasına, 3- Dışişleri Bakanlığı’ndan bugüne kadar siyasi
partilerin kapatılmasına ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
tarafından verilen kararların orijinal Türkçe tercümelerinin istenmesi
talebinin REDDİNE, 4-
Maliye Bakanlığı’ndan siyasi
partilerin kapatılması ve dokunulmazlıklar nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce
verilen ihlal kararlarına dayalı olarak ne kadar tazminat ve gider
ödendiğinin, bu ödemeler nedeniyle sorumlular hakkında rücu yoluna gidilip
gidilmediğinin sorulması talebinin REDDİNE,
5-
22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi
Partiler Kanunu’nun; a- 78., 80. ve 81. maddelerinin Anayasa’ya aykırı
olduğu yolundaki istemin ciddi olmadığından REDDİNE, Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet ERTEN ve Zehra Ayla
PERKTAŞ’ın E.1999/1 (Siyasi Parti - Kapatma) sayılı davanın 9.7.2002 günlü
ara kararında belirtilen gerekçeye katıldıkları yolundaki farklı
gerekçeleriyle, b-
101. ve 103. maddelerinin Anayasa’ya
aykırı olduğu yolundaki istemin ciddi olmadığından REDDİNE, 21.5.2008 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi”. C-
GENEL AÇIKLAMA Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 120
sayfa ve ekli 42 klasörden oluşan 16.11.2007 gün ve SP.135 Hz.2007/2 sayılı
iddianamesiyle; davalı Parti’nin terör örgütü tarafından kurdurulduğu ve
yönetildiğine dair bilgiler, gerçekleşen eylemler ve kesinleşmiş mahkeme
kararları ile Yerel Cumhuriyet Başsavcılıklarında devam eden hazırlık
soruşturmalarına ve mahkemelerde açılmış bulunan kamu davalarına konu olan ve
ayrıca parti üyeleri tarafından gerçekleştirilen eylemler ve sarfedilen
beyanlar ile Parti tüzük ve programındaki kimi anlatımlar dikkate alınmak
suretiyle Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasına karar verilmesini
istemiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
iddianamesinin ekinde gönderilen klasörler; Abdullah Öcalan’ın avukat görüşme
notlarını içeren gazete ve internet çıktıları, terör örgütü ile davalı Parti
arasındaki ilişkiyi ortaya koyan haberleri içeren gazete küpürleri, parti
üyeleri tarafından gerçekleştirildiği ileri sürülen 141 adet eylemle ilgili
soruşturma ve/veya kovuşturmaya ilişkin belgeler, haklarında yasaklama
istenen şahıslara ait üyelik, doğum ve sabıka kayıtları, davalı Parti’nin
tüzük ve programı, kurucular listesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararını içermektedir. 2949 sayılı Yasa’nın 33. maddesine göre
siyasi parti kapatma davaları, Ceza Muhakemesi Kanunu hükümleri uygulanarak
dosya üzerinden karara bağlanmaktadır. Muhakemenin yürütülmesi, hükmün tesisi
ve oylamalara ilişkin hususlarda Anayasa’da ve 2949 sayılı Yasa’da özel
hükümler bulunmadığı sürece 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu hükümleri
uygulanacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarında ifade edildiği gibi
siyasi parti kapatma davaları ceza niteliği ağır basan kendine özgü
davalardır. 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa ile
Anayasa’nın 149. maddesinde yapılan değişiklikle siyasi parti kapatma davalarında
kapatılmaya karar verilebilmesi için beşte üç oy çokluğu şartı getirilmiştir.
Anayasa’nın 69. maddesinin altıncı fıkrası, bir siyasi partinin kapatılmasını
Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerin
odağı haline gelme koşuluna bağlamaktadır. Anayasa’nın 68. maddesinin
dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin yoğunluğu ve ağırlığı partinin
kapatılması ya da devlet yardımından yoksun kılınması yaptırımının temelini
oluşturmaktadır. Her bir eylemin gerçekleşip gerçekleşmediğinin ve
Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasının kapsamında olup olmadığının
saptanması, uygulanacak yaptırımı doğrudan doğruya etkilemektedir. Bu nedenle
nihai karar öncesi aşamalardaki oylamaların salt çoğunlukla yapılarak bir
siyasi partinin Anayasa’ya aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin
saptanması uygulanacak yaptırımı doğrudan etkileyeceğinden Anayasa’nın 149.
maddesinde belirtilen nitelikli çoğunluk şartının işlevselliğini engeller.
Açıklanan nedenlerle kanıtların değerlendirilmesi oylamalarında da
Anayasa’nın 149. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen beşte üç oy
çoğunluğunun aranması gerekmektedir. Anayasa’nın 149. ve 2949 sayılı Yasanın
33. maddeleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla baktığı
davalar dışında kalan işleri dosya üzerinden inceleyip karara bağlayacağı,
siyasi parti kapatma davalarında da sözlü savunmanın ancak siyasi parti genel
başkanlığı veya tayin edeceği bir vekil tarafından yapılabileceği
gözetildiğinde, beyan ve eylemleri nedeniyle kapatma davasında adı geçen
parti mensuplarının yazılı savunmalarını Anayasa Mahkemesine sunulmak üzere
davalı Parti’ye ulaştırmalarına bir engel bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Nitekim hakkında yasaklama istenilen şahıslardan Halil İmrek tarafından
8.9.2008 günlü, İbrahim Binici tarafından 16.9.2008 günlü bireysel savunma
dilekçeleri sunulmuştur. Davalı parti üyelerinin parti kurulmadan
önceki eylemleri ile iddianamede belirtilen ve parti kurulmadan önce gerçekleşen
olayların hükme esas alınıp alınmayacağı tartışılmıştır. Anayasa’nın 69.
maddesinin altıncı fıkrasında parti üyelerinin ya da parti organlarının
eylemlerinden söz edildiğine göre, davalı parti kurulmadan önce gerçekleşmiş
eylemlerin partiye isnat edilmesi mümkün görülmemiştir. Bu gerekçeye göre,
davalı Parti’nin İmralı Cezaevi’ndeki avukat görüşmelerine ait yazılı ve
görsel kayıtların istenmesine ilişkin isteminin de reddine karar verilmiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Davalı
Siyasi Parti’nin kapatılması istemi ile birlikte isimlerini saydığı 221 kişi
için de yasaklama isteminde bulunmuştur. Ancak yapılan incelemeler sonucunda,
iddianamede Burak Avcı ismine sehven yer verildiği ve isimleri geçen
şahıslardan Halil İrmek, Mehmet Sefa Güngör ve Mehmet Topçu’nun davalı
Parti’nin üyesi olmadıkları anlaşılmıştır. davalı Parti üyesi olan Fevzi Kara
hakkında yasaklama istenmiş ise de, adı geçen şahsın dava açılmadan önce
11.10.2007 tarihinde öldüğü saptanmıştır. Davalı Demokratik Toplum Partisinin
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına hitaben yazdığı 4.4.2007 günlü, 2007/127
sayılı yazı ile, Partinin 1. Olağanüstü Kongresinin 28.2.2007 tarihinde
yapıldığı belirtilerek, Kongrede seçilen Parti Meclisi asıl ve yedek üyeleri
çizelgesi ve Merkez Yönetim Kurulu görev dağılımı, Merkez Disiplin Kurulu
asıl ve yedek üyeleri çizelgesi ve ilk kez seçilenlere ilişkin evrakın
gönderildiği anlaşılmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
Davalı Demokratik Toplum Partisine hitaben yazdığı 16.5.2007 günlü, SP.135
Muh.2007/305 sayılı yazı ile, Leyla Zana ve Selim Sadak’ın mahkumiyet
hükümlerinin infazlarının durdurulmuş olduğunun, hükümlülüklerinin ortadan
kalkmadığının, infazlarının askıya alındığının belirtildiği, Partinin 1.
Olağanüstü Kongresine ait evrakın incelenmesinden adı geçenlerin Parti
Meclisi asıl üyeliklerine seçildiklerinin görüldüğü, partiye üye olmayanların
parti organlarında görev alamayacaklarının öngörülmüş bulunması nedeniyle bu
kişilerin Siyasi Partiler Kanunu’nun “siyasi partiye üye olamayacakları”
belirleyen 11/b maddesi gereğince parti üyeliğinden ve parti organlarında
aldıkları görevlerden çıkartılmasının istendiği anlaşılmıştır. Aynı yazıda
Diyarbakır il yönetim kurulu üyesi Hilmi Aydoğdu’nun da kesinleşmiş müebbet
ağır hapis cezasına hükümlü olduğu belirtilerek parti üyeliğinden
çıkartılması istenmiştir. Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığının anılan yazısına rağmen kapatma davasının açıldığı
tarihe kadar davalı Parti tarafından Leyla Zana, Selim Sadak ve Hilmi Aydoğdu
ile ilgili yazı gereğinin yerine getirilmediği, adı geçenlerin partiye üye
olmadıkları ile ilgili olarak yargılama sürecinde de davalı Parti veya
ilgililer tarafından da herhangi bir savunma yapılmadığı anlaşılmıştır. Yukarıda belirtilen esas ve ölçütler
gözetilerek yapılan incelemelerde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının iddianamesinde
gösterilen eylemlerden; davalı Partinin kuruluşundan önceye ait olduğu
görülen, davalı Parti ile ilişkisi kurulamayan, gerçekleştiği veya davalı
Parti mensuplarınca gerçekleştirildiği saptanamayan veya düşünce ve ifade
özgürlüğü kapsamında olduğu sonucuna varılan eylemlerin Anayasa’nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında değerlendirmeye esas alınamayacağı
sonucuna varılmıştır. Nitelikli çoğunluk sağlanan aşağıdaki
eylemlerin ise Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında kaldığı
sonucuna ulaşılmıştır. D-
DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ §-
PARTİ BİNALARINDA YAPILAN ARAMALARDA ELE GEÇİRİLEN YAYIN, EŞYA VE DİĞER
BELGELER Adli yargı makamlarınca yürütülen
çeşitli soruşturmalar nedeniyle yetkili ve görevli yargı birimlerince verilen
kararlar üzerine, davalı Parti’nin bazı teşkilat binalarında aramalar
yapılmış ve bu aramalarda davalı Parti ile PKK terör örgütü arasındaki
bağlantıyı ortaya koyacak nitelikte yayın, eşya ve diğer belgeler ele
geçirilmiştir. 1- DTP Mardin Nusaybin İlçe Binasında
Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler Nusaybin Cumhuriyet Başsavcılığınca
yürütülmekte olan soruşturma kapsamında aynı yer Sulh Ceza Mahkemesinin
14.4.2006 günlü ve 2006/195 sayılı arama kararına dayanılarak, DTP Nusaybin
İlçe binasında güvenlik kuvvetlerince 14.4.2006 tarihinde yapılan aramada;
ölen teröristlerin fotoğraflarının özel bir bölümde sergilendiği, örgüt
elebaşısının fotoğraflarının duvarlara asıldığı, gösterilerde güvenlik
kuvvetlerine karşı kullanılmak üzere hazırlanan sapan ve bilyeler, terör
örgütünü ve faaliyetlerini öven yasadışı pankart ve dövizler ile PKK terör
örgütünün sözde bayraklarının ele geçirildiği, dosyadaki tutanak ve CD
görüntülerinden anlaşılmıştır. 2- DTP Siirt İl Binasında Ele Geçirilen
Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler Siirt Sulh Ceza Mahkemesinin 31.8.2006
günlü ve 2006/662-659 sayılı arama kararına dayanılarak, DTP Siirt İl
binasında güvenlik kuvvetlerince 31.8.2006 tarihinde yapılan aramada; terör
örgütünü ve elebaşısı Abdullah Öcalan’ı övücü pankartlar, özel olarak
kesilmiş yüz maskeleri, terör örgütünün sözde bayrakları, Abdullah Öcalan’ın
posterleri, örgütü tanıtan ve öven yayınlar ile örgüt militanlarının
resimlerinin bulunduğu, dosyadaki tutanak ve CD çözüm tutanağından
anlaşılmıştır. 3- DTP Kocaeli Gebze İlçesi Darıca
Beldesi Teşkilat Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Gebze İlçesi Darıca Beldesi belde
teşkilat binasında 30.8.2006 tarihinde yapılan yasal aramada; Abdullah Öcalan
ve örgütün diğer üyelerinin duvarlara yapıştırılmış resimleri, değişik
mahkemelerce haklarında toplatma kararı verilen terör örgütünün
propagandasını içeren yasaklanmış dergilerin bulunduğu, dosyadaki
tutanaklardan anlaşılmıştır. 4- DTP Van İl Teşkilat Binasında Ele
Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Van il teşkilat binasında 18.2.2007
tarihinde yapılan yasal aramada; terör örgütü lideri ve mensuplarının resimleri,
PKK terör örgütünün internet sitesinden alınmış dökümler, terör örgütü
liderinin yazdığı kitaplar, haklarında toplatma kararı bulunan çok sayıda
yayın ile terör örgütünün program ve tüzüğünün bulunduğu, dosyadaki
tutanaktan anlaşılmıştır. 5- DTP Kocaeli Gebze İlçesi Teşkilat
Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Gebze ilçesi teşkilat binasında
11.3.2007 tarihinde yapılan yasal aramada; molotof kokteyli yapımında kullanılmak
üzere hazırlanan boş bira şişeleri ve bez parçaları, terör örgütü liderinin
ve diğer örgüt üyelerinin resimlerinin asıldığı pano, terör örgütü liderinin
resimlerinin bulunduğu dövizler ile terör örgütü lideri ve değişik kişiler
tarafından yazılmış terör örgütünün propagandasını içeren kitapların
bulunduğu, dosyadaki tutanaklar ve CD görüntülerinden anlaşılmıştır. 6- DTP İzmir Konak İlçe Teşkilat
Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP İzmir Konak ilçe binasında 13.3.2007
(bu tarih iddianamede 15.2.2007 olarak yazılmıştır) tarihinde yapılan yasal
aramada; terör örgütünü simgeleyen çok sayıda bayrak, terör örgütü liderinin
duvara çerçeveyle asılmış posterleri, PKK teröristlerinin silah üzerine yemin
ettiklerini gösteren kartpostallar, mahkeme kararı ile haklarında yasaklama
ve toplatma kararı verilen terör örgütünün yayını niteliğindeki çok sayıda
dergi ve kitaplar, terör örgütü liderinin cezaevinde avukatlarıyla yaptıkları
görüşme notlarını içeren belgeler, terör örgütü ve liderini öven döviz ve
pankartların bulunduğu, dosyadaki tutanak, CD ve fotoğraflardan
anlaşılmıştır. 7- DTP Balıkesir İl Teşkilat Binasında
Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Balıkesir il binasında 6.3.2007
tarihinde yapılan yasal aramada; haklarında toplatma kararı verilen ve aralarında
terör örgütü liderinin yazdıkları da bulunan toplam 34 kitap, teröristlerin
ve Öcalan’ın resminin bulunduğu 4 adet poster, CD ve video kasetlerinin
bulunduğu, dosyadaki tutanak ve belgelerden anlaşılmıştır. 8- DTP Osmaniye İl Teşkilat Binasında
Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Osmaniye il binasında 27.11.2006
tarihinde yapılan yasal aramada; terör örgütü lideri tarafından yazılmış ve
haklarında yasaklama kararı bulunan çok sayıda yasak yayın, silahlı PKK terör
örgütü üyelerinin duvarlara asılmış çerçeveli resimleri, terör örgütü
üyelerinin kırsal alanda çekilmiş ve duvardaki panolara iliştirilmiş
çerçeveli resimleri, PKK/KONGRA-GEL terör örgütünün sözde başkanlık konseyi
tarafından hazırlanmış beş sayfalık bildirinin bulunduğu, dosyadaki tutanak
ve belgelerden anlaşılmıştır. 9- DTP Batman İl Teşkilat Binasında Ele
Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Batman il binasında 2.3.2007
tarihinde yapılan yasal aramada; yasadışı
örgüt elebaşısı Abdullah Öcalan ile diğer örgüt mensuplarının duvarlara asılı
resimleri ile üzerinde Pazaryeri mahallesi yazılı 26 kişinin isminin
bulunduğu, karşılarında “Şehit-gerilla-tutuklu” yazılı bulunan çizgili A-4
kağıt, binada bulunan bir masanın çekmesinde bir adet 4 sayfadan oluşan Koma
Komalen Kürdistan (KKK’nın) genel esaslarının yer aldığı broşür, parti
kütüphanesinde Abdullah ÖCALAN’ın yazdığı kitaplar, haklarında yasaklama
kararı bulunan terör örgütünün propagandasını yapan dergiler ve kitapların
bulunduğu, dosyadaki tutanaklar ve CD çözüm tutanaklarından anlaşılmıştır. 10- DTP Şanlıurfa Halfeti İlçesi
Yukarıgöklü Belde Teşkilat Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Şanlıurfa Halfeti ilçesi Yukarıgöklü
belde teşkilat binasında 17.5.2007 tarihinde yapılan yasal aramada; üzerinde
“Operasyonlara dur de, Öcalan’a özgürlük” yazılı üç adet yelek, Abdullah
Öcalan tarafından yazılmış iki kitap, terör örgütünün propagandasını içeren
çok sayıda kitaplar ve terör örgütü liderini öven pankartların bulunduğu,
dosyadaki tutanaklardan anlaşılmıştır. 11- DTP İstanbul Arnavutköy Belde
Teşkilat Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP İstanbul Arnavutköy belde teşkilat
binasında 4.9.2006 tarihinde (bu tarih iddianamede 11.9.2006 olarak yazılmıştır)
yapılan yasal aramada; duvardaki panolarda teröristbaşı Öcalan’ın resimleri,
yine panolara asılmış ve üzerinde “şehitler onurumuzdur, onurumuza sahip
çıkalım” yazısı bulunan öldürülen teröristlerin resimleri, elinde roketatar
ve kalaşnikof tüfek bulunan iki kadın teröriste ait resimler, terör örgütü
liderinin yazdığı “Halk Cumhuriyetine Doğru” isimli bir kitap ile toplam
ondört sayfadan oluşan terör örgütü lideriyle yapılan üç ayrı görüşme
notlarının bulunduğu, dosyadaki tutanak ve belgelerden anlaşılmıştır. 12- DTP İstanbul Bağcılar İlçe Teşkilat
Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler Terör örgütünün üst düzey
yöneticilerinin toplantı yaptıkları ihbarı üzerine DTP Bağcılar ilçe teşkilat
binasında 5.11.2006 tarihinde yapılan yasal aramada; binada ikiyüz kişinin
toplantı halinde bulunduğu, bu kişiler arasında haklarında terör suçlarından
dolayı arama kararı olan kişilerin bulunduğu tespit edilmiş, ayrıca, terör
örgütü mensuplarının kırsal alanda çekilmiş fotoğrafları, terör örgütü
liderinin çeşitli ebatlarda çekilmiş resimleri ve posteri, terörist ve
teröristbaşı Öcalan’ın çerçevelenmiş resimleri, 10 adet “PKK’nın yeniden inşa
bildirgesi” başlıklı yazılar, 18 adet terör örgütünün sözde yürütme konseyi
KKK’nın bildirgeleri, terör örgütü liderinin yazdığı 8 adet kitap, haklarında
toplatma kararı bulunan kitap ve dergiler, ölen bir terörist için açılan
taziye defteri, terör örgütü liderinin verdiği talimatlar sonucu 20 Mart 2005
tarihinden sonra PKK terör örgütünün yeni dönem stratejisinin anlatıldığı
“kep out” isimli bir ajanda, terör örgütü liderinin notlarından derlendiği
belirtilen bilgisayar çıktılarının bulunduğu, dosyadaki tutanak ve
belgelerden anlaşılmıştır. 13- DTP İstanbul Sultanbeyli İlçe
Teşkilat Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler DTP Sultanbeyli İlçe Teşkilat binasında
11.3.2007 tarihinde yapılan yasal aramada; üzerinde “9 Ekim komplosunu
nefretle kınıyoruz – kürt sorununda çözüm gücü Öcalan’dır – derhal diyalog
kurulsun” yazılı bir adet pankart, duvardaki panoya iliştirilmiş PKK kamplarında
çekilmiş bir fotoğraf ile terör örgütü liderinin bazı sözlerini içeren
çeşitli gazete küpürleri, terör örgütü liderinin yazdığı “KONGRAGEL” isimli
bir kitap ile terör örgütü ve lideri hakkında yazılmış birkaç kitabın
bulunduğu, dosyadaki tutanak ve belgelerden anlaşılmıştır. 14- DTP Mardin Kızıltepe İlçe Teşkilat
Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler Daha önce güvenlik kuvvetlerince 14
teröristin öldürülmesini protesto amaçlı olarak 1.4.2006 tarihinde (bu tarih
iddianamede 2.4.2006 olarak yazılmıştır) DTP tarafından düzenlenen basın
açıklamasının şiddet eylemlerine dönüşmesi, parti binasından taş atılması ve
bir polis memurunun tabancasının gasp edilip, güvenlik kuvvetlerinin üzerine
ateş açılması üzerine merciinden izin alınarak girilen DTP Kızıltepe İlçe
binasında yapılan aramada; üzerinde “Bizler Türkiyeliyiz ama kürdüz,
önderimiz Abdullah Öcalandır” yazılı sağ ve solunda terör örgütü liderinin
resminin bulunduğu bez pankart, üzerinde terör örgütünün faaliyetlerini övücü
yazıların bulunduğu 6 adet döviz, üzerinde Öcalan’ın resimlerinin bulunduğu 6
adet karton, 10 adet terör örgütü mensuplarının kırsal alanda çekilmiş
fotoğrafları ile çeşitli resmi makamlara gönderilmek üzere yazılmış “Abdullah
Öcalan’ı bir siyasi irade olarak görüyor ve kabul ediyorum” şeklinde 500 adet
dilekçe örneğinin bulunduğu, dosyadaki tutanak ve diğer delillerden
anlaşılmıştır. 15- DTP Ağrı Doğubayazıt İlçe Teşkilat
Binasında Ele Geçirilen Yayın, Eşya ve Diğer Belgeler PKK terör örgütü üyesi olmaktan
kesinleşmiş mahkûmiyeti bulunan Ahmet Özbay isimli kişinin DTP Doğubayazıt
İlçe teşkilatını kurma çalışmalarını yürütmek için kullandığı binada hakim
kararıyla 24.2.2006 tarihinde yapılan yasal aramada; PKK terör örgütü
elebaşısına ait resimler, üzerinde Abdullah Öcalan’ın resminin bulunduğu afiş
ve “Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine” başlıklı ve içeriğinde “Ben bir
Kürdistanlı olarak, Kürdistan’da sayın Abdullah Öcalan’ı bir siyasal irade
görüyor ve kabul ediyorum” şeklinde ifade bulunan dilekçe örneklerinin
bulunduğu, dosyadaki belgelerden bu kişinin Erzurum Devlet Güvenlik
Mahkemesinin E. 1997/21, K. 1999/21 sayılı kararıyla PKK terör örgütü üyesi
olma suçundan dolayı 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkum edildiği, söz
konusu kararın Yargıtay 9. Ceza Dairesince onaylandığı ve cezasının bir
kısmının infaz edildiği de anlaşılmıştır. Davalı Parti’nin çeşitli il, ilçe ve
belde teşkilatı binalarında değişik tarihlerde yapılan yasal aramalarda; PKK
terör örgütü liderinin, güvenlik kuvvetlerince öldürülen teröristlerin ve
halen kırsalda mücadele eden teröristlerin fotoğraflarının duvarlara ya da
panolara asıldığının tespit edildiği, bazı yerlerde bunlar için özel bölümler
oluşturulduğu, aralarında terör örgütü liderinin yazdığı ve haklarında
yasaklama kararı bulunan terör örgütünün propagandasını içeren çok sayıda
yayının, terör örgütünün aldığı kararlar ya da yayımladığı bildirilerin,
terör örgütü liderinin avukatlarıyla yaptığı görüşme notlarının, terör örgütü
veya liderinin propagandasını içeren pankartlar, dövizler, afişler ve görüntü
kayıtlarının bulunduğu, yasadışı gösterilerde kullanılmak üzere hazırlanmış
molotof kokteylleri ve çeşitli saldırı malzemelerinin ele geçirildiği dosya
kapsamından anlaşılmıştır. §-
DAVALI PARTİ VE MENSUPLARI TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLEN TOPLANTI VE GÖSTERİLER 1- 12.12.2006
Tarihinde İstanbul’da Yapılan DTP Gençlik Meclisi Birinci Olağan Kongresi 12.12.2006 tarihinde İstanbul’da yapılan
DTP Gençlik Meclisi Birinci Olağan Kongresi sırasında; salon önünde toplanan
grup tarafından PKK örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın posterlerinin asıldığı,
terör örgütünü övücü mahiyette sloganlar atıldığı, çatışmada ölen bölücü
terör örgütü üyelerinin posterleri asıldığı, topluluk tarafından “Öcalan
selam selam İmralı’ya bin selam”, “Dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan”,
“Öcalan’sız dünyayı başınıza yıkarız”, “Öcalan siyasi irademizdir”, “PKK
halktır halk buradadır” gibi terör örgütünü ve liderini övücü, şiddet içerik
ve çağrılı mahiyette sloganların atıldığı, topluluk içerisinde yüzlerini bezlerle
kapatan kişilerce PKK/KONGRA-GEL terör örgütünü simgeleyen bez parçası ile
terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın bez posterlerinin salon içerisinde
toplantı süresince açıldığı, parti yöneticileri ve divan heyeti tarafından bu
konuda her hangi bir uyarının yapılmadığı dosyadaki tutanaklar ve CD
görüntülerinden anlaşılmıştır. DTP Gençlik Meclisinin 1. Olağan
Kongresinde yoğun bir şekilde gerçekleşen ve terör örgütünün propagandası niteliğindeki
eylemlere karşı parti yöneticileri ve divan heyeti tarafından hiçbir
müdahalede bulunulmaması, davalı Parti ile PKK terör örgütü arasındaki
bağlantıyı ortaya koymaktadır. 2- 21.3.2007 Tarihinde Mersin DTP İl
Yönetimi Öncülüğünde Düzenlenen Miting DTP Mersin il yönetimi öncülüğünde
21.3.2007 tarihinde il merkezinde “Nevruz Şenliği” adı altında organize edilen
yasal miting sırasında; yüzleri kapatılmış bazı şahıslarca terör örgütü
liderinin resimlerinin ve terör örgütünün sözde bayrağının miting alanında
dolaştırıldığı, DTP Mersin merkez ilçe yönetim kurulu üyesi Hediye Bakrak’ın
topluluğu ölen teröristler için saygı duruşuna davet ettiği, miting
alanındaki topluluğun “biji serok Apo”, “Şehit namırın”, “Dişe diş kana kan
seninleyiz Öcalan”, “PKK’ya uzanan eller kırılsın”, “Apo’ya uzanan eller
kırılsın” şeklinde terör örgütü ve lideri lehine yasadışı sloganlar attığı,
miting alanında bazı kişilerce üzerinde “Yaşasın halkların ordusu
HPG-APO-KKK-PKK” ve “Gençlik Apo’nun fedaisidir” şeklinde ibareler bulunan
bez pankartların dolaştırıldığı, yine bazı kişilerce “Kerkük Kürdistanın
kalbidir”, “HPG zehirin panzehiridir” ve “Öcalan’ı istiyorum” yazılı
dövizlerin açıldığı, miting izleme tutanağı ve izlenen CD görüntülerinden
anlaşılmıştır. DTP Mersin il yönetimi öncülüğünde
organize edilen miting sırasında, hükümet komiserince yapılan uyarı ve ikazlar
üzerine tertip heyetinin sadece bir kez uyarı yapmakla yetinmesi, terör
örgütü propagandası niteliğindeki eylemlere karşı parti yöneticileri ve divan
heyeti tarafından yeterli müdahalede bulunulmaması, davalı Parti ile PKK
terör örgütü arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktadır. 3- 01.09.2006 Tarihinde DTP Van İl
Yönetimince Van İlinde Organize Edilen “1 Eylül Dünya Barış Günü” Konulu
Miting DTP Van il yönetimi tarafından 1.9.2006
gününde Van’da organize edilen “1 Eylül Dünya Barış Günü Mitingi”nde; ölen
teröristler için saygı duruşunda bulunulduğu, topluluk tarafından “biji serok
Apo”, “şehitler ölmez”, “dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan” şeklinde
sloganlar atıldığı, PKK terör örgütü üyelerinin resimlerinin bulunduğu bir
dövizin açıldığı, polis tarafından yapılan uyarıların düzenleme kurulu
tarafından dikkate alınmadığı, dosyadaki tutanaklar, CD çözüm tutanakları ve
izlenen CD görüntülerinden anlaşılmıştır. DTP Van il yönetimince organize edilen
miting sırasında, terör örgütü propagandası niteliğindeki eylemlere karşı
parti yöneticileri ve tertip komitesi tarafından müdahalede bulunulmaması,
davalı Parti ile PKK terör örgütü arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktadır. §-
DİĞER EYLEMLER 1- Terör Örgütü Yöneticisi Olmak
Suçundan Mahkum Olan Nurettin Demirtaş’ın Parti Genel Başkanlığı Görevine
Seçilmesi 8.11.2007 tarihinde yapılan DTP’nin 2.
Olağanüstü Büyük Kongresinde genel başkanlığa seçilen Nurettin Demirtaş’ın
İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinin 11.10.1995 gün ve 1993/134 esas, 1995/178
sayılı kararı ile terör örgütü yöneticisi olmak suçu nedeniyle 18 yıl 9 ay
ağır hapis cezası ile cezalandırıldığı, söz konusu mahkûmiyetinin 5237 sayılı
yasa yönünden İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 30.6.2005 tarihli kararıyla
5237 sayılı yasanın 314/1. maddesi gereğince 12 yıl 6 ay hapis cezasına
indirilmesi sonucu 1.6.2005 tarihinde şartla tahliye edildiği anlaşılmıştır. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun
3. maddesine göre bu kişinin mahkum olduğu suç bir terör suçudur. 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu’nun 11. maddesinde terör eyleminden mahkum olanların
siyasi partilere üye olamayacakları ve üye kaydedilemeyecekleri açıkça
belirtilmesine rağmen hakkında terör örgütü yöneticisi olmak suçundan mahkûmiyet
kararı bulunan Nurettin Demirtaş’ın davalı DTP’nin 2. Olağanüstü Büyük
Kongresinde genel başkanlığa seçilmesi, davalı Parti’nin terör örgütü ile
bağlantısını ortaya koymaktadır. 2- Terör Örgütüne Yardım Etmek Suçundan
Mahkum Olan Arif Yayla’nın DTP Gaziantep İli Şehitkamil İlçesi İlçe Yönetim
Kurulu Üyesi Olarak Görev Yapması DTP Gaziantep Şehitkamil ilçesi yönetim
kurulu üyesi olarak görev yapan Arif Yayla, Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesinin
1.3.2006 günlü, E.2004/217, K.2006/39 sayılı kararı ile yasadışı silahlı
terör örgütünün hal ve sıfatını bilerek örgüte yardım etmek suçundan 765
sayılı TCK’nun 169., 59/2. ve 3713 sayılı Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 3
yıl 9 ay hapis cezasına mâhkum edilmiş ve söz konusu hüküm Yargıtay 9. Ceza
Dairesinin 4.4.2007 günlü, E.2006/8476, K.2007/2869 sayılı ilamı ile onanarak
kesinleşmiştir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun
4. maddesine göre bu kişinin mahkum olduğu suç bir terör suçudur. 2820 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu’nun 11. maddesinde terör eyleminden mahkum olanların
siyasi partilere üye olamayacakları ve üye kaydedilemeyecekleri açıkça
belirtilmesine rağmen parti yönetimine getirilmiştir. Davalı Parti tarafından
Arif Yayla’nın mahkûmiyetine konu olayın Parti’nin kuruluşundan önce olduğu,
halen birçok partide hüküm giymiş birçok kimsenin bulunduğu ileri sürülmüş
ise de, adı geçen şahsın mahkumiyeti ile sabit olan terör örgütü bağlantısına
rağmen DTP Gaziantep Şehitkamil İlçesi yönetim kurulu üyeliğine getirilmesi
davalı Parti’nin terör örgütü ile bağlantısını ortaya koymaktadır. 3- 15.2.2006
ilâ 31.3.2006 Tarihleri Arasında Malatya’da Yapılan Yasadışı Gösterilerde
Slogan Atılması, Öldürülen Terörist Cenazelerinde Olay Çıkarılması, Öcalan
İçin Parti Binasında Açlık Grevi Organize Edilmesi Eylemleri DTP Malatya il yöneticisi ve parti üyesi
olan kişilerin; - 15.2.2006 gününde, Malatya’da bir
caddede toplanarak ellerinde meşalelerle yürüyüşe iştirak edip “biji serok
apo”, “vur gerilla vur, kürdistanı kur”, “dişe diş kana kan seninleyiz
Öcalan” ve “selam İmralı’ya bin selam” şeklinde sloganlar atarak yasadışı gösteri
yaptıkları, “…15 Şubat kürtler
tarafından lanetli gün ilan edildi… tek irade Abdullah Öcalan’ın kendisidir,
süreç böyle devam ederse Malatya’da apocu gençlik insiyatifi yine eylemlerini
düzenlemek için sürekli sokaklarda olacaktır…” biçimindeki bildiriyi
okudukları, - 26.3.2006 gününde, güvenlik
kuvvetlerince öldürülen 14 teröristin cenazelerinin Malatya Devlet Hastanesi
morgundan alınması sırasında “dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan, şehit
namırın, gençlik cepheye misillemeye, HPG cepheye misillemeye, amed şehitler
sana emanet, amed şehitlerine sahip çık, PKK halktır halk burada, katil
devlet hesap verecek, gençlik Apo’nun fedaisidir, biji serok Apo, Öcalan’sız
dünyayı başınıza yıkarız, dağlarda arama apocular her yerde, hepimiz birer
gerillayız” şeklinde slogan attıkları, - 31.3.2006 gününde, güvenlik
kuvvetlerince öldürülen bazı teröristlerin cenazelerinin teslimi sırasında
DTP Malatya il yönetim kurulu üyelerinin de içinde bulunduğu topluluğa
hitaben yaptıkları basın açıklamasında “…Muş-Bingöl
kırsalında 14 gerilla kimyasal silahlarla şehit düşürüldü… İran, Suriye ve
Irak kürdistanında şehit düşen gerillalar aileleri buraya geldikleri halde
verilmemektedir… biz demokratik kurumlar onlara siyasi bir parti olarak
sürekli kendi ölülerimizi şehitlerimizi savunacağız…” şeklinde
konuştukları, dosyadaki CD izleme ve tespit tutanakları, çekilen fotoğraflar,
olay yeri tespit tutanakları ile izlenen CD görüntülerinden anlaşılmıştır. DTP Malatya il yöneticisi ve parti üyesi
sıfatını taşıyan bazı kişilerin farklı tarihlerde ve çeşitli vesilelerle
organize edilen gösterilerde rol aldıkları, bölücü amaçlı terör örgütüne ve
eylemlerine açık destek sağladıkları ve terör örgütünün propagandasını
yaptıkları dikkate alındığında, davalı Parti ile terör örgütü arasındaki
bağlantının ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. 4- DTP’li 56 Belediye Başkanının Terör
Örgütünün güdümünde yayın yaptığı anlaşılan ROJ TV Yayınlarının
Durdurulmaması İçin Girişimlerde Bulunmaları DTP’li 56 Belediye Başkanının PKK terör örgütünün
güdümünde yayın yaptığı anlaşılan ROJ TV’nin yayınlarının durdurulmaması
amacıyla Danimarka Hükümetine 21.12.2005 günlü bir mektup yazdıkları,
dosyadaki belgelerden anlaşılmıştır. Danimarka Başbakanına hitaben yazılan
mektup içeriği şöyledir: “Bu mektup Roj
Tv hakkında süregelen tartışmalar ve gelişmeler karşısında duyduğumuz
endişeleri ifade etmek için kaleme alınmıştır. Türkiye’de çoğunlukla kürt
nüfusun yaşadığı bölgelerdeki 56 Demokratik Toplum Partisi (DTP) üyesi
belediye başkanı olarak, Roj Tv davasının uluslararası düzlemde Türk hükümeti
tarafından ele alınış tarzını çerçeveleyen anti-demokratik yaklaşımlar
konusunda ciddi kaygılarımız var. Maalesef, Türkiye ve Avrupa medeniyeti
arasında basın ve ifade özgürlükleri konularında halen esaslı farklar mevcut
olduğunu görüyoruz. Roj
Tv’nin yayınlarını Avrupa’dan sürdürmek zorunda kalması bizi de rahatsız
etmektedir. Bu durum Türkiye sınırları dahilinde serbest Kürtçe yayın
yapılmasını engelleyen anayasal ve yasal mevzuatların direkt bir sonucudur.
Avrupa Birliğine uyum sürecinde Türkiye Kürtçe yayın hakkını tanımış, ancak
bu haklar sadece devlet televizyonunda haftada bir yapılan 45’er dakikalık
programlarla sınırlı kalmıştır. Kürtçe yayın yapmak isteyen özel yerel
televizyon kanalları ise halen yasal ve çoğunlukla da keyfi idari engellerle
karşı karşıyadır. Uluslararası düzlemlerde de birinci elden bilindiği üzere,
ifade özgürlüğü kısıtlamaları Türkiye’deki her tür kültür, dil ve kimlik
farklılıklarını bastırma üzerine kurulu mevcut otoriter siyasi geleneğin yapı
taşlarından birini oluşturmaktadır. Bizim Türkiye’den beklentimiz Kopenhag
kriterlerinde belirtilen siyasi kriterlere uyması ve bunun için gereken
düzenlemeleri yerine getirmek üzere çalışmalar yapmasıdır. Dolayısıyla, Roj
Tv’yi kapatmaktan ziyade, umut ediyoruz ki Türkiye nihai olarak Roj Tv’nin
sesini yasallaştıracak, benimseyecek ve hatta yapıcı parçalarından biri
olacaktır. Dileğimiz odur ki birgün Roj Tv başka hiçbir yerden değil, bizzat
İstanbul, Ankara ya da Diyarbakır’dan yayın yapabilecek ve Türk hükümetinin
de desteğiyle kurulmuş birçok Kürtçe yayın yapan televizyon kanallarından
biri olacaktır. Roj
Tv’nin Türkiye içinde ve dışında milyonlarca seyircisi olduğu bilinen bir
gerçektir. Tv kanalının yayın politikasının ya da programlarının içerik ve
argümanlarını benimseyip benimsememek bir tartışma konusu olabilir. Serbest
bilgi ve fikir dolaşımının siyasal tartışmaları besleyen ana damar olduğu göz
önüne alındığında bu konular her zaman ve açıkça tartışılmalıdır da. Fakat
Roj Tv’nin kapatılması Türkiye’de hakikatli bir çoğulcu ve demokratik yaşam
inşa edilmesi yönündeki çabalarımıza bir katkıda bulunmayacaktır. Mevcut
siyasal durumda, Roj Tv’nin Avrupa demokratik medeniyetinin mihenk
taşlarından biri olan fakat henüz Türkiye’de tam olarak sağlanamamış ifade
özgürlüğünün gelişmesi yolunda yapıcı ve olumlu bir çabayı temsil ettiğine
inanıyoruz. Türkiye’de
gerçek bir demokratik hayatın yeşerebilmesi için, Roj Tv’nin sesi
susturulmamalıdır. Bu, yerel yönetimler düzeyinde temsil ettiğimiz insanların
samimi ve ortak talebidir. Bu sesin ortadan kaldırılması demokrasi, insan
hakları ve demokratik medeniyetin temel özgürlükleri için verilen mücadelede
önemli bir mekanizmanın kaybedilmesi anlamına gelecektir. Saygılarımızla.” Dosya içeriğinden, Danimarka’dan yayın
yapan ROJ TV’nin terör örgütünün güdümünde faaliyet gösterdikleri gerekçesiyle
İngiltere ve Fransa tarafından yayın lisansları iptal edilen MED TV ve MEDYA
TV’nin devamı niteliğinde bir yayın kuruluşu olduğu, ROJ TV yönetim kurulu
başkanı Abdullah Hicap’ın PKK/KONGRA-GEL terör örgütünün yürütme kurulu üyesi
bulunduğu anlaşıldığından, ROJ TV’nin PKK terör örgütünün yayın organı olduğu
konusunda hiçbir şüphe kalmamaktadır. Söz konusu TV’nin bilinen bu özelliğine
rağmen DTP’li Belediye Başkanlarının bu televizyona sahip çıkmaları ve bu
amaçla bir araya gelip mektup yazmaları ve eylemin davalı parti yöneticileri
tarafından uygun görülmesi, davalı parti ile PKK terör örgütünün bağlantısını
ortaya koymaktadır. §-
DAVALI PARTİNİN YÖNETİCİ VE ÜYELERİNİN EYLEMLERİ İddianamede eylemlerine yer verilen
kişilerin davalı Parti üyesi olup olmadıkları Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığından
sorularak, gönderilen liste ve belgelerden davalı Parti üyesi oldukları
belirtilen kişilerin eylemleri değerlendirmede esas alınmıştır. 1- Abdülkadir Fırat, Halit Kahraman ve
Mehmet Salih Sağlam’ın Eylemleri Güvenlik kuvvetlerince öldürülen PKK
teröristlerinin cenaze törenlerinde çıkan olaylara destek olunması amacıyla
eylemler yapılmasına yönelik terör örgütü tarafından internet aracılığıyla
yapılan çağrılar üzerine harekete geçen DTP Ceylanpınar İlçe Başkanı olan
Halit Kahraman, İlçe yönetim kurulu üyeleri Mehmet Salih Sağlam ve Abdülkadir
Fırat’ın 3.4.2006 tarihinde Ceylanpınar ilçe merkezinde kepenk kapatma
eylemine katılmayan esnafları tespit edip bu kişilere terör örgütünün kepenk
kapatılması hususundaki talimatlarını ileterek işyerlerinin kepenklerini
kapatmaları konusunda uyardıkları, iş yerleri açık olan kişileri tehdit
ettikleri ve bu esnada güvenlik kuvvetlerince suçüstü yakalandıkları,
dosyadaki bilgi ve belgelerden anlaşılmıştır. DTP Ceylanpınar ilçe başkanı ve ilçe
yönetim kurulu üyesi sıfatını taşıyan bu şahısların, terör örgütünün kepenk
kapatma yönündeki talimatının uygulanması yönünde çaba sarf etmeleri, kepenk
kapatma eylemine katılmayan esnafları tespit ederek onları işyerlerinin
kepenklerini kapatmaları konusunda uyarmaları ve iş yerleri açık olan
kişileri ise tehdit etmeleri, bu kişilerin terör örgütü ile bağlantılarını ve
işbirliğini ortaya koymaktadır. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda da, bu kişilerin eylemi terör örgütüne
bilerek ve isteyerek yardım etmek suçu olarak kabul edilmiş ve sözkonusu
Mahkemenin 28.11.2006 günlü, E.2006/58, K.2006/219 sayılı kararıyla bu kişilerin
TCK’nun 314/3. ve 220-7. maddeleri yollamasıyla aynı Yasa’nın 314/2., 61.,
62/2. ve 3713 sayılı Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 6 yıl 3’er ay hapis
cezası ile cezalandırılmalarına karar verilmiştir. 2- Ahmet Ay’ın Eylemi PKK terör örgütü elebaşısının
zehirlendiği iddiaları üzerine örgütün yayın organlarınca gösteriler
yapılması çağrısına uyan Mersin’deki 150 – 200 kişilik bir gurubun “biji serok apo, HPG Mersin’e- biji
Kürdistan – Öcalan’sız yaşatmayacağız, Öcalan Öcalan” biçiminde terör
örgütü ve lideri lehine Kürtçe sloganlar atması ve terör örgütünü simgeleyen
bez parçalarının taşınması şeklinde gerçekleştirdiği yasadışı gösteri
sırasında, DTP Mersin İl Yönetim Kurulu Üyesi olan Ahmet Ay’ın topluluğu
yönlendirdiği ve slogan attırdığı, dosyadaki CD çözüm tutanakları, olay
tutanağı, fotoğraflar ve izlenen CD görüntülerinden anlaşılmıştır. Bu kişinin ayrıca, güvenlik
kuvvetlerince terör örgütüne yönelik operasyonlarda yakalanan ve adli
makamlarca tutuklanan Emin Konar isimli şahsın üzerinde ele geçirilen
“Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine, Avrupa Konseyine, Türkiye
Cumhurbaşkanlığına, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına, TBMM Başkanlığına”
hitaben yazılmış ve içeriğinde “Ben bir
Kürdistanlı olarak, Kürdistan’da sayın Abdullah Öcalan’ı siyasal irade olarak
görüyor ve kabul ediyorum.” cümlesi bulunan toplu dilekçeyi de
imzaladığı, dosyadaki belgelerden anlaşılmıştır. DTP Mersin il yönetim kurulu üyesi olan
Ahmet Ay’ın gerek terör örgütü liderinin zehirlendiği iddiaları üzerine
örgütün yaptığı eylem çağrısına uyarak yasadışı gösteriyi organize etmesi ve
gerekse terör örgütü liderini siyasi önder olarak gördüğünü belirten
dilekçeyi imzalaması, bu kişinin terör örgütüyle olan bağlantısını ve terör
örgütü liderine bakış açısını ortaya koymaktadır. Nitekim, Adana 8. Ağır Ceza Mahkemesince
yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin eylemi “terör örgütü adına suç
işlemek” ve “terör örgütünün propagandasını yapma” suçları olarak kabul
edilmiş ve söz konusu Mahkemenin 9.6.2008 günlü ve E.2007/93 sayılı kararıyla
3713 sayılı Yasa’nın 2/2., 5. ve 7/2. maddeleri uyarınca sonuç olarak 6 yıl
13 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. 3- Ahmet Türk’ün Eylemleri a- 18.1.2006 gününde Diyarbakır’da DTP
Yöneticilerinin ve Belediye Başkanlarının Katıldığı Toplantıda Yaptığı Basın
Açıklaması 18.1.2006 tarihinde, DTP Genel Başkanı
olan Ahmet Türk, Diyarbakır’da DTP yöneticilerinin ve belediye başkanlarının
katıldığı toplantıda yaptığı basın açıklamasında, “…kalıcı bir barış ve çözümün gerçekleşmesi, silahların tamamen
susması için oldukça yoğun çaba harcadığımız mevcut durumda sayın Öcalan
üzerindeki tecridin ağırlaştırılmasının toplumsal kaygıları çok daha
derinleştirdiği görülmektedir… Türkiye’de silahlı güçlerin ülke dışına
çıkarılmasında, 1999 yılında Türkiye’nin AB’ye aday ülke statüsüne
alınmasında ve genel olarak Kürt sorununun demokratik çözümünde sayın
Öcalan’ın rolü bugün herkes tarafından kabul gören bir realitedir… Açıktır
ki, tecridin ağırlaştırılması toplumda büyük endişeye yol açmaktadır. 7 yıla
yakın bir süredir tek kişilik İmralı özel cezaevinde tutulması yetmezmiş
gibi, hem ulusal hem de uluslararası hukukun kendisine tanıdığı haklar bile
maalesef kullandırılmamaktadır. İletişim ve haber alma hakkı yeterince
tanınmadığı gibi ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmemektedir. Son olarak
verilen hücre cezasını bulunduğu yer dikkate alındığında hukuk ve insaf
ölçüleriyle bağdaştırmak olanaklı değildir. Zaten tek kişilik hücrede kalan
Abdullah Öcalan’a bu cezasının nasıl verilebildiği anlaşılmamaktadır…” şeklinde
ifadeler kullandığı, basın açıklaması metni, tutanak ve CD görüntülerinden
anlaşılmıştır. DTP Genel Başkanı sıfatını taşıyan Ahmet
Türk’ün yaptığı basın açıklamasında, terör örgütü liderinin Kürt sorunu ve
Türkiye’nin AB üyeliği konusunda oynadığı rolden takdirle söz etmesi ve terör
örgütü liderinin kaldığı cezaevinde maruz kaldığı sorunları tecrit olarak
nitelendirip bunu kamuoyuyla paylaşması, davalı Parti’nin terör örgütü ve
liderine siyasi ve ideolojik yönden bağlılığını göstermektedir. Nitekim, Diyarbakır 1. Sulh Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda da Ahmet Türk’ün bu sözleri suç ve
suçluyu övmek suçu kapsamında görülmüş ve söz konusu Mahkemenin 28.2.2007
günlü, E.2006/548, K.2007/49 sayılı kararı ile TCK’nun 215/1 maddesi uyarınca
6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. b- 4.8.2007 Tarihinde TBMM’de Yeminler
Yapılırken Meclis Bahçesinde NTV İsimli Televizyon Kanalına Verdiği
Röportajdaki Beyanları 22 Temmuz 2007 seçimlerine bağımsız aday
olarak girerek milletvekili seçilen ve daha sonra DTP’ye katılan Ahmet Türk,
4.8.2007 tarihinde TBMM’de yeminler yapılırken Meclis bahçesinde NTV isimli
televizyon kanalına verdiği röportaj sırasında “…şimdi mesele sorunu çözmekse benim etkili olabilecek bir konumda
olmam lazım, yani birilerine işte kınıyorum, terörist dediğim zaman benim ne
etkim ne kadar kalır, sorunun çözümüne ne kadar katkım olur. Şimdi bunları
doğru tartışmak lazım….biz gerçekten bu şiddetin, bu kanın durmasını
istiyoruz ama ne geliyor benimle pazarlıklar yapılıyor, gelin önce kınayın
diyor, kınadıktan sonra benim ne etkim olur halk üzerinde…” şeklinde
beyanda bulunduğu, CD çözüm tutanağı ile CD görüntülerinin izlenmesinden
anlaşılmıştır. DTP Mardin milletvekili olan Ahmet
Türk’ün yaptığı konuşmada, terör örgütünün eylemlerini kınayamayacağını beyan
etmesi ve bu kişinin milletvekili seçilmeden önce ve sonrasında davalı
Partinin genel başkanlığı görevini ifa etmesi, kendisinin ve temsil ettiği
davalı Partinin terör örgütü ile bağlantısını göstermektedir. 4- Ali Bozan’ın Eylemleri a- 15.2.2006 Gününde Yaptığı Basın
Açıklaması 15.2.2006 tarihinde Abdullah Öcalan’ın
Kenya’dan ülkemize getirilişini protesto etmek amacıyla DTP Mersin il
yönetimi tarafından organize edilen gösteride il başkanı olan Ali Bozan tarafından
topluluğa hitaben okunan “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı bildiride, “…15 Şubat sadece sayın Öcalan’a ve
Kürtlere yönelik bir komplo değil, Türkiye halkları başta olmak üzere tüm
Ortadoğu’ya dayatılan uluslararası bir komplodur…Milliyetçiliği kışkırtmak,
bir halkın önderini tecritte ölüme mahkum etmek, linç kampanyaları
düzenlemek, çözümsüzlükten başka bir şey değildir. Tecrite bir an önce son
verilmesi ve sağlık kontrollerinin ciddiyetle yapılarak kamuoyuna açıklanması
acil bir ihtiyaçtır…” şeklinde ifadelere yer verildiği, bildirinin
altında “Demokratik Toplum Partisi Mersin İl Örgütü Adına DTP İl Başkanı Av.
Ali Bozan” ibaresinin bulunduğu, dosyadaki belge ve tutanaklardan
anlaşılmıştır. DTP Mersin il başkanı olan Ali Bozan’ın
terör örgütü liderinin yakalanışını protesto etmek amacıyla yapılan gösteride
okuduğu basın açıklamasında, PKK terör örgütü elebaşısı olan Abdullah
Öcalan’dan “Sayın Abdullah Öcalan” şeklinde söz etmesi, terörist başını bir
halkın önderi olarak kabul etmesi, terör örgütü liderinin kesinleşmiş ve
infaz edilmekte olan cezasını “tecritte ölüme mahkûm edilmek” olarak
nitelendirmesi ve bu açıklamayı davalı Partinin il örgütü adına yapması bir
bütün olarak değerlendirildiğinde, davalı Partinin PKK terör örgütü ve
liderine olan yakınlığını ortaya koymaktadır. Nitekim Mersin 3. Sulh Ceza Mahkemesince
yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin yukarıda belirtilen sözleri
nedeniyle 20.3.2008 günlü, E.2006/460, K.2008/450 sayılı kararıyla
mahkumiyetine karar verilmiştir. b- İntihar
Ederek Ölen Mehmet Alkan Adlı Teröristin Cenazesinin Teslim Alınması
Sırasında Yaptığı Konuşma DTP Mersin il başkanı olan Ali Bozan’ın
cezaevinde intihar ederek ölen Mehmet Alkan adlı teröristin cenazesinin
Mersin Tıp Fakültesinde yapılan otopsisinin ardından ailesine verilmek üzere
ambulansa konulduğu sırada orada toplanan ve “şehit namırın, güneşin yoldaşı
ölümsüzdür” şeklinde sloganlar atan topluluğa hitaben yaptığı konuşmada, “…Mehmet Alkan isimli arkadaşımız dün
Mersin Kapalı Cezaevinde kendisini feda ederek şehadet mertebesine
ulaşmıştır…” biçiminde beyanda bulunduğu, dosyadaki CD çözüm tutanağından
anlaşılmıştır. DTP Mersin il başkanı olan Ali Bozan’ın
kendisiyle hiçbir akrabalık bağı bulunmayan bir teröristin cenazesine sahip
çıkması ve bu terörist için “şehit” tabirini kullanarak onun terörist
eylemlerini kutsaması, terör örgütü mensuplarının ve eylemlerinin haklı
görüldüğünün açık bir ifadesidir. Nitekim, Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesince
yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin belirtilen sözleri suçluyu övme
suçu kapsamında değerlendirilmiş ve söz konusu Mahkemenin 6.12.2007 günlü,
E.2006/223, K.2007/174 sayılı kararıyla TCK’nun 215. maddesi uyarınca 10 ay
hapis cezasıyla cezalandırılmasına ve bu cezasının ertelenmesine karar
verilmiştir. 5- Aydın Budak’ın Eylemleri a- 14.1.2006 Gününde Memu-Zin Kültür
Merkezinde Yaptığı Konuşma Cizre Belediye Başkanı olan Aydın
Budak’ın 14.1.2006 tarihinde, Memu-Zin Kültür Merkezinde yaptığı konuşmada “…ve milyonlarca Kürdün siyasal iradesi
olan Öcalan’ı hücre hapsi cezasıyla cezalandırıyor, ailesi ile görüştürmeme
kararı alıyor, sayın Başbakanım kürt sorununu böyle mi çözeceksin, ama bilin
ki Kürtler sizin bu kirli oyununuzun farkındadır, bunu başaramayacaksınız ve
başaramayacaksınız. Sonunda Kürt iradesi galip gelecek, Türkiye’de demokratik
Cumhuriyetin gerekleri yerine getirilecek…” şeklinde sözler söylediği, dosyadaki CD çözüm tutanağından
anlaşılmıştır. DTP’li Cizre Belediye Başkanı olan Aydın
Budak’ın terör örgütü liderinden Kürtlerin siyasal iradesi olarak söz etmesi
ve bu kişinin cezaevinde maruz kaldığı muameleler konusunda eleştirilerde
bulunması, davalı Parti mensuplarının terör örgütü ve liderine karşı olan
yakınlıklarını ortaya koymaktadır. Nitekim, Cizre Asliye Ceza Mahkemesince
yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin belirtilen sözleri, örgütün ve
amacının propagandasını yapma suçu olarak kabul edilmiş ve söz konusu
Mahkemenin 9.6.2006 gün ve 2006/100-440 sayılı kararı ile TCK’nun 220/8-1.
maddesi gereğince 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. b- 16.6.2006 Gününde Cizre Belediyesi
Tarafından Organize Edilen Etkinlikte Sarf Ettiği Sözler DTP’li Cizre Belediye Başkanı Aydın
Budak’ın 16.6.2006 tarihinde Belediye tarafından organize edilen “Cizre’de
Kültür ve Sanat Günleri” konulu etkinlikte topluluğa hitaben yaptığı
konuşmada “…eğer bu Kürtler isyancı
olmuşlarsa, dağa çıkmışlarsa, suçlu buluyorsanız, bu suçun teşvikçileri de 80
yıldır bütün hükümetlerin suçudur… gerçek Kürtlerin kabul ettiği liderlerine
veyahut da insanlarını muhatap almadan bu sorunun çözülemeyeceği ortadadır,
onlarca ve pişmanlık yasalarıyla kimleri getirdiniz, kimleri dağdan
indirdiniz, ama İmralı’dan gelen bir çağrı ile Şemdinli’den gelen bir grup
teslim oldu… maalesef Türkiye bunları idamla yargıladı, oysa onlar barışın
elçileriydi…madem ki yasalarınızla kimseyi dağdan indiremediniz, İmralı
çağrısı ile inebiliyorlarsa İmralı’yı muhatap almak zorundasınız…”
şeklinde beyanda bulunduğu, dosyadaki CD ve CD çözüm tutanaklarından
anlaşılmıştır. DTP’li Cizre Belediye Başkanı olan Aydın
Budak’ın yaptığı konuşmada dağlarda bulunan teröristlerin isyancı olmalarının
haklı bir nedene dayandığını, terör örgütü liderinin Kürtler tarafından lider
kabul edildiğini ve bu kişinin devlet tarafından muhatap alınması gerektiğini
ifade etmesi, terör eylemlerinin meşru görüldüğünün ve terör örgütü liderinin
kendisi tarafından da lider olarak kabul edildiğinin açık bir göstergesidir. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin belirtilen sözleri
terör örgütünün propagandasını yapma suçu kapsamında kabul edilmiş ve söz
konusu Mahkemenin 20.5.2008 günlü, E.2007/372, K.2008/220 sayılı kararıyla
3713 sayılı Yasa’nın 7/2. maddesi uyarınca 10 ay hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir. c- 21.3.2007 Gününde Açık Havada
Kalabalığa Hitaben Yaptığı Konuşma DTP’li Cizre belediye başkanı Aydın
Budak’ın 21.3.2007 tarihinde Cizre’de yapılan Nevruz Kutlamaları sırasında
kalabalığa hitaben yaptığı konuşmada, “Her
şeyden önce diyoruz ki; merhaba İmralı, Nevruz bayramın kutlu olsun… Merhaba
direnişin kalesi Cizre-Botan Nevruzun kutlu olsun …hepimizin bildiği gibi
İmralı’da bir zehirlenme vardır. Üç devletin, üç Avrupa devletinin yaptığı
tahlillerle böyle bir iddiayı ortaya koydular. Türkiye Adalet Bakanı cevabında;
doktorlarını ve hiçbir şeyini adaya göndermeden… biz istiyoruz ki yalanlar
ortaya çıksın. Kaç günden beri Türkiye Adalet Bakanı, Türk doktorlarının da
raporlarını bu millete açıklamaya cesaret edememiştir. Biz istiyoruz ki
yalancılar bir an önce ortaya çıksınlar. Türkiye Adalet Bakanı mı yalan
söylüyor, yoksa İmralı’nın avukatları mı yalan söylüyor?.... Bugün
askerlerini bu hudutlara, Irak sınırına yürüterek Zagros’lara, Kerkük’lere
gitmek istiyorlar ve PKK’yı yok ekmek istiyorlar. Saddam’ın kimyasalları yok
edemedi. Amed zindanlarıyla Kürtleri yok edemediler Bugün istiyorlar ki
zehirlenmelerle, silahlarla, PKK’yı yok etsinler. Farz edelim ki PKK’yı yok ettiler… Biz bugün soruyoruz. Üç
buçuk milyon insan “Sayın Öcalan irademizdir” demiştir, bu insanlara ne
yapacaksınız? Bugün, milyonlarca insan, milyonlarca Kürtler bu meydanlarda ve
Kürt şehirlerinin meydanlarındaki milyonlarca insanı ne yapacaksınız? Bunları
da imha edebilecek misiniz? Yapamazsınız. Seksen yıldır, seksen yıldır bu
insanları Türkleştirmek istediniz. Yapamadınız. Bugünden sonrada yapamayacaksınız.
En büyük çaremiz, en büyük çaremiz; gelin bu tür şeyleri bırakalım Bu
oyunları, bu zehirlenmeleri bırakalım. Bu kavgayı bırakın. İmralı’nın
zehirlenmesi Kürt-Türk kardeşliğinin zehirlenmesidir. Hiç kimsenin Türk ve
Kürt kardeşliğine böyle çirkinlik ve kötülük yapma hakkı yoktur” şeklinde
beyanda bulunduğu, dosyadaki bilirkişi raporları, konuşma çözüm tutanağı ve
olay tutanağından anlaşılmıştır. DTP’li Cizre Belediye Başkanı olan Aydın
Budak’ın konuşmasında PKK ile Kürt halkı arasında bir bağ olduğunu, terör
örgütü liderinin milyonlarca insan tarafından siyasal bir irade olarak kabul
gördüğünü ifade etmesi ve güvenlik kuvvetlerince PKK’ya yönelik mücadeleyi
örgütün yok edilmesine yönelik eylemler olarak görmesi, terör örgütü ve
liderine olan yakınlığını göstermektedir. Nitekim, Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin belirtilen sözleri
terör örgütünün propagandasını yapmak suçu kapsamında görülmüş ve söz konusu
Mahkemenin 25.3.2008 günlü, E. 2007/233, K. 2008/87 sayılı kararıyla 3713
sayılı Yasa’nın 7/2. maddesi uyarınca iki yıl altı ay hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir. 6- Ayhan Karabulut’un Eylemi Batman il merkezinde 29-30.3.2006
tarihleri arasında dağıtılan Batman Demokratik Halk İnsiyatifi adına düzenlenmiş
bildiride, güvenlik kuvvetlerince 24.3.2006 tarihinde yapılan operasyonlar
sonucunda 14 PKK militanının öldürülmesini protesto etmek amacıyla esnafın
kepenk kapatmaya, işçi ve memurların işi durdurmaya, öğrencilerin okulları boykot
etmeye, halkın da kitlesel olarak DTP merkez ilçe binası önünde 30.3.2006
günü saat 10:00’da yapılacak olan basın açıklamasına davet edildiği,
bildirinin altında “14’ler Amed’in onurudur, onuruna sahip çık! Batman
Demokratik Halk İnsiyatifi” ibaresinin yer aldığı, aynı çağrının terör
örgütünün internet sitelerinde ve televizyon kanallarında da yapıldığı, DTP
Batman il başkanı olan Ayhan Karabulut’un 29.3.2006 tarihinde örgütün yayın
organı olan ROJ TV adlı yurtdışından yayın yapan televizyon kanalında halkı
30.3.2006 gününde DTP il binasından AKP binasına kadar yapılacak olan sözde
demokratik tepkiyi dile getirme yürüyüşüne davet ettiği, 30.3.2006 gününde
gerçekleştirilen yürüyüş sırasında yasadışı örgütün sözde bayraklarının
taşındığı, yasadışı örgütü ve liderini övücü mahiyette pankart ve fotoğraf
baskılı posterlerin bulunduğu, bazı kişilerin tanınmamak için yüzlerini maske
ile kapattıkları, DTP il başkanı Ayhan Karabulut’un da yasadışı gösteriye
katılanların en önünde bulunduğu, terör örgütünün duyurularına uymayarak
işyerlerini açan esnafın dükkânlarının ve bankaların göstericilerce zarara
uğratıldığı, bildiri metni ile dosyadaki CD görüntülerinden, CD çözüm
tutanaklarından, fotoğraflardan ve tutanaklardan anlaşılmıştır. DTP Batman il başkanı olan Ayhan
Karabulut’un, güvenlik kuvvetlerince PKK teröristlerinin öldürülmesi olayının
protesto edilmesine yönelik terör örgütünün yaptığı çağrıya uyarak yapılan
yasadışı gösteriye katılması, hatta kendisinin terör örgütünün yayın organı
olan ROJ TV’den bu çağrıyı yinelemesi ve yasadışı gösterinin başlangıç
noktasının DTP il binası olarak belirlenmesi, bu kişinin ve dolayısıyla
davalı Parti’nin PKK terör örgütüyle bağlantısını ortaya koymaktadır. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin yukarıda belirtilen eylemi
PKK silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına bilerek ve
isteyerek suç işleme suçu kapsamında görülmüş ve söz konusu Mahkemenin
31.12.2007 günlü, E. 2007/292, K. 2007/501 sayılı kararıyla TCK’nun 314/3. ve
220/6. maddelerinin yollamasıyla aynı Yasa’nın 314/2, 62. ve 3713 sayılı
Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına
karar verilmiştir. 7- Aysel Tuğluk’un Eylemleri a- 16.5.2006 Gününde Yapılan DTP Batman
İl Başkanlığının 1. Olağan Genel Kurulu Toplantısında Yaptığı Konuşma 16.5.2006 tarihinde yapılan DTP Batman
il başkanlığının 1. Olağan Genel Kurulu toplantısına katılan DTP Genel Başkan
Yardımcısı olan Aysel Tuğluk’un yaptığı konuşmada, “…sayın Başbakan diyor ki, PKK’yı terörist ilan edin sizinle
görüşelim, biz PKK’yı terörist ilan etsek de bu sorun çözülmez, sizin
terörist olarak nitelendirdiğiniz insanlar kimine göre kahramandırlar. Bizim
barış taleplerimize karşın sınıra askerler yığıldı, Abdullah Öcalan’a
terörist diyerek halkın karşısına çıkamayız, kürt halkı tercihini demokratik
mücadelede ortaya koydu, ama bir halka kendi dilini bile özgürce geliştirme
hakkı tanımazsanız bu politikanız şiddete zemin sunar…” şeklinde ifadeler
kullandığı dosyadaki, CD ve bunların çözüm tutanaklarına dayanılarak
hazırlanan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının 29.11.2006 günlü ve 2006/633
sayılı iddianamesinden anlaşılmıştır. DTP Genel Başkan Yardımcısı konumunda
bulunan Aysel Tuğluk’un PKK teröristlerinin bazı kesimlerce kahraman olarak
kabul edildiklerini ve bu nedenle terör örgütü liderine karşı terörist
diyerek halkın karşısına çıkamayacaklarını ifade etmesi, davalı Parti’nin üst
yönetiminin PKK terör örgütü ve liderine yakınlığını ortaya koymaktadır. b- 11.12.2006 Gününde Doğubayazıt
İlçesinde Partisince Düzenlenen Açık Hava Toplantısında Yaptığı Konuşma DTP genel başkan yardımcısı Aysel TUĞLUK’un
11.12.2006 tarihinde Doğubayazıt İlçesinde partisince düzenlenen “Barış
Mitingi”nde yaptığı konuşmada, “…Değerli
halkımız seksenbeş yıldır anti demokratik yasak rejimlerle yönetilen bu
ülkede en büyük zulüm Kürtler üzerinde uygulandı. Ancak Kürt sorununu sizler
yaratmadınız, bizler yaratmadık. Kürt sorunu Cumhuriyetin kuruluşundan
itibaren önümüzde durdu. Biz sadece bu sorunun çözümü çabasına girdik. Biz
müthiş bir güç dengesizliği içerisinde Kürt halkı kendi kimliği, kendi
kültürü, kendi onuru için direnmek durumunda kaldı…Yıllarca süren savaş Kürt
halkına da Türk halkına da çok şeyler kaybettirdi… şimdi karşımızda bir
fırsat var. PKK ateşkes ilan etti, demokratik çözümlere, barışçıl çözüme
hazır olduğunu ifade etti, DTP olarak biz bu yöndeki iradeyi önemli
buluyoruz. Peki, soruyoruz seksenbeş yıldır Kürtleri inkar edenler hain diye,
bölücü diye neredeyse Türk halkıyla düşman haline getirmek isteyenler çözüme
hazırlar mı? Değerli halkımız, görüyoruz ki çözüme hazır değiller. Halen operasyonlar
devam ediyor, halen dağlarda kardeşlerimiz yaşamlarını kaybediyor, halen
tecrit devam ediyor…Kürtleri görmezseniz, seçeneksiz bırakırsanız, işte o
zaman çirkin bir bölünme sorunu ile karşı karşıya kalırsınız. Kürtler artık
uluslararası alanda statü kazanmaya başlamışlardır. Halen demokratik çözüm
şansı sürüyorsa şiddeti körükleyerek ayrılıkçığa zorlamanın vebali
kaldırılamayacak kadar ağır olacaktır…” şeklinde ifadeler kullandığı,
konuşmasının sık sık topluluk tarafından atılan “biji serok Apo, baskılar
bizi yıldıramaz” biçimindeki sloganlarla kesildiği, dosyadaki olay tutanağı,
CD ve CD çözüm tutanaklarından anlaşılmıştır. DTP genel başkanı yardımcısı Aysel
Tuğluk’un partisinin ilçe teşkilatı tarafından düzenlenen mitingde yaptığı konuşmada,
PKK terör örgütünün yaptığı eylemleri Kürt halkının kendi kimliği, kültürü ve
onuru için yaptığı bir direniş ve savaş olarak gördüğünü ve Kürtlerin
görmezden gelinmesi durumunda şiddetin ve bölünmenin gerçekleşeceğini ifade
etmesi ve dağlarda bulunan terör örgütü üyelerinden kardeş olarak söz etmesi,
davalı Parti’nin genel başkan yardımcısı sıfatını taşıyan bu kişinin terör
örgütünün eylemlerini meşru olarak gördüğünün ve terör örgütü üyelerini
terörist olarak kabul etmediğinin açık göstergesidir. c- 21.3.2007 Gününde Van İlinde
Düzenlenen Nevruz Mitingi Sırasında Yaptığı Konuşma DTP Genel Başkan Yardımcısı Aysel
Tuğluk’un söz konusu miting sırasında yaptığı konuşmada, “…Sevgili halkımız, saygıdeğer halkımız, çok tehlikeli oyunlar
oynanıyor, sayın Öcalan, evet evet sevgili halkımız, saygıdeğer halkımız
sayın Öcalan’ın zehirlenmesi yönündeki iddialara karşı hükümetin, Adalet
Bakanlığının yaptığı, açıkladığı raporlar, halkımızı, kamuoyunu tatmin
etmemiştir. Evet sayın Öcalan bir kez daha söylüyoruz sayın Öcalan sıradan
biri değildir ve İmralı’da Devletin koruması altında olması gereken
birisidir. Kürt sorunu konusunda savunduğu fikirler geniş kesimler tarafından
kabul görmektedir…” şeklinde ifadeler kullandığı, DTP Van İl ve İlçe
teşkilatlarının da aralarında bulunduğu bazı sivil toplum örgütlerinin
katılımıyla yapılan miting sırasında PKK terör örgütü liderinin ve diğer
örgüt üyelerinin resimlerinin bulunduğu pankartların açıldığı, terör
örgütünün sözde bayraklarının açıldığı ve kalabalık tarafından “biji serok
Apo, dişe diş seninleyiz Öcalan, Apo’ya uzanan eller kırılsın, barışta
savaşta seninleyiz Öcalan, PKK halktır halk burada, Öcalan siyasi
irademizdir, Aposuz dünyayı başınıza yıkarız” biçiminde sloganlar atıldığı
dosyadaki olay tutanağı, memur izlenim raporu ve hükümet komiseri raporundan
anlaşılmıştır. DTP Genel Başkan
Yardımcısı Aysel Tuğluk’un terör örgütünün ve liderinin propagandasının
yapıldığı bir mitinge dönüşen açık hava toplantısı sırasında yaptığı
konuşmada, terör örgütü elebaşısının fikirlerinin geniş kitleler tarafından
kabul gördüğünü beyan etmesi, bu kişinin ve genel başkan yardımcılığını
yürüttüğü davalı Parti’nin terör örgütü liderine olan yakınlığını
göstermektedir. 8- Bedri Fırat’ın Eylemi DTP Erzurum İl Başkanı olan Bedri Fırat
17.2.2006, 8.3.2006 ve 20.3.2006 tarihlerinde yaptığı konuşmalarda ülkede
barışın tesis edilebilmesi için genel siyasi affın çıkarılması, Abdullah
Öcalan’a uygulandığını iddia ettiği tecridin kaldırılması, İmralı’nın müze
haline dönüştürülmesi, Roj TV’ye yönelik eleştirilerin kınanması, Kürt halkı
üzerinde sürekli baskı olduğu, Kürt kanı dökenlerin bu kanda boğulacakları
yönünde beyanlarda bulunduğu, ayrıca kendini yakarak intihar eden Viyan-Soran
(K) Leyla Velihasan isimli PKK örgüt üyesinin anısına saygı duruşunda bulunup
“biji serok Apo” sloganları attığı ve çalışma masasının üzerinde Abdullah
Öcalan’ın resminin bulunduğu, dosyadaki belgeler ve sanığın ikrarlarından
anlaşılmıştır. DTP İl Başkanı olan Bedri Fırat’ın
yukarıda belirtilen eylem ve beyanlarıyla terör örgütü ve liderinin propagandasını
yaptığı ve terör örgütüyle olan bağını ortaya koyduğu açıktır. Nitekim, Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin eylem ve beyanları PKK
terör örgütünün propagandasını yapma suçu kapsamında görülmüş ve söz konusu
Mahkemenin 27.7.2006 günlü, E.2006/59, K.2006/98 sayılı kararıyla TCK’nun
3713 sayılı Yasa’nın 7/2 ve TCK’nun 53. maddeleri uyarınca 2 yıl hapis cezası
ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 9- Cemal Kuhak’ın Eylemi 14.3.2007 gününde güvenlik makamlarına
yapılan bir ihbar üzerine DTP Tunceli il yönetim kurulu üyesi olan Cemal
Kuhak’ın evinde yapılan yasal aramada; bir adet sol üst köşesinde
PKK-KONGRA/GEL terör örgütünün sözde bayrağının bulunduğu ve üzerinde “ Cemal arkadaş bölgede ortaya çıkan siyasi
durum kürtlerin hem bölge çapında hem de tek tek ülkelerin siyasal, sosyal
dengelerini yeniden kurulmasında önemli rol oynayacağını göstermektedir.
Demokrasinin gerçekleşmesinde tabanın zorlanması her zaman belirleyici
olmuştur.Demokrasi tarihi bu şekilde yazılmıştır. Kimi zaman halk
kalkışmalarına kadar varan eylemlere kimi zaman da pasif eylemliklerle
tabanın açığa çıkan tepkilerini örgütlendirmesiyle gerçekleştirmiştir. Yeni
bir döneme giriyoruz, bu yeni dönemin siyasal, örgütsel ve eylemsel karakteri
anlaşılmadan yapılacak tüm çalışmalar önümüzdeki süreci karşılamayacaktır.
Kuzeydeki arkadaşlar Haydar arkadaşla seni eylemsel güç içinde kullanırlarsa
daha faydalı olacaktır. Özellikle Nevruzda sizden Dersim alanında ses
getirecek bir eylem bekliyoruz. Bu nevruz önderliğin sahiplenilmesi ve
serhildanların yükseltilmesi adına çok önemli. Alişan arkadaş özgür yurttaş
çalışmalarında boş olan alanlardaki örgütlenme faaliyetlerini bizzat
yönlendirsin. Devrimci selam ve saygılarla KKK/TM YÜRÜTME KONSEYİ ATAKAN “ yazılı
not, bir adet Özgür Yurttaş çalışma kılavuzu, bir adet Abdullah Öcalan’ın
yazdığı “Seçme Yazılar” kitabı ile bir adet Abdullah Öcalan’ın “Nasıl
Yaşamalı” isimli kitapların ele geçirildiği, bu kişinin adli makamlar önünde
verdiği ifadelerde de PKK’nın yan örgütlerinden olan “Özgür Yurttaş
Hareketi”nin üyesi olduğunu beyan ettiği, dosyadaki belgeler ve tutanaklardan
anlaşılmıştır. DTP Tunceli il yönetim kurulu üyesi olan
Cemal Kuhak’ın evinde ele geçirilen, PKK terör örgütünün bu kişiye verdiği
talimatları içeren örgütsel dökümanlar ile söz konusu kişinin PKK’nın yan
örgütü olduğu güvenlik birimlerince de kabul edilen “Özgür Yurttaş
Hareketi”nin bir üyesi olduğunu kabul etmesi, anılan kişinin terör örgütüyle
olan organik bağını ortaya koymaktadır. Nitekim, Malatya 3. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin eylemi terör örgütü üyesi
olmak suçu kapsamında değerlendirilmiş ve söz konusu Mahkemenin 26.6.2008
günlü, E.2007/66 ve K.2008/125 sayılı kararıyla TCK’nun 314/2. ve 3713 sayılı
Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 6 yıl 3 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına
karar verilmiştir. 10- Deniz Yeşilyurt’un Eylemi DTP kurucu üyesi olan Deniz
Yeşilyurt’un; - 12.2.2006 gününde İstanbul ili
Bağcılar ilçesinde terör örgütü yandaşlarının yaptığı yasadışı gösteriye
başında bere ve yüzü kapatılmış şekilde katılarak “Öcalan Öcalan, biji serok
Apo, PKK halktır halk burada, Öcalan’sız dünyayı başınıza yıkarız” şeklinde
slogan attığı ve molotof kokteyli attığı, - 19.3.2006 gününde İstanbul ili Zeytinburnu
ilçesinde gerçekleştirilen Nevruz etkinliklerinde, terör örgütünün
bayraklarının açıldığı grup içinde olduğu ve terör örgütü lehine sloganlar
attığı, - 23.3.2006 gününde İstanbul ili
Küçükçekmece ilçesinde PKK terör örgütü yandaşlarınca gerçekleştirilen
yasadışı gösteriye katılarak, molotof kokteyli ve yakmak için lastik temin
ettiği, dosyadaki fotoğraflar, CD görüntüleri ve
tutanaklardan anlaşılmıştır. DTP Kurucu üyesi olan Deniz Yeşilyurt’un
söz konusu eylemleri, terör örgütüyle olan organik bağını açıkça ortaya
koymaktadır. Nitekim, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan yargılama
sonucunda da bu kişinin eylemleri terör örgütü üyesi olmak suçu kapsamında
değerlendirilmiş ve söz konusu Mahkemenin 18.6.2008 günlü, E. 2006/94, K.
2008/171 sayılı kararıyla TCK’nun 314/2. ve 3713 sayılı Yasa’nın 5. maddeleri
uyarınca 6 yıl 3 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. 11- Fehtah (Fettah) Dadaş’ın Eylemi DTP Karaçoban ilçe başkanı Fehtah Dadaş ve
yeğeni Ersin Dadaş’ın terör örgütü elemanları ile irtibat kurarak onların
gıda, telefon kontörü ve ilaç ihtiyaçlarını temin ettikleri, bu konuda maddi
kaynak yaratmak için Fehtah Dadaş’ın parti bünyesinde bir fon oluşturduğu,
dosyadaki yasal telefon dinleme kayıtları ve diğer belgelerden anlaşılmıştır. DTP Karaçoban ilçe başkanı Fehtah
Dadaş’ın terör örgütü üyesi olduğu ve söz konusu eylemleriyle terör örgütüne
lojistik destek sağladığı açıktır. Nitekim, Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin eylemi terör örgütüne
üye olmak suçu kapsamında değerlendirilmiş ve söz konusu Mahkemenin
12.12.2006 günlü, E. 2006/128, K. 2006/175 sayılı kararıyla TCK’nun 220/7. ve
314/3. maddeleri yollamasıyla aynı Yasa’nın 314/2., 62. ve 3713 sayılı
Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 6 yıl 3 ay hapis cezası ile
cezalandırılmalarına karar verilmiş ve söz konusu karar Yargıtay 9. Ceza
Dairesinin 3.7.2007 günlü, E. 2007/5764, K. 5840 sayılı ilamı ile onanarak
kesinleşmiştir. 12- Ferhan Türk’ün Eylemi PKK terör örgütü liderinin kaldığı
cezaevinde sistematik olarak zehirlendiği iddiaları ve bazı DTP il
başkanlarının tutuklanmalarını protesto etmek amacıyla 10.3.2007 gününde DTP Mardin il örgütü tarafından
organize edilen toplantıda, kalabalığa hitaben il başkanı Ferhan Türk
tarafından okunan “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı bildiride, “…Yine ülkemizin iç barışını bozmak
isteyen Kürt-Türk çatışmasını başlatmak isteyen uluslararası komplocu güçler,
üç buçuk milyon insan tarafından siyasi irade olarak kabul edilen Kürt halk
önderi sayın Abdullah Öcalan bir komplo sonucu Türkiye’ye getirilmiştir.
..Sayın Öcalan’ın kimyasal maddelerle zehirlendiği resmi tahlil sonuçları
avukatlar tarafından basın açıklamasıyla duyurulması Kürt halkını ciddi
olarak kaygılandırmış olup, bir iç çatışma ve çözümsüzlük ve kaosu
beraberinde getireceği açıktır…sayın Öcalan’ın sağlık durumunun netleşmesi
için en kısa zamanda, hem dünya kamuoyu hem de Kürt halkının rahatlaması için
bağımsız bir doktor heyetinin tam teşekküllü bir hastanede kontrol edilip
sağlık durumunun netleşmesi gerekmektedir…” şeklinde ifadelere yer
verildiği, toplantıya katılan diğer kişilerce de “Öcalan’sız dünyayı başınıza
yıkarız” şeklinde slogan atıldığı, dosyadaki belge ve tutanaklardan
anlaşılmıştır. DTP Mardin İl Başkanı olan Ferhan
Türk’ün PKK terör örgütü liderinin kaldığı cezaevinde sistematik olarak zehirlendiği
iddiaları üzerine Mardin’de yasadışı bir gösteriyi organize etmesi, İl örgütü
adına okuduğu basın bildirisinde, kürt halkının PKK terör örgütü liderini
siyasal irade olarak kabul ettiğini beyan etmesi, terör örgütü liderinden
“Kürt halk önderi” olarak söz etmesi, bu kişiyle il başkanı olduğu davalı
Parti ile terör örgütü arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktadır. 13- Hadice (Hatice) Adıbelli’nin Eylemi Terör örgütünün kırsal alandaki
faaliyetlerine katılmak üzere Van iline gelen Adem adlı kişinin Van’da
irtibata geçeceği şahısla irtibat kuramaması üzerine İstanbul’daki irtibatı
Araş isimli şahıs aracılığı ile Van DTP Teşkilatına yönlendirildiği, burada
adı geçen şahsı DTP Van il yöneticisi olan Hadice Adıbelli’nin karşılayıp Ali
isimli bir şahısla bu şahsın evine gönderdiği, bu şekilde gizliliği
sağladıkları ve ertesi gün Başkale dolmuşlarına binmesinin temin edildiği
Adem’in soruşturma aşamalarında alınan beyanları, 17.12.2006 tarihli dosya
inceleme ve yüzleştirme tutanağı, soruşturma evrakı ile dosya kapsamından
anlaşılmıştır. Van 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 25.12.2008
günlü, E.2007/111 ve K.2008/447 sayılı kararıyla Hadice Adıbelli’nin
PKK/KONGRA-GEL terör örgütünün kırsal alandaki kamplarına katılmak üzere
İstanbul ilinden Van’a gelen sanık Adem’e yer temin etmek sureti ile
PKK/KONGRA GEL örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etmek suçunu işlediği
sonucuna varılarak 5237 sayılı TCK’nun 314/3., 220/7., 62/1. ve 3713 sayılı
Terörle Mücadele Kanunu’nun 5. maddeleri ile 6 yıl 3 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir. DTP Van il yöneticisi olan Hadice
Adıbelli’nin yerel mahkemece de sabit görülen eylemi doğrudan, bilerek ve isteyerek
terör örgütüne yardım etmek şeklinde gerçekleşmiştir. Yardıma ilişkin somut
olaylar mahkeme kararında ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Adı geçen şahsın
sıfat ve pozisyonu, eylemin ağırlık ve etkileri gözetildiğinde iddianamede
belirtilen bu eylem DTP il teşkilatının yönetiminde bulunan bu şahıs ve
dolayısıyla mensubu bulunduğu parti ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki
ilişkiyi ortaya koymaktadır. 14- Hüseyin Bektaşoğlu’nun Eylemleri DTP Erzincan il başkanı olarak görev
yapan Hüseyin Bektaşoğlu’nun, usulüne uygun olarak alınan iletişimin tespiti
ve dinlenilmesi kararları uyarınca telefon görüşmelerinin dinlenildiği, bu
hususa ilişkin dosyada mevcut iletişimin tespiti tutanağının tanzim edildiği,
adına kayıtlı ve kendisi tarafından kullanılan “0535 232 .. ..” no’lu iletişim
aracının usulüne uygun olarak dinlenilmesi sonucunda 34 kayıt sırasındaki
iletişim tespit tutanağından anlaşıldığı üzere, 24/10/2005 ve 22/12/2005
tarihlerinde PKK terör örgütü üyesi Bülent Kudiş ile görüştüğü, aynı telefon
numarasıyla Dicle haber ajansı yetkilisiyle 21/03/2006 tarihinde yaptığı
nevruz kutlamasıyla ilgili konuşmayı aktardığı, “7 yıldan beri İmralı cezaevinde bulunan sayın Abdullah Öcalan’ın
barış çağrısına yanıt verilmesi gerektiği” şeklinde beyanda bulunduğu,
Erzincan DTP İl başkanlığına ait “0446 224 .. ..” numaralı telefon ile PKK
terör örgütü üyeliğinden yakalanan ve İstanbul’dan Erzurum’a getirilen Hamza
Bulut isimli suçlunun durumuna ilişkin Avukat Necati Güven ile görüştüğü ve
durumunu takip ettiği, yine sanığın aynı telefon numarasıyla 09/12/2006
tarihinde Erzincan Eğitim-Sen başkanı ile görüştüğü, Erzincan’da bir demokrasi
platformunun oluşturulması bu savaşa karşı bir önlem alınması, işte birlik ve
beraberliğin sağlanması açısından böyle bir platformun oluşturulmasının gerekli
olduğuna dair genelge geldiğini belirttiği, yine aynı telefon numarasıyla
04/10/2006 tarihinde Diyarbakır Dicle haber ajansıyla görüştüğü ve
terör örgütünün almış olduğu ateşkes kararı üzerinde Erzincan DTP il
başkanlığı yönetim kurulu olarak görüşme yaptıkları, 18/09/2005 tarihinde Van
Başkale kırsalında güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya girip öldürülen
Gürbüz Dişkıran’ın Erzincan’da bulunan babası İsmail Dişkıran’ın yanına
giderek öldürülen teröristin cenazesinin Elazığ’dan Erzincan’a getirilmesi için
yardımcı olabileceğini, bu nedenle Elazığ İnsan Hakları Derneği ile
görüşebileceğini söylemesi üzerine, İsmail tarafından terslendiği, İsmail’in “çocuklarımız sizin yüzünüzden ölüyor”
demesi üzerine, “kimse zorla dağa
çıkmamıştır, herkes gönüllü gitmiştir” şeklinde beyanda bulunduğu, DTP il
başkanı sıfatıyla güvenlik güçlerince terör örgütü mensubu olarak dağda
bulunan ve kayıtlara geçmiş olan kişilerle görüşme yaptığı, terör örgütü
elebaşı olduğu bilinen ve terör örgütü yöneticiliği ve ülke topraklarını
ayırmaya kalkışma suçundan hakkında kesinleşmiş mahkumiyet hükmü bulunan ve
cezasını infaz etmekte olan Abdullah Öcalan’dan sayın diyerek bahsedip,
Öcalan’a tecrit uygulanarak toplumsal barışın sağlanamayacağını beyan ettiği,
terör örgütü ile güvenlik güçlerine ateşkes yapmasını isteyen açıklamalarda
bulunduğu, terör örgütü mensuplarından gerilla diye bahsettiği, sanığın ölen
teröristlerin cenazelerinin defnedilecekleri yerlere taşınmaları işini
organize ettiği, ayrıca PKK mensubu teröristlerin yakalandıklarında onların
davalarının hukuki surecini takip ederek yardımcı olmaya çalıştığı, terör
örgütünün yayın organı olduğu kabul edilen dergi ve televizyonlarla irtibata
geçerek açıklamalarda bulunduğu soruşturma evrakı, olay ve görüşmelere
ilişkin bilgilerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. Erzincan DTP İl başkanı Hüseyin
Bektaşoğlu’nun etkin biçimde terör faaliyetlerine karışan şahsın sıfatı,
eylemlerinin ağırlık ve etkileri gözetildiğinde iddianamede belirtilen bu
eylemlerin DTP İl teşkilatının başında bulunan bu şahıs ve dolayısıyla
mensubu bulunduğu parti ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki ilişkiyi
ortaya koyduğu görülmektedir. Nitekim, Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda, sanığın sabit kabul edilen eylemi silahlı
terör örgütüne üye olmak suçu kapsamında değerlendirilerek, söz konusu
Mahkemenin 14.12.2007 günlü, E. 2007/122, K. 2007/190 sayılı kararı ile adı
geçen kişinin TCK’nun 314/2, 3713 sayılı Yasa’nın 5. ve TCK’nun 62. maddeleri
uyarınca 7 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 15- Hüseyin Kalkan’ın Eylemi DTP’li Batman Belediye Başkanı Hüseyin
Kalkan’ın, ABD’de yayımlanan Los Angeles Times Gazetesinin 30.5.2006 tarihli
nüshasında yayımlanan haber – röportajla ilgili olarak Türkiye’de yayımlanan
ulusal gazetelerde ve bazı internet sitelerinde yer verilen “…Şiddet en azından amacı olan bir eylem
türüdür. Terör hiçbir amaç olmadan yapılır… PKK silah bırakmak istiyor ama
onları eşkıya gibi göstermek istiyorlar. Benim hizmet ettiğim kentin % 80’i dağdakiler
gibi düşünüyor… Diyarbakır ve Batman’daki olayların ardından 200 kadar genç
dağa çıktı. Onlar bir amaç için dağa çıktılar… Abdullah Öcalanı kürt halkının
lideri olarak görüyorum…söyledikleriyle milyonları peşinden sürükleyen bir
liderdir….” biçiminde beyanlarda bulunduğu soruşturma belgeleri, gazete
küpürleri ve internet çıktılarından anlaşılmıştır. Adı geçen şahsın sıfat ve pozisyonu,
eylemin ağırlık ve etkileri gözetildiğinde iddianamede belirtilen bu eylem
adı geçen şahıs ve dolayısıyla mensubu bulunduğu parti ile terör örgütü ve
eylemleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, söz konusu Mahkemenin 24.1.2008
günlü, E. 2006/181, K. 2008/31 sayılı kararıyla sanığın eylemi “yasadışı
terör örgütünün propagandasını yapma suçu” kapsamında değerlendirilerek 3713
sayılı Yasa’nın 7/2. maddesi uyarınca 10 ay hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir. 16- İbrahim Sunkur’un Eylemleri a- 18.2.2007 Tarihinde Evinde Yapılan Arama DTP Van il başkanı olan İbrahim
Sunkur’un 18.2.2007 günü Halilağa Mahallesi, İpekyolu Caddesi, Sahil Sitesi B
Blok No:7 sayılı ikametinde Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi (CMK.250.Madde ile
Yetkili) Nöbetçi Hâkimliğinin 19.2.2007 gün ve 2007/301 Müt. sayılı
kararlarına istinaden yapılan aramada beyaz renkli ağzı açık vaziyette
bulunan mektup zarfının üzerine el yazısı ile siyah tükenmez kalemle yazılmış
“kapalı zarf sakın açmayın, başkana
teslim edin lütfen” ibaresinin olduğu, zarf içerisinde bir adet yarım
çizgisiz dosya kâğıdı ve bir adet A4 çizgisiz dosya kâğıdının olduğunun
belirlendiği dosyadaki tutanaklardan anlaşılmıştır. Yarım çizgisiz dosya kâğıdı üzerine el
yazısı ile mavi pilot kalemle ön yüzünde; “Şırnak Uludere kürtçe şeğan, Cehver Benek
baba adı Ahmet Benek sadece tim komutanın ismini tespit etmişim 20 veya 25
kişi net olarak bilmiyorum kaç kişi olduğunu bu insanlar aynı bu time
katılıyor. Besta bölgesinde, Uludere bölgesinde, Irak sınırında devamlı bu
insanlar bu bölgede geziyorlar. hem millet için hem gerilla için onları
vurmak için devlet tarafında görevlendirmiştir. bu millet bu insanlar çok
dikkat edin. ben bu ismi söylemiyorum. zor durumdayım lütfen kusura bakmayın.
bunun hemen Roj Tv bilgi gönderin” şeklinde olduğu ve arka yüzünün boş olduğu, A4 çizgisiz dosya kâğıdı üzerinde ise
mavi pilot kalem ile ve el yazısıyla yazılmış “Şefik Bilen ve Halit Babat
tim komutanıdır. Cezaevinde her ay operasyona çıkıyorlar. Emir komut
Şefik’tedir. Siirt Pervari Doğan köyü kürtçe hosyan, Şefik Bilen cezaevinde Halit Babat oda cezaevinde Mehmet Bilen, Sedik Bilen, Ekrem İlter aynı kardeş oğludur. Yalnız soy ismi
ayrıdır. Dayısının soyismini taşımaktadır. Ali Kara Siirt Pervari Yapraktepe kürtçe evreğ
mahkumlarının isimleri Mehmet İlter Hüseyin İlter Mehmet Şirin ilter Abdurahman İlter Yusuf İlter bu 5 mahkum Siirt Pervari Doğan köyü
alay komutanına söylemişiz. eğer siz bizim evrakları bozarsanız bir gurup
gerillayı vuracağız. alay komutanı kabul etti. Siirt Pervari Doğancı köyü kürtçe Besta Kumyanıs 5
kişi isimleri tespit edilmemiş Siirt Pervari kürtçe isim a bir 1 kişi adı Halil
soy ismini tesbit edememişim bu 17 kişi Siirt Pervari bölgesinde Cudi dağı
Herekal dağı Besta bölgesinde Kadul dağı Tahtıraş dağı Jirga aşirat tarafında
dağın Kadul bu 17 kişiler de
bu bölge tarafında özel tim devlet tarafinda görevlendirmiştir. Hem millet
için hem gerilla için vurmak için devamlı bu bölgede gezdiriyorlar.
Herhangi bir yerde bir gürültü görürse
hemen sikozkla en yakın bir yere gönderiyor. Gece gündüz gözetmenlik
yapıyorlar. Gündüz gözetiylar, gece pusu attıyorlar ve yol kesiyorlar.” şeklinde olduğu, arka yüzünün boş olduğu
saptanmıştır. DTP Van il başkanı olan İbrahim
Sunkur’un evinde yapılan aramada ele geçirilen belgede bölgede görev yapan
güvenlik güçleriyle ilgili bilgiler bulunduğu ve istihbari çalışmalar
yapıldığı, böylece adı geçen kişinin terör örgütüne destek verdiği
anlaşılmaktadır. Adı geçen şahsın sıfat ve pozisyonu, eylemin ağırlık ve
etkileri gözetildiğinde iddianamede belirtilen bu eylem adı geçen şahıs ve
dolayısıyla mensubu bulunduğu parti ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki
ilişkiyi ortaya koymaktadır. b- Mahalli Bölge Gazetesi’ne Verdiği ve
Yayınlanan Röportajda Terör Örgütünün Propagandasını Yapması DTP Van il başkanı olan İbrahim
Sunkur’un 26.1.2007 tarihli mahalli Bölge Gazetesi’nde yayımlanan
röportajında “…PKK kürt sorununun
gündemden çıkması için dağlardadır…terör tanımını iyi bilmek lazım. PKK terör
tanımını tarif ettiğimizde o kapsama girmiyor…Ateşkes ilan ettik ama kimin kabul
etmediğini herkes biliyor. Bu ülkede ateşkesin sağlanması için tüm
programları askıya aldık…” şeklinde ifadeler kullandığı soruşturma
evrakı, tutanaklar ve gazete küpürlerinden anlaşılmıştır. DTP Van İl başkanı sıfatını taşıyan
İbrahim Sunkur’un mahalli Bölge Gazetesi’nde yayımlanan röportajında kullandığı
ifadeler, bir siyasi parti mensubu gibi değil, PKK terör örgütünün bir
mensubu gibi konuştuğunu göstermektedir. Adı geçen şahsın sıfatı, eylemin
ağırlık ve etkileri gözetildiğinde iddianamede belirtilen bu eylemin DTP İl
teşkilatının başında bulunan bu şahıs ve dolayısıyla mensubu bulunduğu parti
ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. 17- İzzet Belge ve Abdullah İşnaç
(İsnaç)’ın Eylemleri DTP Şırnak il başkanı olan İzzet
Belge’nin 2.12.2006 tarihinde, Şırnak il merkezinde Cumhuriyet Meydanında
izinsiz ve bildirimsiz şekilde toplanan kalabalığa karşı okuduğu “basına ve
kamuoyuna” başlıklı bildiride “...
yaptığı açıklamalar ve öne sürdüğü fikirlerle, savaşın bitmesinden ve kalıcı
bir barış ortamının yaratılmasından yana politika izlediğini ortaya koyan
Sayın Öcalan’ın bu tarihsel sorunda oynayacağı rolün görülmesi, tartışılması
ve sürece katkılarının sürmesinin sağlanması için uygun koşulların
yaratılması yerine; Kürt kamuoyunda her defasında gerilim yaratan ağır tecrit
koşulları sürdürülüyor…” şeklinde ifadeler kullandığı, ayrıca basın
açıklamasına katılan DTP Şırnak İl Yönetim Kurulu üyesi Abdullah İsnaç ile
birlikte “biji aşiti biji PKK, dise
dise serhildan, dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan, barışın elçisi
İmralı’dadır, hükümet şaşırma bizi dağa taşırma” biçiminde sloganlar
attıkları, dosyadaki CD inceleme tutanağı, yerel mahkemece yapılan bilirkişi
incelemesi ve olay sırasında çekilen fotoğraflardan anlaşılmıştır. DTP Şırnak il başkanı sıfatını taşıyan
İzzet Belge’nin toplanan kalabalığa karşı yaptığı basın açıklamasında terör
örgütü liderinden saygıyla bahsederek terör örgütü liderinin barış ortamının
yaratılmasında tarihsel bir rol oynayacağından söz etmesi ve bu kişinin basın
açıklamasına katılan DTP Şırnak il yönetim kurulu üyesi Abdullah İsnaç ile
birlikte “biji aşiti biji PKK, dise dise serhildan, dişe diş kana kan
seninleyiz Öcalan, barışın elçisi İmralı’dadır, hükümet şaşırma bizi dağa
taşırma” biçiminde sloganlar atmaları, terör örgütünün ve liderinin
propagandası niteliğindedir. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda, bu kişilerin eylemi bir bütün halinde
“terör örgütünün propagandasını yapmak” suçu kapsamında değerlendirilmiş ve
söz konusu Mahkemenin 27.9.2007 günlü, E.2007/81, K.2007/346 sayılı kararı
ile adı geçenlerin 3713 sayılı Yasa’nın 7/2. ve TCK’nun 62. maddeleri
uyarınca 10’ar ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verilmiştir. 18- Kemal Aktaş ve Haci (Hacı) Üzen’in
Eylemleri DTP Silopi ilçe başkanı Haci Üzen’in
21.3.2006 tarihinde Nevruz kutlamaları sebebiyle Kürtçe yaptığı konuşmasında “…şehit anneleri merhaba, kürt kızları
merhaba…biz burada 24 Şubatta 400 gencimizi davul zurna ile askere gönderdik,
o gençlerimizi Gabara ve Cudiye gönderiyorlar, sırf kardeşlerini, dostlarını
öldürsünler diye….bizim bir şartımız varsa önce operasyonlar durdurulsun…kürt
sorununun anahtarı kürdistandadır…Operasyonların durdurulması Avrupa yolunun
açılması için devletin DTP ile muhataplığı ile belli olur, biz söylüyoruz ki
beraber ve kardeşçe bu iş çözülsün, operasyonlarla, topla tankla Kürt halkı
bitmez, özgürlük ve barış elinizi uzatın Kürtlere burada Türk annelerine
sesleniyorum, çocukları öldüğü zaman anaları hemen diyor ki vatan sağ olsun
vatan sağ olsun neden öldürülüyor bunlar…”; DTP Parti üyesi Kemal Aktaş’ın ise “…Mazlum Doğanların bedenine ateş tutturup
geliştirerek ölümsüzler kervanını oluşturanların onurlu mirasçıları
merhaba…bu topraklarda bu mekanlarda zulme, yok edilmeye baş kaldırarak direnerek
onurlu bir direnç yaratarak bugünlere geldiniz…sayın Öcalan’ın 7 yıldan beri
yani 1999’tan beri geliştirdiği barış ve çözüm önerileri olumlu bir dönem
başlatmıştır…biz DTP olarak silahların susması gerektiğine inanıyoruz ve burada
bir kez, bir kez daha silahların susması, adil, demokratik ve bütün siyasi
yasakları ortadan kaldırabilecek, dağdakilerin de gerillanın da normal yaşama
katılabilecek bir çözüm yani siyasi genel af talep ediyoruz…işte en son
Amed’te Diyarbakır’ın göbeğinde sayın Abdullah Öcalan’ın barış çağrılarını
yineleyen 70 yaşındaki barış anneleri Abdullah Öcalan’ın sayın Abdullah
Öcalan’ın barış çağrılarını dile getirdikleri için tutuklandı… Kürt dili
kültürü, kimlik hakları yalnız Kürtçe’nin serbest bırakılması ile mümkün
değildir, Türkçe’nin yanında resmi bir dil olarak kabul görmelidir, Kürtlerin
siyasal kimlikleri kabul edilmelidir”, şeklinde beyanlarda bulundukları soruşturma
evrakı, tutanaklar, olay ve konuşmalara ilişkin görüntülerin yeraldığı
CD’lerden anlaşılmıştır. DTP Silopi ilçe başkanı Haci Üzen ile
Parti üyesi Kemal Aktaş’ın Nevruz kutlamaları sırasında sözkonusu toplantıdaki
tutumları ve kalabalığa karşı yaptıkları konuşmalar bir siyasi parti
propagandasından ziyade terör örgütünün propagandasıdır. Adı geçen şahısların
sıfat ve pozisyonları, eylemin ağırlık ve etkileri gözetildiğinde iddianamede
belirtilen bu eylem adı geçen şahıslar ve dolayısıyla mensubu bulundukları
parti ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Nitekim, Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, söz konusu Mahkemenin 6.3.2008
günlü, E. 2006/204, K. 2008/60 sayılı kararıyla, iddianamede isnat olunan
terör örgütünün propagandasını yapmak suçunun sabit olduğu kabul edilerek
aralarında Haci Üzen ve Kemal Aktaş’ın da bulunduğu sanıkların 3713 sayılı
Yasa’nın 7/2. maddesi uyarınca 2 yıl 1’er ay hapis cezasıyla
cezalandırılmalarına karar verilmiştir. 19- Leyla Zana’nın Eylemleri a- 18.7.2007 Tarihinde Diyarbakır İlinde
Düzenlenen DTP Destekli Bağımsız Milletvekili Adaylarının Seçim Mitinginde
Yaptığı Konuşma DTP Parti Meclisi üyesi Leyla Zana’nın
yaptığı konuşmada “…Amed ben sana
kurban olayım… Amed sen tek başına Kürtlerin gönlünde değilsin, sen Kürtlerin
hırsı ve direnişinin, sen Kürtlerin sevgisi ve huzurusun Amed, sen Kürtlerin
inancı ve umudusun Amed, senden öyle bir ses bekliyorum ki yüksek bir ses
sadece Ankara’da duymamalı Amed, dünya alem senin sesini duyması lazım Amed…
üçüncü adım ise oldukça hüzünlüydü, o hüzün öyle ki bütün Kürtlerin gönlünde
siyasi bir deprem yarattı. O dönem 1999’daki İmralı dönemi idi… bugün sıra
Amed’tedir sizin de bu sözü vermenizi istiyoruz. O da Kürt halkının başına ve
Kürdistan’ın köreltilmesine müsaade etmeyin. Ben bunu Amed’den istiyorum…”
şeklinde konuşarak terör örgütünün ülke topraklarından ayırmayı hedef
edindiği toprakları ve bu bölge içerisinde yer alan Diyarbakır’ı (Amed)
kastederek Kürdistan olarak nitelendirdiği, konuşma sırasında yasadışı slogan
atan grup tarafından “Biji Serok Apo (yaşasın başkan Apo)” şeklinde slogan
atılması üzerine sanığın topluluğa hitaben “Ben sizden öyle bir ses istiyorum ki sadece bunu Ankara duymasın tüm
dünya alem duysun” şeklinde konuşması üzerine kalabalığın seslerini
artırarak PKK terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan lehine “biji serok Apo
(yaşasın başkan Apo)” şeklinde slogan attığı, yapılan mitingte yasadışı
silahlı PKK terör örgütü ve elebaşısı Abdullah Öcalan lehine “Biji Serok Apo
(yaşasın başkan Apo)”, “Şehit Namırın (şehitler ölmez), Disa Disa Serhildan
Serokeme Öcalan (Yine Yine Başkaldırı, Başkanımız Öcalan)”, “PKK Halktır Halk
Burada”, “Öcalan Öcalan”, “Dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan” şeklinde
yasadışı sloganların atıldığı, üzerinde “Bu Ülkeye Demokrasiyi Kürtler
Getirecek, Bu Bizim Namusumuz, Oylar Namustur Namus Satılmaz, Öcalan Siyasi
İrademizdir” yazılı pankart ile yine üzerinde terör örgütü elebaşısı Abdullah
Öcalan’ın resmi bulunan “Erxıwedana 14 Etimine (14 Temmuz Direnişi), rastiye
mezme parti (Büyük güç partisi)” yazılı pankartların açıldığı, sözde terör
örgütünün demokratik konfederalizm bayrağını simgeleyen bez parçalarının
açıldığı, yapılan seçim mitinginin atılan slogan, taşınan pankart döviz ve
açılan poster, bez parçalarıyla terör örgütünün propagandasına dönüştürüldüğü soruşturma evrakı, tutanaklar, olay
ve açıklamalara ilişkin görüntülerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. Belirtilen bu eylemin ağırlık ve
etkileri gözetildiğinde, adı geçen şahıs ve dolayısıyla mensubu bulunduğu
partinin amacını ve terör örgütü ile ilişkisini ortaya koymaktadır. Nitekim, adı geçen kişinin bu konuşması,
19.7.2007 günü Bingöl ilinde yaptığı konuşma ile birlikte değerlendirilerek,
aşağıda belirtilen Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinin 4.12.2008 günlü,
E.2008/232 ve K.2008/508 sayılı kararıyla adı geçenin eyleminin kül halinde
“yasadışı silahlı PKK/KONGRA-GEL terör örgütünün üyeliği boyutuna ulaştığı”
kabul edilmiş ve 5237 sayılı TCK’nun 314/2, 61, 62, 3713 sayılı Yasa’nın 5.
maddeleri uyarınca neticeten 10 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar
verilmiştir. b- 19.7.2007 Günü Bingöl İlinde DTP
Destekli Bağımsız Milletvekili Adayı Mehmet Nuri Özmen’in Seçim Mitinginde
Yaptığı Konuşma DTP Parti Meclisi üyesi Leyla Zana
19.7.2007 günü Bingöl ilinde yaptığı seçim konuşmasında, “Bana Diyarbakır’lı diyorlar, ben Diyarbakır’lı değil,
Kürdistanlıyım. Buralara Doğu, Güneydoğu diyorlar. Buralar Doğu, Güneydoğu
değil Kürdistandır. Bizlere bölücü diyorlar, aslında bu topraklar
bizim…Onların nasıl bir kimliği, Türklüğü, tarihi değerleri varsa sizlerinde
var. Demin de ifade ettim, Aliler var Ayşeler var, Şeyh Saitler var, Şeyh
Rıza’lar var bunların hepsi var. Yani tarih desek tarih, onlar bu topraklara
gelmeden biz zaten bu toprakların sahibi idik... Senin beklediğin Kürt iki
büklüm hiçbir şey istemeyen kendi kafasında kültüründen, tarihinden utanç
duyan Kürt bundan yıllar önce oldu. Artık tatmin edilen Kürt var”
şeklinde konuşmalar yaptığı, bu konuşmaların etkisiyle miting esnasında
toplanan grup tarafından “biji serok Apo (yaşasın başkan Apo), şehit namırın
(şehitler ölmez), disa disa serhildan serokeme Öcalan (Yine Yine Başkaldırı,
Başkanımız Öcalan), PKK halktır halk burada, Öcalan Öcalan, dişe diş kana kan
seninleyiz Öcalan” vb. şekilde yasadışı sloganların atıldığı, PKK terör
örgütünü ve Kürt Federasyonunu temsil eden bez parçaları ile örgütün
elebaşısı Abdullah ÖCALAN’ın posterlerinin açıldığı, yapılan seçim mitinginin
atılan slogan, taşınan pankart döviz ve açılan poster, bez parçalarıyla terör
örgütünün propagandasına dönüştürüldüğü soruşturma evrakı, tutanaklar, olay
ve konuşmalara ilişkin görüntülerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. Sözkonusu şahsın miting sırasında
kalabalığa karşı yaptığı konuşmanın bir seçim mitinginde yapılmış olduğu, eylemin
ağırlık ve etkileri gözetildiğinde bu eylemin adı geçen şahıs ve dolayısıyla
mensubu bulunduğu partinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü
ilkesine karşı tutumlarını ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, Leyla Zana’nın iddiada belirtilen
eylemi ile birlikte bu şahıs tarafından çeşitli tarihlerde yapılan gösteri,
miting ve etkinliklerde gerçekleştirilen diğer eylem ve konuşmaları da
değerlendirilmiş ve tüm eylem ve konuşmalar birlikte değerlendirilerek adı
geçenin hukuki durumu değerlendirilmiştir. Adı geçenin bu konuşması,
19.7.2007 günü Bingöl ilinde yaptığı konuşma ile birlikte değerlendirilerek,
yukarıda belirtilen Mahkemenin 4.12.2008 günlü, E.2008/232, K.2008/508 sayılı
kararıyla, sanığın eylemi kül halinde PKK terör örgütü üyesi olmak suçu
kapsamında görülerek 10 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar
verilmiştir. Belirtilen nedenlerle, adı geçen kişi
tarafından gerçekleştirilen eylemin davalı Parti’nin kapatılması ve yasaklama
açısından delil olarak değerlendirmeye esas alınması gerektiği sonucuna
varılmıştır. c- 28.10.2007 Tarihinde Diyarbakır’da
“Demokratik Toplum Kongresi” Adı Altında Gerçekleştirilen Toplantıda Yaptığı
Konuşma 26-28.10.2007 tarihlerinde DTP
Diyarbakır il binası içerisinde DTP milletvekilleri, çevre il ve ilçelerden
gelen DTP belediye başkanları ve delegelerin katılımıyla Demokratik Toplum
Kongresi adı altında bir toplantı yapılmıştır. Leyla Zana’nın bu toplantıda
kürtçe yaptığı konuşmasında; “…1999’tan
bu yana kürtlerin lideri tutuklandığı zaman, her ne kadar farklı düşünen
Kürtler olsa da, ben inanıyorum ki eğer gönlünde küçücük bir rahmet varsa
evinde oturmuş ağlamıştır…Ben inanıyorum ki bu yeni yüzyılda hiçbir
haysiyetli ve şerefli kürt, diyemez ki doğrudur ben kardeşimin kellesini size
teslim edeyim. Siz ezesiniz ya da zindanlarda çürütesiniz diye…Bu silahlı
kişilerin hepsi de bu milletin evlatlarıdır. Onlar da senin geleceğin için
yardımcı olacaktır. Hepsi alimdir, yarısı diyebilirim ki üniversitelerde
eğitimlerini almışlar. Başkan ve kürtlerin önderinden tut da halkını da
şahısları da cahil görüyorsun, sen onları hor görüyorsun, sen onları kötü
görüyorsun. Ne zaman ağzın açılırsa, kim kürtler için umut olduysa, sen
onlara saldırıyorsun…” şeklinde ifadeler kullandığı soruşturma evrakı,
tutanaklar, olay ve konuşmalara ilişkin görüntülerin yeraldığı CD’lerden
anlaşılmıştır. Leyla Zana’nın konuşmasında terör örgütü
elebaşısı olan Abdullah Öcalan’dan “kürtlerin lideri”, “başkan” ve “kürtlerin
önderi” olarak bahsedilmesi ve onun yurtdışından yakalanarak Türkiye’ye
getirilmesinin üzüntü verici bir olay olarak kabul edilmesi, teröristlerin
yaptıkları eylemler ve bu kişilerin niteliklerinin övülmesi, açıkça terör
örgütünün, liderinin ve eylemlerinin övülmesi anlamına gelmektedir. 20- Mehmet Veysi Dilekçi’nin Eylemleri a- 1.9.2006 Tarihinde Van’da Partisince
Düzenlenen “1 Eylül Dünya Barış Günü Mitingi”nde Yaptığı Konuşma DTP Van il yönetim kurulu üyesi Mehmet
Veysi Dilekçi’nin 1.9.2006 tarihinde Van’da partisince düzenlenen “1 Eylül
Dünya Barış Günü Mitingi”nde ölen teröristler için “… özgürlük mücadelesinde yaşamını yitiren tüm şehitlerimizin anısına
hepinizi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum” şeklindeki
sözleriyle topluluğu saygı duruşuna davet ettikten sonra, Abdullah Öcalan’ın tecrit
ve baskı altında olduğu, bu baskıların kaldırılması gerektiği şeklinde
konuşma yaptığı, konuşmalar sırasında orada bulunan kalabalığın zafer
işaretleri yapıp terörist resimlerinin bulunduğu dövizleri tuttukları, “biji
serok apo (yaşasın önder apo)”, “Öcalan Öcalan”, “dişe diş kana kan
seninleyiz Öcalan” şeklinde sloganlar attıkları soruşturma evrakı,
tutanaklar, olay ve konuşmalara ilişkin görüntülerin yeraldığı CD’lerden
anlaşılmıştır. DTP Van il yönetim kurulu üyesi Mehmet
Veysi Dilekçi’nin partisince düzenlenen “1 Eylül Dünya Barış Günü Mitingi”nde
ölen teröristler için topluluğu saygı duruşuna davet ettikten sonra, Abdullah
Öcalan’ın tecrit ve baskı altında olduğu, bu baskıların kaldırılması
gerektiği şeklinde konuşma yapması ve düzenlenen mitingin terör örgütünün
propaganda alanına dönüştürülmesi şeklinde gerçekleşen olayda, adı geçen
şahsın sıfatı, eylemlerin ağırlık ve etkileri gözetildiğinde iddianamede
belirtilen bu eylemin DTP il teşkilatı yönetiminde bulunan bu şahıs ve
dolayısıyla mensubu bulunduğu parti ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki
ilişkiyi ortaya koymaktadır. b- 16.4.2007 Tarihinde Yaptığı Basın
Açıklaması DTP Van İl yönetim kurulu üyesi Mehmet
Veysi Dilekçi’nin 16.4.2007 tarihinde AKP Van il teşkilatını ziyareti sırasında
basın mensupları önünde yaptığı konuşmada “...PKK
bu ülkenin gerçeğidir. Bunu kabul etmek zorundayız. Bizim PKK ile organik
değil, duygusal bağımız var. Çünkü bu ülkede PKK’nın militanlığını yapan
insanların aileleri yaşamaktadır. Elbette bu annenin, babanın, kardeşin bir
siyasi tercihi olacaktır. O siyasi tercihleri DTP ise, bu insanlar DTP’yi
tercih ediyorsa, Bu PKK ile bir bağımız olduğu anlamına gelmiyor… PKK’nın
militanları da bu ülkenin evlatlarıdır. Devlet de bunun için çözüm
gerçekleştirmek zorundadır…” şeklinde beyanlarda bulunduğu soruşturma
evrakı ve tutanaklardan anlaşılmıştır. Eylemi gerçekleştiren şahıs DTP İl
Yöneticisi sıfatını taşımakta ve beyanlarıyla terör örgütüne, eylemlerine ve
mensuplarına destek olmakta ve halkı Devlete ve diğer halk kesimlerine karşı
kin ve düşmanlığa, şiddete yöneltmeye çalışmaktadır. Bu durum ve söylenen
sözlerin içerik ve etkileri gözetildiğinde eylemin terör örgütü ile eylem
sahibi ve mensubu bulunduğu davalı Parti açısından mevcut ilişkiyi ortaya
koyduğu sonucuna varılmaktadır. 21- Metin Tekce (Tekçe)’nin Eylemi DTP’li Hakkari Belediye Başkanı Metin
Tekçe’nin 28.2.2006 tarihinde TBMM Araştırma Komisyonunda verdiği ifadesinde
PKK terör örgütünü ve eylemlerini meşru gördüğü yönünde beyanda bulunduğu ve
bu konuşmasının basın yayın organlarında yer alması üzerine 16.3.2006
tarihinde yaptığı basın açıklamasında “28.2.2006 günü Şemdinli olaylarıyla ilgili
olarak Meclis Araştırma Komisyonu’nda ifade vermiştim, o ifademde bir takım
görüşleri dile getirdim. Orada PKK bana göre terör örgütü değildir diye bir
söz söyledim. Bana göre PKK bir terör örgütü değildir. Meclis Araştırma
Komisyonu’nda belirttiğim gibi hangi örgüt olursa olsun, benim mensup olduğum
partimde Kürt sorununun çözümünde bazı ortak noktalarda birleşebiliyorsa bana
göre ortada her hangi bir terör örgütü yoktur. Eğer Kürt sorununun çözümüne
yönelik en ufak yapıcı bir yaklaşım sergiliyorsa HAMAS dahi bana göre bir
terör örgütü olamaz. PKK.nın çıkış amacı da önemli değildir. Bana göre ortada
bir Kürt sorunu vardır ve bu sorunun gerçekliğinin görülebilmesi ve çözümünün
olabilmesi için sadece terör kavramına sığınmanın çözüm olamayacağı
inancındayım. Ben kesinlikle şiddetten ve terörden yana değilim. Kürt
sorununun demokratik çözümü için cesur adımlar atılmasından yanayım. Ayrıca 16.3.2006 günü Hakkâri Belediye
Başkanlığında yapmış olduğum basın açıklaması esnasında sözlerimin arkasında
olduğumu söyledim. Bununla kastettiğim az önce belirttiğim
görüşlerimin arkasında olduğumu bildirmekti. Bu sorunun demokratik temellerde
çözümünün sağlanması için eğer bizim canımız isteniyorsa onu da vereceğiz
sözlerini de o dönemde Meclis Araştırma Komisyonunda verdiğim ifademden sonra
beyanlarımdan bir kısmının basına yansıması ve benim hakkımda gerek görsel
gerekse yazılı basında yer alan haberlerin Kürt sorununun çözümünü istemeyen
düşüncelere hizmet ettiği kanısıyla şahsıma dönük yargısız bir infazın
geliştiği düşüncesiyle bu çözümsüzlüğü isteyen düşüncelere karşı çözümün
mutlaka demokratik yollarla olacağı tezini tekrarlayıp ve bunun bedelini
almış olduğum tehditlerden dolayı da canımız da isteniyorsa bunu da
verebileceğimi açıklamak amacıyla çünkü bu dönemde birçok tehdit ve ölüm
tehditleri almaya başlamıştım” şeklinde
sözler söylediği dosyadaki belgelerden anlaşılmıştır. Adı geçen kişinin iddianamede belirtilen
16.3.2006 tarihli basın açıklamasında da terör örgütünü meşru göstermesi,
terör örgütünün ve amacının propagandasını yapması kendisi ve mensubu
bulunduğu davalı Parti’nin terör örgütü ile ilişkisini açıkça ortaya
koymaktadır. Nitekim, Van 4. Ağır Ceza Mahkemesinde
yapılan yargılama sonucunda, bu kişinin eylemi sabit görülerek, söz konusu
Mahkemenin 19.3.2007 günlü, E.2006/129, K.2007/76 sayılı kararı ile terör
örgütünün ve amacının propagandasını yapmak suçundan dolayı TCK7nun 220/8. ve
62. maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. Söz konusu kararda ayrıca, Van DGM
Başsavcılığının 5.12.2003 günlü, 2003/339 ve 30.12.2003 günlü, 2003/370
sayılı iddianameleri ile aynı kişi hakkında örgüt üyesi olmak iddiasıyla
açılan ve bu davayla birleştirilen kamu davaları yönünden de hüküm kurulmuş
ve sanığın PKK terör örgütüyle organik bağ içerisine girerek yoğunluk,
süreklilik ve çeşitlilik gösteren eylemlerde bulunduğu, örgüt mensuplarından
aldığı emir ve talimatları uyguladığı, örgütün kırsal alanına götürülmek
üzere eleman sağlamak için emir ve talimatlar verdiği sabit kabul edilerek
adı geçenin örgüt üyesi olma suçundan dolayı TCK’nun 314/2. ve 3713 sayılı
Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına
karar verilmiştir. 22- Murat Avcı’nın Eylemleri a- 19.3.2006 Tarihinde Yaptığı
Konuşmada PKK ve Öcalan’ı Övücü Sözler Söylemesi DTP Siirt İl Başkanı olan Murat Avcı’nın
19.3.2006 tarihinde Batman İlinde yapılan Nevruz kutlamaları sırasında PKK
terör örgütünün amaçlarına ulaşmak için geliştirdiği ve benimsediği strateji
doğrultusunda gerçekleştirilen ve serhildan olarak adlandırılan eylemleri
organize ettiği ve burada toplanan gruba hitaben yaptığı konuşmada “…sayın Öcalan bu ülkede siyasi bir irade
olduğu gibi ortada olan bir gerçektir…sizlerin başlatmış olduğu sayın Öcalan
benim irademdir kampanyasını selamlıyorum ve saygıyla karşılıyorum..”
şeklinde beyanlarda bulunduğu soruşturma belgeleri ve tutanaklardan
anlaşılmıştır. DTP Siirt İl Başkanı olan Murat Avcı’nın
serhildan isimli gösterileri organize etmesi ve orada toplanan kalabalıklara
yönelik olarak terör örgütü ve onun başına doğrudan açık destek içeren sözler
sarfetmesi kendisi ve mensubu bulunduğu davalı Parti’nin terör örgütü ile
ilişkisini ortaya koymaktadır. Nitekim, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, söz konusu Mahkemenin 21.2.2008
günlü, E.2006/112 sayılı kararıyla adı geçenin eylemi sabit kabul edilerek
TCK’nun 220/7. ve 314/3. maddelerinin yollamasıyla aynı Yasa’nın 314/2. ve
3713 sayılı Yasa’nın 5. maddeleri uyarınca 6 yıl 3 ay hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir. Yine aynı kararda, adı geçen hakkında
aynı Mahkemenin E. 2007/37 sayılı dosyasında görülmekte olan ve bu dava ile
birleştirilen adı geçene yüklenilen “suç ve suçluyu övme suçu” da sabit
görülerek bu suçtan dolayı da TCK’nun 215/1. maddesi uyarınca 5 ay hapis
cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. b- 28.3.2006 ve 29.3.2006 Tarihlerinde
Yaptığı Basın Açıklamaları Güvenlik kuvvetlerince 24.3.2006
tarihinde yapılan operasyonlar sonucunda 14 PKK militanının öldürülmesi üzerine,
terör örgütü yöneticilerinin bu operasyon nedeniyle ölen teröristler için
görkemli cenaze törenleri yapılması, halka o gün kepenk kapatma, işe gitmeme
yönünde çağrıda bulunduğu, DTP Siirt İl Başkanı olan sanığın bu çağrıya
uyarak katıldığı ölü teröristin cenaze töreninde meydana gelen bir kişinin
yaralanması eylemi üzerine adı geçenin hastanede kalabalığa hitaben yaptığı
konuşmada; “Evet
değerli arkadaşlar biz bugün bu şeyler arasında şehit düşen bir arkadaşımızın cenazesini defin ederken bir arkadaşımızı
daha bu devletin güçlerine ait silahlar tarafından yaralı olarak şu
anda ameliyathanede tutuluyor. Şunu yıllardır söylüyoruz; bu ülkede savaş hiç
birimize faydalı olmamıştır. Ancak birileri
bellerindeki silahları kullanmaktan zevk alıyor. Adeta biz bugün
tekrar söylüyoruz, yaranız derin olmasına rağmen diyorum ki bu kan durmalı bu
kanı durduracak gücümüz vardır ve yine şunu da söylüyoruz ki Türk ordusu bu halkın üzerine kurşun
yağdırmaktan vazgeçmelidir. Bu ordu ya asli görevi olan bu halkın can
güvenliğini korumakla işlerini yapacak ya da bu halk kendi güvenliğini
kendisi sağlayacaktır. Bu ordu bu ülkede Kürdistan’da akıttığı kanın hesabını
vermek zorundadır. Bugün, şu anda bu cenaze töreninde yaralanan
arkadaşımızın da hesabını vermek, zorundadırlar ve şuradan ifade ediyoruz ki
halkımızın bizler barışta olan ısrarımızı koruyacağız. Bu halkın demokraside,
barışta olan ısrarı bir gün mutlaka başarıya ulaşacaktır. Ama şunu da
söylüyoruz ki bizim irademize yağdırılan hiçbir kurşun bizim mücadelemizi
alıkoyamayacaktır ve yine söylüyoruz ki Türk Devlet güçleri bu halka karşı davranırken kırk defa düşünmek
zorundadır. Bu halkın acıları, bu halkın öfkesi, bu devletin sorumlularını
boğacak kadar büyüktür ve bu halkın öfkesi ve bu ülkede dökülen kanları
hepimize yetecek kadar acılar yaratmıştır. Bizler bugünden sonra bu
topraklarda acılar yaşanmasını istemiyoruz. Kanın dökülmesini istemiyoruz. Halkımızın daima bizlere yönelik, kendisine
yönelik her türlü saldırıya açık cevap verecektir ve yarın halkımız sokağa
çıkmayarak bu devlete olan tepkisini ortaya koymalıdır. Herkes;
bu ülkede insanım diyen herkes, bu acıların bir daha yaşanmaması için sorumlu
davranarak bu saldırıları protesto
etmek amacıyla esnaflar kepenklerini indirmeli, öğrenciler okula gitmemeli ve
yarın herkes çarşıyı boş tutmalıdır. Devlet görmelidir ki bizler bu
saldırılara cevapsız kalmayacağız. Tepkimizi ifade edeceğiz. Devlet
yetkilileri de bilmelidirler ki bu halka yönelik hiçbir saldırı bizim
barıştan yana olan ısrarımızı, özgürlükte olan ısrarımızı geri çeviremeyecek,
bu ısrarımızdan alıkoyamayacaktır. Tekrar tekrar çağrıda bulunuyoruz. Hükümet Devlet yetkilileri ve Türk ordu
yetkilileri bu halka karşı saldırılarından vazgeçmeli artık. Türkiye’de
dökülen kanlar yeterlidir. Tekrardan tekrardan çağrılarımızı
yineliyoruz, nevruzda bu halkın ortaya koyduğu irade görülmelidir. Bu halkın
iradesine saygı duyulmalıdır. Bu halkın irade etmiş olduğu siyasi iradesi ile
bu sorunun çözümü biran önce sağlanmalıdır. Ve her türlü saldırı ortamı
ortadan kaldırılmalıdır. Artık yeter diyoruz. Ya bu savaş bitecek ya da
bitecek. Hastamız burada olduğu müddetçe hastaneden ayrılmayacağız. Ama diğer
hastaların da hastaneye giriş çıkışını engellememek için her arkadaşımız
hastanenin giriş çıkışını açık tutsunlar, hastane personelinin işlerini iyi
yapabilmesi için yardımcı olsunlar. Yine bu olay sonuçlanana kadar bu olaya
ilişkin tüm sorumluların hesabı sorulana kadar takipçisi olacağız halkımız
duyarlı ve sorumlu olsun. … Evet
arkadaşlar şu anda doktorların yaptığı açıklamada 6 doktor ameliyathaneye
girdi. 6 doktorun müdahalesi sonucu arkadaşımızın durumu biraz daha iyiye
doğru gidiyor. Ama iyi tedavinin daha iyi yapılması için Diyarbakır’a sevki
olacak. Biz de beraber gideceğiz. Diğer arkadaşlarımız da hasta nakil
olduktan sonra sesiz bir şekilde dağılsınlar. Herkes evlerine dağılsın bu
konuda gerekli açıklamalar gerekli bilgileri açıklayacağız. Zaten ifade ettik yarın toplu bir boykot
var. Yarın kepenk kapatma, öğrencilerin okula gitmemesi, çarşıya çıkmama
kararımız var. Bu olayın protesto edilmesi amacıyla bütün arkadaşlarımız
sağduyulu davransınlar. Biz bu olayı tamamıyla aydınlattık zaten net
bir olaydır. Diğer bu şu andan itibaren sorumluların hesap vermesini
bekleyeceğiz bu aşamada da hem sizin duyarlılığınızı hem sorumluluğunuzu
bekliyoruz ve yarın da Siirt olarak
tepkimizi tavrımızı net bir şekilde açık olarak ortaya koyup hükümete gerekli
mercilere net olarak cevabımızı vermek zorundayız. Bu konuda da her
arkadaşımızı sorumlu olmaya davet ediyorum. Birazdan da hasta nakil olduktan
sonra da arkadaşlarımız sesiz bir şekilde dağılsınlar. Biz bu ülkede
gerginliklerin, çatışmaların sona ermesi için çaba sarf ettik. Bundan sonra
da sarf edeceğiz. Bir arkadaşımızı defin ederken yeni bir arkadaşımızı yaralı
aldık koynumuza. Buna rağmen ısrarımıza devam ediyoruz. Barış talebimize
devam ediyoruz. Hiçbir güç bizi barış ısrarımızdan ana değerlerimizi
savunmaktan alıkoyamaz. Yani daima ifade ettik bundan sonra da ifade
edeceğiz. Bundan sonra da bu irademizi ortaya koyacağız ama yarın irademizi
güçlü bir şekilde ortaya koyup tepkimizi ifade etmenin diğer tüm yol ve
yöntemlerini ifade edeceğiz. Dediğimiz gibi arkadaşlar hasta birazdan nakil
olduktan sonra Diyarbakır’a gideceğiz. Bu konuda tüm arkadaşlarımıza gerek
basın yoluyla gerek diğer yollardan hastamız hakkında ama asla arkadaşlarımız
da sağduyulu bir şekilde beklesinler. Birazdan da hasta nakil olduktan sonra
evlerinize dağılın teşekkür ediyoruz. Duyarlılığınız için sorumluluğunuz
için” şeklinde sözler söylediği,
konuşma sırasında orada bulunan topluluk tarafından “katil devlet”, “katil
devlet hesap verecek”, “öcalan siyasi irademizdir”, “terörist devlet”, “şehit
namırın”, “kürdistan faşizme mezar olacak” şeklinde sloganların atıldığı
soruşturma evrakı, tutanaklar ve konuşmaların yeraldığı CD’den anlaşılmıştır. Eylemi gerçekleştiren şahıs DTP Siirt İl
Başkanı sıfatını taşımakta ve beyanlarıyla terör örgütüne, eylemlerine ve
mensuplarına destek olmakta ve halkı Devlete ve diğer halk kesimlerine karşı
kin ve düşmanlığa, şiddete yöneltmeye çalışmaktadır. Bu durum ve söylenen
sözlerin içerik ve etkileri gözetildiğinde eylemin, terör örgütü ile eylem
sahibi ve mensubu bulunduğu davalı Parti arasındaki ilişkiyi ortaya koyduğu
sonucuna varılmıştır. Nitekim, Diyarbakır 4. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, adı geçenin sabit kabul edilen “örgüt
içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek ve
isteyerek yardım etmek suçu”ndan dolayı TCK’nun 314/3. ve 220/7. maddelerinin
yollamasıyla aynı Yasa’nın 314/2. maddesi uyarınca 7 yıl 6 ay hapis;
“devletin askeri teşkilatını alenen aşağılamak suçu”ndan dolayı TCK’nun
301/2. maddesi uyarınca 1 yıl hapis ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek
suçu”ndan dolayı da TCK’nun 216/1. maddesi uyarınca 1 yıl 6 ay hapis cezası
ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. c- 16.5.2006 Tarihinde DTP Batman İl
Kongresinde Yaptığı Konuşma 16.5.2006 tarihinde yapılan DTP Batman
İl Başkanlığının 1. Olağan Genel Kurulu toplantısında DTP Siirt İl Başkanı
olan Murat Avcı’nın yaptığı konuşmada “…Kürt
halkı çözüm konusunda iradesini beyan etmiştir, kürt halkı nevrozlarda
milyonlarca insanla birlikte iradesini sayın Öcalan’dan yana koyarak sorunun
çözümünün adresini göstermiştir…” şeklinde beyanlarda bulunduğu
soruşturma belgeleri ve tutanaklardan anlaşılmıştır. DTP Siirt İl Başkanı olan Murat Avcı’nın
yaptığı konuşmada yasadışı PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın
siyasi irade olarak kabul edilip Kürt sorununun çözümünde muhatap olarak
alınması gerektiğini ifade etmek suretiyle kendisi ve mensubu bulunduğu
davalı Parti’nin terör örgütü ile ilişkisini ortaya koymaktadır. Nitekim, Murat Avcı hakkındaki kamu
davasında Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda,
söz konusu Mahkemenin 11.3.2008 günlü, E.2008/29, K.2008/74 sayılı kararıyla
sanığın 16.5.2006 tarihinde DTP Batman İl Başkanlığının 1. Olağan Genel Kurul
toplantısında yaptığı konuşmada yasadışı PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah
Öcalan’ın siyasi irade olarak kabul edilip Kürt sorunun çözümünde muhatap
olarak alınması gerektiğini ifade etmek suretiyle üzerine atılı, basın
yoluyla örgütün veya amacının propagandasını yapmak suçunu işlediği sabit
kabul edilerek TCK’nun 220/8. maddesi uyarınca 1 yıl hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir. 23- Murat Daş’ın Eylemi 21.3.2007 tarihinde Valililikten izin
alınarak yapılan Nevruz kutlamaları sırasında Murat Daş’ın “…şimdi hepinizi barış ve demokrasi
şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum...” diyerek
saygı duruşu yaptırdıktan sonra PKK terör örgütü liderine ait olduğu
anlaşılan bildiriyi okuduğu ve ardından “Kürt
halkı barış için tam 30 yıldır mücadele ediyor. Bu mücadelenin binlerce
bedeli oldu. Kürt halkının artık bedel vermeye acı çekmeye tahammülü yoktur.
Biz barış dedik bizi zehirlediler. Önder Apo kürt halkının kırmızı çizgisidir
ve onun acı çekmesi tüm Türkiye’nin acı çekmesidir diyoruz ve nevroz
coşkusunu yaşayan siz yurtsever halkımızı en gelişmiş devrimci duygularımızla
selamlıyor, nevrozunuzu Sema Yüce, Mazlum Doğan ve önder Apo’nun sıcaklığıyla
kutluyoruz” şeklinde konuşmalar yaptığı soruşturma evrakı ile olay ve
açıklamalara ilişkin görüntülerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. Davalı Parti’nin kurucu üyesi ve Ağrı İl
Teşkilat yönetiminde görevli Murat Daş’ın terör örgütü mensuplarından “barış
ve demokrasi şehidi” olarak bahsetmesi ve onlar için topluluğu saygı
duruşunda bulunmaya davet etmesi, terör örgütü başına ait olan bildiriyi
okuması ve konuşmasında Kürt halkının mücadelesinden bahsetmesi, terör örgütü
başının Kürt halkının kırmızı çizgisi olduğunu ve nevruzu onun sıcaklığıyla
kutladıklarını ifade etmesi, adı geçen kişi ve dolayısıyla mensubu bulunduğu
davalı Parti’nin terör örgütü ile olan yakınlığını ortaya koymaktadır. Nitekim, Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda, Murat Daş’ın iddianamede belirtilen
eylemi sabit görülerek, söz konusu Mahkemenin 16.8.2007 günlü, E.2007/156,
K.2007/140 sayılı kararı ile terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan
dolayı 3713 sayılı Yasa’nın 7/2. ve TCK’nun 62. maddeleri uyarınca 10 ay
hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 24- Musa Farisoğulları, Nejdet (Necdet)
Atalay ve Hilmi Aydoğdu’nun Eylemleri 14.2.2006 tarihinde DTP Diyarbakır İl
yönetimi tarafından, Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan ülkemize getirilişini
protesto etmek amacıyla yürüyüş, basın açıklaması ve oturma eylemi organize
edildiği, terör örgütü elebaşısı lehine slogan atılmasının sağlandığı ve DTP
Diyarbakır il yönetim kurulu üyesi Hilmi Aydoğdu tarafından okunan basın
açıklaması metninde; “Ortadoğu’ya
yapılan en büyük müdahalelerden biri de; 15 Şubat 1999’da sayın Abdullah
ÖCALAN’ın uluslararası bir komplo ile kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesi
olayıdır... Fakat
hepimizin izlediği üzere sayın ÖCALAN’ın tek taraflı çabasıyla bu hesap
şimdilik tutmadı, şimdilik diyoruz çünkü; sayın ÖCALAN’ın koşulları her geçen
gün daha da ağırlaştırılmakta, tecrit içinde tecrite tabi tutulmaktadır... Sayın
ÖCALAN yakaladığı her fırsatta bu uluslararası oyunu anlatmaya, teşhir etmeye
çalıştı. Buna karşı barışta ısrarcı olunması gerektiğini, Kürt sorununda
çözümsüzlükte ısrar edilmesinin krizi derinleştireceğini vurguladı... Sayın
Öcalan’ın bu tutumu sayesinde Türkiye’de en kritik dönemde cumhuriyet
tarihinin en büyük gelişmelerini tetiklemiş ve Türkiye’nin AB ile üyelik
müzakerelerinin önünü açmıştır... Herkes
gibi sizler da biliyorsunuz ki Kürt halkının sayın ÖCALAN’a dair
hassasiyetleri yüksektir... Sayın
ÖCALAN’ın koşullarının bir an önce düzeltilmesi gerektiğine inanıyoruz.
ÖCALAN’ın son olarak sunduğu barış perspektifinin tarihi bir fırsat sunduğunu
ve mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz...” şeklinde terör örgütü liderini övücü ibarelere yer
verildiği, basın açıklaması sırasında adı geçenler Nejdet Atalay ve Musa
Farisoğulları’nın da Hilmi Aydoğdu ile birlikte hareket ettikleri, basın
açıklaması metnini adı geçenlerin birlikte hazırladıkları, gösteri sırasında “sayın Öcalan
siyasi irademdir” şeklinde pankart açıldığı, “Öcalan, Öcalan”, biji serok
apo”, “selam selam imralıya bin selam”, “disa disa serhildan serokome
öcalan-(yine yine başkaldırı, başkanımız Öcalan), dişe diş kana kan
seninleyiz Öcalan” , “vur de vuralım, öl de ölelim”, “kahrolsun 15 şubat
komplosu”, “hepimiz aponun fedaisiyiz” şeklinde sloganlar atıldığı, kolluk
kuvvetlerinin ikazlarına rağmen bu tür olayların devam ettiği soruşturma
evrakı, olay tutanakları, basın açıklaması, yürüyüş ve eylemler sırasında
çekilen görüntülerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
iddianamesinde gösterilen eylemi gerçekleştiren Musa Farisoğulları, Nejdet
Atalay ve Hilmi Aydoğdu olay tarihi itibariyle DTP Diyarbakır il yönetim
kurulu üyesi sıfatını taşımaktadırlar. Basın açıklamasındaki beyanlar, terör
örgütünün başı Abdullah Öcalan’ı övmeye ve terör örgütüne destek sağlamaya
yönelik ifadeler, adı geçenlerin mensubu bulundukları davalı Parti ile terör
örgütü arasındaki arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Nitekim Diyarbakır 4. Ağır Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda, Musa Farisoğulları, Nejdet Atalay
ve Hilmi Aydoğdu’nun bu eylemleri suçu ve suçlu övme suçu kapsamında
değerlendirilerek, söz konusu Mahkemenin 30.11.2007 günlü, E.2006/245,
K.2007/405 sayılı kararı ile adı geçenlerin TCK’nun 215/1 ve 63/1 maddeleri
uyarınca beşer ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verilmiştir. 25- Mustafa Tuç’un Eylemi 4.9.2007 tarihinde DTP Gaziantep İl
Başkanı Mustafa Tuç’un ölen bir teröristin cenaze töreninde yaptığı konuşmada
“…ilk başta bütün Kürdistan şehitleri
adına sizleri bir dakika saygı duruşuna davet ediyoruz…yıllardan beri devam eden
bir savaş vardır. Biz bu savaş uğruna nice canlar verdik ve nice canlar
vermeye de devam ediyoruz. Dün 11 tane şehit verdik, daha sonra 8 tane şehit
verdik, onlardan önce de 4 tane şehit verdik, yine Van’da 2 tane şehit
verdik, bugün ise yine acı bir haber geldi İran’da 3 tane şehit verdik, ama
halkımızın başı sağ olsun diyorum, biz şehit verdikçe yani Türk Devleti
yıllardan beri diretiyor. Biz sürekli barış diyoruz ama ne yazık ki Türk
Devleti imha ve inkara devam ediyor, biz bu tutumumuzu devam ettireceğiz. Biz
sürekli şehitlerimize bağlılığımızı bildireceğiz…” şeklinde terör
örgütünü ve mensuplarını övücü beyanlara yer verdiği, orada bulunan
kalabalığı ölen teröristler adına saygı duruşuna davet ettiği, konuşma
sırasında orada bulunanların “şehitler namırın(şehitler ölmez), “Öcalan
Öcalan”, “bıji serok apo(yaşasın önder apo), “başbakan şaşırma bizi dağa
kaçırma”, “katil Erdoğan”, “barışa uzanan eller kırılsın”, “pkk halktır halk
burada”, “geliyor geliyor apocular geliyor”, “intikam intikam”, “selam selam
İmralıya bin selam”, “barışın bekçisi İmralıda” şeklinde terör örgütü ve lideri lehine slogan attıkları, terör örgütünün
bayrağını ve örgüt liderinin resmini taşıdıkları soruşturma evrakı, olay
tutanakları ve çekilen görüntülerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. DTP Gaziantep İl Başkanı Mustafa Tuç’un
toplantı sırasındaki tutumu ve kalabalığa karşı yaptığı konuşmada söylediği
sözler bir siyasi parti temsilcisinden ziyade bir terör örgütü mensubunun
davranış ve ifadeleri gibidir. Adı geçen şahsın sıfat ve pozisyonu, eylemin
ağırlık ve etkileri gözetildiğinde bu eylem, adı geçen şahıs ve dolayısıyla
mensubu bulunduğu parti ile terör örgütü ve eylemleri arasındaki ilişkiyi
ortaya koymaktadır. Nitekim Adana 8. Ağır Ceza Mahkemesince
yapılan yargılama sonucunda, söz konusu Mahkemenin 24.3.2008 günlü, E.
2007/289, K. 2008/77 sayılı kararıyla adı geçenin eylemi sabit kabul edilerek
terör örgütünün propagandasını yapmak suçundan dolayı 3713 sayılı Yasa’nın
7/2. ve TCK’nun 62. maddeleri uyarınca 10’ar hapis cezası ile cezalandırılmalarına
karar verilmiştir. 26- Nurettin Demirtaş’ın Eylemi 26-28.10.2007 tarihlerinde DTP
Diyarbakır İl Binası içerisinde DTP milletvekilleri, çevre il ve ilçelerden
gelen DTP belediye başkanları ve delegelerin katılımıyla Demokratik Toplum
Kongresi adı altında bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantı sırasında DTP
Genel Başkan Vekili Nurettin Demirtaş tarafından okunan basın bildirisinde; “…Kongremiz Kürt halk önderi Abdullah
Öcalan’ın Kürt sorununa demokratik çözüm yaklaşımının son derece belirleyici
olduğu sonucuna varmıştır… Yıllardan beri Türk ve Kürt toplumu açısından bu
iki eğilimi görüp, tüm zorluklara rağmen Kürt halkı adına çözüm yolunun
demokrasiden, barıştan ve bir arada yaşamadan yana geliştiren kürt halk
önderi Abdullah Öcalan’a yönelik İmralı uygulamaları çözümün önünü kapattığı
gibi, tarihsel kardeşlik duygularına da büyük zarar vermiştir. Bu nedenle,
kongremiz kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan başka bir yere nakli
ile sağlık sorunlarının giderilmesi için tedavi sürecinin başlatılmasının,
toplumsal barış için rolünü oynayabileceği şekilde halkla bağ kurabileceği
bir ortam yaratılmasının Kürt halkı kadar, Türkiye demokrasi açısından da son
derece yaşamsal olduğu sonucuna varmıştır… Merkeziyetçi-ulus devlet sistemi kültürel
farklılıkları yok sayan sonuçlara yol açtığı gibi Türkiye’de yaşayan tüm
toplumsal kesimlerin özgürlük, eşitlik talepleri ile sosyal ve ekonomik
sorunlarını çözümsüz bırakan büyük dengesizlikler ortaya çıkarmıştır.
…Kongremiz bu temelde Türkiye’deki siyasi-idari yapılanmanın köklü bir
reformla ele alınarak değiştirilmesini kaçınılmaz görmektedir….en akılcı
model olarak tanımladığımız “demokratik özerkliğin” hayata geçirilmesi açısından
yeni Anayasa çalışması da dikkate alınarak siyasi ve idari yapılanmada köklü
bir reforma gidilmesi gerekmektedir….Bu idari modelde adem-i merkeziyetçilik
işletilerek birbiri ile yoğun bir şekilde sosyo-kültürel ve ekonomik ilişki
içerisinde bulunan İlleri kapsayan ve İl Genel Meclislerine benzer bir
şekilde seçim ile iş başına gelen bir bölgesel meclis, merkezi hükümet adına
dış işleri, maliye ve savunma hizmetleri ile merkezi ve bölge yönetimlerince
birlikte yürütülecek emniyet ve adalet hizmetleri hariç eğitim, sağlık,
kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm,
telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik ve spor gibi hizmet
alanlarından sorumlu olacaktır… Bu yapı federalizmi ya da etnisitiye dayalı
özerkliği ifade etmez; merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş
demokratik bir yeni idari takviyedir. Bölgelerin her biri o bölgenin özel adı
veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla
anılacaktır…Türkiye’de kurulacak Bölge Meclisleri –ki sayısı 20-25 olabilir-
TBMM ile İller arasında işleri kolaylaştıran, halkın yönetimine daha fazla
katılımını sağlayan çağdaş, demokratik bir idari ve siyasi yapılanmadır”
şeklinde ifadelere yer verilmiştir. Bildiride yer alan PKK terör örgütü
elebaşısı Abdullah Öcalan’dan “kürt halkı önderi” olarak söz edilmesi, bu kişinin
İmralı cezaevinde kalmasının tecrit uygulaması olarak nitelendirilmesi, başka
bir yere naklinin sağlanması, sağlık sorunlarının giderilmesi ve kürt
sorununa demokratik çözüm yaklaşımında belirleyici bir role sahip olduğu
şeklindeki ifadeler, terör örgütünün propagandası niteliğinde beyanlar olup,
davalı Parti ve Genel Başkan Vekili statüsünü taşıyan mensubunun terör örgütü
ile bağlantısını ortaya koymaktadır. 27- Orhan Miroğlu’nun Eylemi 25.3.2007 tarihinde aralarında DTP’nin
de bulunduğu sivil toplum örgütleri tarafından Ankara’da Abdi İpekçi Parkında
organize edilen gösteride söz alan DTP Genel Başkan Yardımcısı Orhan
Miroğlu’nun konuşmasında “Ne Demirci
Kawaları unutacağız, ne de Diyarbakır Cezaevinde hayatını Nevroz ateşine
sunan devrimcileri unutacağız… burada anısını saygıyla anacağız, Mazlum
Doğanları ve başka devrimci arkadaşlarımızı… Önce Türkiye’nin fay hatlarından
sözetmek istiyorum. Evet çok açık ve bellidir ki Türkiye’nin bir fay hattı
var. Sayın Öcalan’ın sağlığıyla oynanmaz, bu bir fay hattıdır… çünkü Öcalan
herhangi bir tutuklu değildir. Fikirleriyle yüzbinlerce insanı etkileyen bir
insandır Ve onun sağlığı elbette ki toplumsal bir kaygı ve toplumsal bir
meseledir.… Hükümetten talebimiz şudur, yaptırdığınız incelemeleri ve sağlık
incelemelerini kamuoyuna tıbbi gerekçeleriyle açıklayın. Eğer buna gücünüz
yüreğiniz yetmiyorsa bu halde bu ülkenin bağımsız tabipler birliğinin bir
heyetle İmralı’da bir sağlık araştırması ve sağlık taraması yapmasına izin
verin. Bu talebimiz bakidir ve günceldir arkadaşlar… şunu çok iyi biliyoruz
ki PKK bu ülkenin gerçekliğidir… sevgili
arkadaşlar elbette PKK’lı burada ve siz PKK’sınız, DTP de sizsiniz…”
şeklinde terör örgütü lideri ve mensuplarını övücü beyanlara yer verdiği,
orada bulunan kalabalığın ellerinde “sağlığın sağlığımızdır”, “barış dedik
zehirlendik, zehirin panzehiri olacağız”, “sana can feda”, “nevruz ateşini
yükselttin”, “dişe diş kana kan, seninleyiz Öcalan” ibareli dövizler
taşıdıkları ve “bıji serok apo (yaşasın önder apo), “dişe diş kana kan
seninleyiz Öcalan”, “selam imralıya bin selam”, “gençlik aponun fedaisidir”,
“yaşasın Öcalan”, “be serok jiyan na be (başkansız yaşam olmaz)”, “geliyor
geliyor, apocular geliyor”, “öcalansız dünyayı başınıza yıkarız”, “nevroze
agire zerdeşte”, “dise dise serhildan serakoma öcalan (yine yine isyan
başkanımız Öcalan)” şeklinde terör örgütü ve elebaşısı lehine sloganlar
attıkları, “barışa uzanan eller kırılsın”, “PKK halktır halk burada”,
“geliyor geliyor apocular geliyor”, “intikam intikam”, “selam selam İmralıya
bin selam”, “barışın bekçisi İmralıda” şeklinde terör örgütü ve lideri lehine slogan attıkları, terör örgütünün
bayrağını ve örgüt liderinin resmini taşıdıkları soruşturma evrakı, olay
tutanakları ve çekilen görüntülerin yeraldığı CD’lerden anlaşılmıştır. DTP Genel Başkan Yardımcısı sıfatını
taşıyan Orhan Miroğlu’nun yaptığı konuşmada söylediği “…sevgili arkadaşlar elbette
PKK’lı burada ve siz PKK’sınız, DTP de sizsiniz…” biçimindeki sözlerle
PKK ile DTP’nin özdeş olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu sözler, bir siyasi
parti temsilcisinden ziyade bir terör örgütü mensubunun ifadeleri
biçimindedir. Adı geçen şahsın sıfat ve pozisyonu, eylemin ağırlık ve
etkileri gözetildiğinde iddianamede belirtilen bu eylemin DTP Genel
Yönetiminde bulunan bu şahıs ve dolayısıyla mensubu bulunduğu parti ile terör
örgütü ve eylemleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Nitekim, Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesince E.2007/243 sayılı dosyası üzerinden yapılan yargılama sonucunda
Orhan Miroğlu’nun eylemi silahlı PKK terör örgütünün propagandasını yapmak
suçu kapsamında değerlendirilmiş ve adı geçenin 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu’nun 7/2. ve 5237 sayılı TCK’nun 62. maddeleri gereğince 2 yıl 1 ay
süreyle hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 28- Sedat Yurtdaş (Yurttaş)’ın Eylemi DTP Genel Başkan yardımcısı Sedat
Yurtdaş 11.1.2006 tarihinde terör örgütünün yayın organı ROJ TV’nin “Gündem”
isimli programına katılarak burada terör örgütünün elebaşısı Öcalan için
“sayın” sıfatını kullandığı ve kendisine engeller çıkarıldığından bahsettiği,
konuşmasında “zorluklarla, zulümlerle
bu 30-40 yılın sonunda Kürtler öldürülüyor. Kürtler tankla, tüfekle, topla,
askerlerle ve saldırılarla imha ediliyor… Türk generalleri sözde federal
kürdistanın kurulmasında bizim de payımız var diyorlar…1952’ye kadar il,
ilçe, köy, ağaç, çimen, toprak ne varsa hepsinin isimlerini değiştirdiler.
Yani o isimler bir daha Kürtçe isimlerle kabul edilsin…. Amed (Diyarbakır) bu
yüzden merkez olmuş, Hevler merkez olmuş. İnanıyorum ki Süleymaniye de bir
merkez olacak. İstesin veya istemesin kendini Kamışlo ve Mahabat’a kadar
yetiştirecek” şeklinde beyanlarda bulunduğu dosyadaki belgeler, CD ve
çözüm tutanaklarından anlaşılmıştır. Eylemi gerçekleştiren şahıs DTP Genel
Başkan yardımcısı sıfatını taşımakta ve bu konuşmaları terör örgütünün yayın
organı olan televizyon kanalındaki yayına bağlanmak suretiyle yapmaktadır. Bu
durum ve söylenen sözlerin içerik ve etkileri gözetildiğinde eylemin terör
örgütü ile eylem sahibi ve mensubu bulunduğu davalı Parti arasındaki mevcut
ilişkiyi ortaya koyduğu sonucuna varılmaktadır. Nitekim, Diyarbakır 1. Sulh Ceza
Mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda, sanığın terör örgütü liderine yönelik
“sayın” ifadesini kullanması suç ve suçluyu övme suçu kapsamında sabit görülerek,
söz konusu Mahkemenin 18.2.2007 günlü, E.2006/364, K.2007/46 sayılı kararı
ile suç ve suçluyu övmek suçundan dolayı adı geçenin TCK’nun 215/1 maddesi
uyarınca 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. 29- Selim Sadak’ın Eylemi DTP üyesi Selim Sadak, 23.4.2006
tarihinde DTP Genel Merkezini temsilen katıldığı DTP Nusaybin İlçe Teşkilat
binasının açılışında bir kısmını Kürtçe olarak yaptığı, “biji serok apo”
sloganları ile desteklenen konuşmasında “Sizlerin
huzurunda bu anlamda yaşamını yitiren sevgili hocam Musa Anter’in şahsında
tüm demokrasi şehitlerinin huzurunda saygıyla sevgiyle eğiliyorum.
Kendilerine selamlarımı sunuyorum. Bizi bugünlere taşıyan hak ve özgürlükleri
için kürt halkının hak ve hukuku için yaşamını cezaevinde geçiren ve
zindanlara hapsedilen tüm siyasi tutsakları sayın Öcalan’ın şahsında saygıyla
selamlıyorum…Denenmeyen çareleri denesinler, 1992’lerde operasyonlar
düzenlediler, yurt içerisinde operasyonlar düzenlediler, yine sorun
çözülmedi…Bu halkın üzerine gülleler yağdırmak değil, kendi yurttaşlarına
kendi halklarına, kendi halkına operasyonlar düzenlemek ve uygulamakla bu
sorunlar çözülmüyor” şeklinde beyanlarda bulunmuştur. Genel Merkez adına hareket eden bir
görevlinin ilçe teşkilatının açılışındaki terör örgütünü ve başını
destekleyen beyanları, kişinin ve mensubu olduğu davalı Parti’nin terör
örgütü ile ilişkisini ortaya koymaktadır. 30- Ahmet Ertak’ın Eylemi 07 Eylül 2007 tarihinde DTP’li Şırnak
Belediye Başkanı Ahmet Ertak’ın Şırnak’ta Fransız haber ajansı “France Şırnak Belediye Başkanı olan Ahmet Ay’ın
kullandığı sözlerin açıkça terör örgütüne destek mahiyetinde bulunduğu
konusunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır. 31- Ayhan Ayaz’ın Eylemi DTP Iğdır il teşkilatı üyesi olan Ayhan
Ayaz’ın 20.3.2007 günü gece saatlerinde Iğdır il merkezinde bulunan ev ve
işyerlerinin duvar ve kepenkleri üzerine
sprey boya ile “PKK”, “HPG”, “apocuyuz” ve “Öcalan” yazılarını yazdığının
güvenlik kuvvetlerince tespit edildiği, ayrıca terör örgütü mensupları ile
temasa geçerek molotof kokteyli yapma eğitimi aldığı, terör örgütü
mensuplarından aldığı talimatlar doğrultusunda arkadaşlarını bilgilendirdiği,
dosyadaki deliller ve bu kişinin adli makamlar huzurunda verdiği ikrara
dayalı ifadelerden anlaşılmıştır. Nitekim, Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda da bu kişinin eylemleri terör örgütünün
propagandasını yapma ve terör örgütüne yardım etme suçu olarak kabul edilmiş
ve söz konusu Mahkemenin 25.9.2007 günlü, E.2007/150 ve K.2007/155 sayılı
kararıyla 3713 sayılı Yasa’nın 5., 7/2., 220/7 ve TCK’nun 314/2 maddeleri uyarınca
sonuç olarak 6 yıl 13 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar
verilmiştir. DTP Iğdır İl teşkilatı üyesi olan Ayhan
Ayaz’ın terör örgütü mensuplarıyla işbirliği yapması ve terör örgütünün
propagandasını yapma eylemini bizzat gerçekleştirmesi, bu kişinin ve üyesi
olduğu davalı Partinin PKK terör örgütüyle olan ilişkisini ortaya koymaktadır. VIII-
ESASIN DEĞERLENDİRİLMESİ Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının
kapatma isteminde özetle; davalı Demokratik Toplum Partisi’nin terör örgütü
tarafından kurdurulduğu ve yönetildiğine dair bilgiler, gerçekleşen eylemler
ve kesinleşmiş mahkeme kararları ile Yerel Cumhuriyet Başsavcılıklarında
devam eden hazırlık soruşturmalarına ve mahkemelerde açılmış bulunan kamu
davalarına konu olan ve parti üyeleri tarafından gerçekleştirilen eylemler ve
sarfedilen beyanlar ile Parti tüzük ve programındaki kimi anlatımlar dikkate
alındığında, terör örgütü ve mensuplarını taban olarak muhatap aldıkları
halde terör örgütü olarak adlandırmadıkları, Parti binalarının örgüt kampı
haline getirildiği, örgütün propagandaları ile halkı kin ve düşmanlığa teşvik
eden beyanlarda bulunulduğu, terör örgütünün yayın organı olan ROJ TV isimli
televizyon yayınlarına katılındığı, toplantı ve gösterilerde slogan, resim ve
pankartlar kullanılarak şiddet görüntülerinin oluşturulduğu, esnafın
dükkanlarını kapatmaları yönünde teşvik ve tehdit edildiği, partililerin
örgüt kamplarında eğitildiği, örgüt üyelerinin Parti’de yönetici konumuna
getirildiği, böylece davalı Parti’nin birçok il ve ilçe teşkilatı başkan ve
üyelerinin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik
eylem ve davranışlarda bulundukları ve bu eylemlerinin Anayasa ve Siyasi
Partiler Yasası’nda belirtilen odak halini oluşturduğu, bu nedenle davalı
Parti’nin kapatılması gerektiği ileri sürülmüştür. Davalı Parti savunmasında özetle;
kapatma davası dosyasına konulan ya da iddianamede dayanılan kanıtların hukuka
uygun, adil ve tarafsız bir soruşturmanın ürünü olmadığını, yürütülen
soruşturmaların birçoğunun sonuçlanmadığını, sonuçlananlardan birçoğunun
beraatle neticelendiğini, iddianamede belirtilen konuşma ve açıklamaların
ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, bu
nedenle hükme esas alınamayacağını, Türkiye’nin başta Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi olmak üzere kimi uluslararası sözleşmeleri kabul ettiğini, iç
hukuk normu ile ulusalüstü norm arasında bir çatışma söz konusu olduğunda
mahkemelerin ulusalüstü normu doğrudan uygulaması gerektiğini, ulusalüstü
normların iç hukuka üstün ve bağlayıcı olduğunu, Parti’nin hiçbir şekilde
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemlerin
odağı haline gelmediği gibi, PKK terör örgütü ile de bir bağlantısının bulunmadığını,
Parti olarak PKK aleyhine beyanda bulunmaya zorlanmalarının düşünce ve kanaat
özgürlüğüne aykırı olduğunu, bu konuda susma haklarının bulunduğunu
belirterek davanın reddini istemiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
tarafından dava, kapatılması istenen davalı Demokratik Toplum Partisi’nin
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik
fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği ileri sürülerek açıldığından,
öncelikle konuya ilişkin Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu ve ilgili
uluslararası sözleşmelerin incelenmesi gerekli görülmüştür. Anayasa’nın Başlangıcının 1. ve 5.
paragraflarında Devletin bölünmez bütünlüğü ilkesine vurgu yapılmış, 3. maddesinin
birinci fıkrasında, “Türkiye Devleti
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”; 5.
maddesinde, “Devletin temel amaç ve
görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini... korumak…(tır)”;
14. maddesinin birinci fıkrasında, “Anayasada
yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik
Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz”
denilmiş, ayrıca 26., 28., 58., 81., 103., 118., 122. ve 130. maddelerinde de
bölünmez bütünlük ilkesine yer verilmiştir. Siyasi partilerin uyacakları esasları
belirleyen Anayasa’nın 69. maddesinin altıncı fıkrasında, “Bir siyasi partinin 68 inci maddenin
dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli
kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak
halinde geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar
verilir. Bir siyasi parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun
bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan
veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet
Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça
benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca
kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline
gelmiş sayılır.” hükmü yer almaktadır. Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasında “Siyasi partilerin tüzük ve
programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine,
millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz;
sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı
ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez”
denilmektedir. Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasında öngörülen kapatma nedenleri, 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun
101. maddesinin ilk fıkrasının (a) bendinde aynen tekrar edilmiş, bu
nedenlerden bir bölümü SPK’nun 78, 80 ve 81. maddelerinde de yeralmıştır. Anayasa’nın 68. maddesinin birinci
fıkrasında, vatandaşların siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme
ve partilerden ayrılma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra ikinci
fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları
olduğu vurgulanmıştır. Demokratik rejimin olmazsa olmaz koşulu
sayılmaları nedeniyle siyasî partiler Anayasa’da özel olarak düzenlenmiş, 68.
maddenin üçüncü fıkrasında siyasî partilerin önceden izin almadan
kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini
sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer
tüzelkişilerden farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar
anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise
Anayasa’nın 14. maddesinde yer alan; “Anayasada
yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti
ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa
hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve
hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde
yorumlanamaz. Bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir.” şeklindeki düzenleme
de gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme
yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır. Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu
siyasî partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise
ayrık durumlarla sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı
biçimde yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı
etmemiştir. Anayasa’nın 90. maddesinin son
fıkrasında, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
uluslararası sözleşmelerin yasa hükmünde olduğu ve yasalarla farklı hükümler
içermesi nedeniyle doğacak uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin
esas alınacağı öngörülmektedir. Türkiye’nin hukuk düzeni ile çağdaş
demokrasilere egemen ilke ve uygulamalar arasında koşutluğun sağlanmasını
amaçlayan bu kural, kurucu üyesi ya da üyesi bulunduğumuz uluslararası
kuruluşlarca oluşturulmuş temel hak ve özgürlük standartlarının dikkate
alınmasını gerekli kılmaktadır. Anayasa’nın somut kuralları, İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin siyasi partilerin
kapatılmasına ilişkin içtihatları ile Avrupa ortak standardını saptayan
Venedik Komisyonunun belirlediği kriterlerle birlikte değerlendirildiğinde,
bir yandan Anayasa’nın öngördüğü klasik demokrasi anlayışının gereği olarak
siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması sağlanırken, diğer yandan son
çare olarak düşünülen siyasi parti kapatma yaptırımı ile demokratik düzenin
korunması amaçlanmıştır. Siyasal iktidarın kaynağı, dolayısıyla
egemenliğin sahibi ulus olmakla birlikte, ulusun kendine ait bir yetkiyi doğrudan
kullanamaması, temsil ve aracı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunun
çözümü, ancak karmaşık toplumsal beklentileri ve gereksinimleri
somutlaştıran, bunları iktidara yönelik genelleştirilmiş eylem programları
biçiminde sunan ve halkın çoğunluğu tarafından tercih edilen, temelinde
siyasal karar mekanizmalarını yönlendiren aracı organların mevcudiyetine
bağlıdır. Toplumlar çok farklı düşünce ve
tercihlerin hüküm sürdüğü, demokrasinin işleyişinde çatışabilir fikirlerin
akışının sağlandığı yapılardır. Siyasal düzen ve bunun temel normları,
hukuksal kurallar, toplumdaki çatışma ve farklılıkların barışçı yolda
düzenlenmesine olanak verdiği sürece meşruiyetini korurlar. Bu meşrulaştırma
işlevi toplumsal farklılıkların özgürce yaşanması, talep sahiplerinin özgürce
örgütlenerek siyasal iktidara yönelmesi ve iktidar kullanımına katılmasıyla
yerine getirilmiş olur. Esasen demokrasi toplumsal barışın ve özgürlüğün
güvencesidir. Anayasa ise siyasal düzenin barışçı toplumsal taleplere
açılmasını ve zaman içinde doğacak zorunlulukları karşılayacak yöntemleri
barındıran temel kurallar bütünüdür. Kimi gerekçelerle farklı düşüncelerin
siyasal yaşama yansıtılmasının engellenmesi demokrasiyle ve temsilde adalet
ilkesiyle bağdaşmaz, çatışan farklı fikirlerin ürünü olan siyasi partilerin
bu fikirleri tartışmaya açmaktan yoksun bırakılması ve başka yollarla tehlike
savma refleksi demokratik siyasetle çelişki oluşturur. Siyasi partiler bu farklı düşünceleri
örgütleyip, siyasi düzene yönlendirerek siyasal iktidar ile kendisine
meşruiyet dayanağı sunan toplum arasında aracılık görevi de üstlenirler.
Dolayısıyla siyasi partilerin hem sayısal olarak ve hem de program yönünden
çoğulculuğunun sağlanması, demokratik meşruiyet için zorunludur. Bu
nitelikleriyle siyasi partilerin Anayasa’nın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesini
gerçekleştirip, demokratik siyaseti geliştirdikleri açıktır. Siyasi partilerin kendilerine göre öne
çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik
siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Siyasi partiler devlet
erkine yönelik toplumsal talepleri yalnızca dile getiren kurumlar değil,
toplumsal direktifleri somutlaştıran, yorumlayan ve devlete yönlendiren
yaşamsal kurumlardır. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasa’nın konuya ilişkin
kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “düşünce ve ifade” ve
“örgütlenme” özgürlüklerini düzenleyen 10. ve 11. maddelerinin koruması
altındadırlar. AİHM, genel olarak “bilgi” ya da
“fikirlerin” şok edici, şaşırtıcı veya rahatsız edici olmasının, bu hakka
yönelik herhangi bir müdahalenin haklı gösterilmesi için yeterli olmayacağını
ancak, şiddeti yüceltecek şekilde kine dayalı sözlerin ise müsamaha ile
karşılanamayacağını ifade etmektedir (Karatepe/Türkiye
Davası, Başvuru No: 41551/98, Strazburg,
31 Temmuz 2007). AİHM’ne göre, “demokrasinin temel
özelliklerinden birisi bir ülkenin karşılaştığı sorunları, taciz edici
olsalar da, şiddete başvurmaksızın, diyalogla çözmesidir. Demokrasi ifade
özgürlüğü ile beslenir. Bu ilişki altında, bir siyasal grubun, sadece bir
devletin bir kısım halkının kaderini aleni olarak tartışmak istemesi ve
demokratik kurallara saygı içinde, tüm ilgilileri tatmin edecek çözümler
bulma amacı ile siyasal yaşama katılmak istemesi nedeni ile endişe
duymamalıdır” (Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri / Türkiye Davası, 30
Ocak 1998- 133/ 1996/ 752/ 951). Uluslararası yargı yerlerince
belirtildiği ve Venedik Komisyonu’nun çeşitli tarihlerde kabul ettiği
raporlarında da vurgulandığı üzere, siyasi partilerin şiddet kullanılmasını
savunmaları veya anayasayla garanti altına alınan hak ve özgürlüklere zarar
verecek şekilde demokratik anayasal düzeni yıkmak için politik bir araç olarak
şiddeti kullanmaları veya aynı amaçları gerçekleştirmek için terör ve şiddete
başvuran oluşumlarla birlikte hareket etmeleri ve onlara destek vermeleri
halinde zorunlu bir tedbir olarak siyasi partilerin yasaklanması veya
kapatılması makul görülebilir. Nitekim, teröre destek verdikleri ve terörü kınamayı reddettikleri
gerekçesine dayalı olarak İspanyol yargı organlarınca kapatılmalarına karar
verilen Herri Batasuna ve Batasuna Partilerinin yaptığı başvuruyu
değerlendiren AİHM Beşinci Dairesi, 30
Haziran 2009 tarihli Herri Batasuna ve Batasuna / İspanya kararında özetle şu
gerekçelerle Sözleşme’nin ihlal edilmediği sonucuna varmıştır: - AİHM, otuz yıldan daha uzun süreden
beri var olan terör ortamında ve diğer siyasal partilerin tamamı tarafından kınanmakta
iken şiddeti kınamayı reddetmeyi terörizme üstü kapalı bir destek davranışı
olarak görmüştür. Mahkeme, başvuran
partilere izafe edilebilecek ve terörle uzlaşma sonucuna varacak birçok ciddi
ve tekrarlanan eylem ve davranışın varlığını belirlemiştir. Mahkeme, her halükarda, partinin kapatılmasının
terörün kınanmaması olgusuna da dayanmış olmasını Sözleşme’ye aykırı
görmemektedir Zira, siyasetçilerin sadece eylemleri ve söylemleri değil, aynı
zamanda belli durumlarda pozisyon alma olarak değerlendirilebilecek ve
tamamen açık destek eylemi sayılabilecek eylemsizlikleri veya sessizlikleri
de dikkate alınmalıdır. - AİHM, başvuran siyasi partilere
atfedilen eylem ve söylemlerin, bir bütün olarak “demokratik toplum” kavramı
ile çelişkili olduğunu değerlendirmiştir. Bu nedenle, İspanyol Yüksek
Mahkemesi tarafından başvuranlara uygulanan ve İspanyol Anayasa Mahkemesi
tarafından da onaylanan yaptırımın Devletlerin sahip olduğu takdir yetkisi
çerçevesinde makul biçimde “sosyal olarak zorunlu bir ihtiyaca cevap verdiği”
sonucuna ulaşmıştır. Bir siyasi partinin tüzüğü ve programı
ile eylemlerinin Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan
ilkelere aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa’nın siyasi partilere verdiği
özel önemi vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması
gerekir. Bu nedenle, Anayasa’nın 69. maddesi uyarınca tüzük ve
programlarındaki söylemleri ya da eylemlerinin, ancak Anayasa’nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere temel esasları itibariyle
aykırı olması, bu ilkeleri ortadan kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle
demokratik yaşam için doğrudan, açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda
siyasi partilerin kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir. Ulusal düzenlemelerin yanısıra örgütlenme
özgürlüğüne ve terörizme ilişkin kimi esaslar uluslararası sözleşmelerde de
yer almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11.
maddesinin birinci fıkrasında, herkesin barışçı amaçlarla dernek kurma
özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmiş, ikinci fıkrasında ise, bu hakların
kullanılmasına, ulusal güvenlik, kamu güvenliği, kamu düzeninin korunması,
suçun önlenmesi, genel sağlık ve ahlak veya başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması için ancak yasalarla kısıtlamalar getirilebileceği,
17. maddesinde, sözleşme hükümlerinden hiçbirinin bir devlete, topluluğa veya
ferde, sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesi veya sözleşmede
belirtilenden daha geniş ölçüde tahditlere tabi tutulmasını istihdaf eden bir
faaliyete girişme veya harekette bulunma hakkı sağladığı şeklinde tefsir
olunamayacağı öngörülmüştür. Paris Şartı’nda da: “Tüm
ilkeler, herbiri diğerleri dikkate alınmak suretiyle yorumlanarak, kayıtsız
şartsız ve aynı derecede uygulanır. Bu ilkeler ilişkilerimizin temelini
oluşturur.” ... “Taraf
devletlerin bağımsızlığını, egemen eşitliğini ya da toprak bütünlüğünü ihlal
eden faaliyetlere karşı demokratik grupları savunmak hususunda işbirliği
yapmaya kararlıyız. Dışarıdan yapılan baskı, zora başvurma ve yıkıcılık gibi
yasadışı faaliyetler burada söz konusu olan özelliklerdir.” ... “Her
türlü terörist eylemleri, yöntemleri ve uygulamaları açıkça suç olarak
kınıyor ve bunların ikili olduğu kadar çok taraflı işbirliği ile ortadan
kaldırılması için çalışmaya kararlı olduğumuzu ifade ediyoruz.” ... “Taraf
devletler, halkın iradesiyle özgürce kurulmuş olan demokratik düzeni, kendi
yasaları uyarınca ve yüklendikleri uluslararası insan hakları görevleri ve
uluslararası taahhütleri uyarınca, bu düzeni ya da başka bir taraf devletin
düzenini yıkmayı amaçlayan terörizm ya da şiddete başvuran ya da terörizmden
veya şiddetten vazgeçmeyi reddeden kişilerin, grupların ve teşkilatların
faaliyetlerine karşı savunmak ve korumak sorumluluğunu taşıdıklarını kabul
ederler” denilmiştir. Böylece,
ırkçılık, etnik düşmanlık ve terörizm kınanmış, ülke bütünlüğü ve demokratik
düzeni yıkmayı amaçlayan hareketlere girişen kişi, grup ve örgütlere karşı
koruma ve kollama sorumluluğu uluslararası bir çağrı olarak kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin
katılmalarıyla 14-25 Haziran 1993 günlerinde Viyana’da gerçekleştirilen
“Dünya İnsan Hakları Konferansı” sonunda yayımlanan Deklarasyon’da da, “Eşit
Haklar” ilkesine uygun olarak ırk, din ve renk ayrımı gözetmeksizin ülkesine
ait bütün insanları temsil eden bir hükümete sahip egemen ve bağımsız bir
devletin ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmi veya bütüncül biçimde
parçalayacak herhangi bir eyleme izin verilemeyeceği gibi desteklenemeyeceği
de vurgulanmıştır. 14.9.2005 tarihli Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin 1624 sayılı Kararında ise; sadece teröristlerin değil terörizmi
teşvik edenlerin de cezalandırılması için üye ülkeler yasal düzenlemeler
yapmaya çağrılmakta, ayrıca bu eylemlerin haklılığını savunanlara, mazeret
bulanlara ve onları yüceltenlere karşı gerekli önlemlerin alınması ve bunun
yanı sıra terörle ilişkisi saptananlara “güvenli bölgeler” yaratılmasının
önlenmesi üye devletlerden istenmektedir. Kararda, ayrıca, “terör tanımı”
yapılmamakta, ancak “amacı ne olursa olsun, ne zaman olursa olsun ve kim
tarafından yapılırsa yapılsın terörizm, güvenlik ve barışın bir numaralı
tehdidi” olarak kabul edilmektedir. Kökünü Latince “terrere” sözcüğünden
alan terör deyimi “korkudan sarsıntı geçirme” veya “korkudan dehşete düşmeye
sebep olma” anlamlarına gelmektedir. Türkçe’deki karşılığı “yıldırma,
korkutma” olan terör kelimesi, “bir
toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için meydana getirdiği ortak
korku” anlamını da içermektedir; keza terör sözcüğü “kamu otoritesini veya toplum yapısını yıkmak için girişilen korku ve
yılgınlık saçan şiddet hareketleri” olarak da tarif edilmektedir. Terör olgusu ideoloji, örgüt ve şiddet
unsurlarını içermektedir. Buna göre, terörün öncelikle bir ideolojik alt yapısının
olması gerekmektedir. Örgüt, benimsediği ideoloji doğrultusunda hareket
etmekte, stratejisini buna göre belirlemektedir. Terör örgütlerinin siyasi
eğitim adını verdikleri faaliyetlerin amacı, örgütün dayandığı temel
ideolojiyi örgüt mensuplarına benimsetmek ve örgütün hedefleri doğrultusunda
bilinçlendirmektir. Günümüzde terör örgütleri, dini, felsefi veya siyasi bir
düşünce sistemini, belli bir etnik kökene mensubiyeti esas alarak
ideolojilerini temellendirmekte ve hedef olarak rejim değişikliğini veya ülke
toprakları üzerinde yeni bir devlet kurmayı amaçlamaktadırlar. Terörün diğer bir unsuru ise örgüt
unsurudur. Örgüt; organize bir yapı içerisinde, aynı ideolojiyi benimseyen ve
aynı hedefe yönelmiş kişilerden oluşur. Günümüzde terör örgütleri, çoğunlukla
örgüt lideri ile ona bağlı üst düzey sorumlular ve daha alt düzeydeki bölge,
il ve birim sorumlularından oluşmaktadır. Örgütsel yapılanmada illegal
teşkilatlanma ve gizlilik esastır. Terörün en önemli unsuru ise, şiddet
unsurudur. Terör örgütleri şiddeti, ideolojileri doğrultusunda belirledikleri
hedeflere ulaşmada önemli bir araç olarak görmekte, “silahlı propaganda” adı
verilen terör eylemlerini, ülkenin anayasal düzenini değiştirmek için
kaçınılmaz bir yöntem olarak benimsemektedirler. Terör örgütleri,
gerçekleştirdikleri şiddet eylemleri ile topluma korku salarak, halkta
bıkkınlık ve yılgınlık duygusu oluşturup, vatandaşın devlete olan güvenini
sarsmayı ve kaos ortamı yaratmayı hedeflemektedirler. “Terör” ve
“terörizm” birbirinden farklı kavramlardır. Buna göre, terörizm kavramı, terör yöntemlerinin siyasi
bir amaçla örgütlü, sistemli ve sürekli bir şekilde kullanılmasını benimseyen
bir strateji olarak terör kavramından ayrılmaktadır. Terör sözcüğü, dehşet ve korkuyu
belirtirken terörizm, bu kavrama süreklilik ve siyasal içerik katmaktadır. Buradan hareketle terörizm, “Savaş ve
diplomasi ile kazanılmayan sonuçları elde etmek, korkutmak ve itaat ettirmek
için bir teoriye, felsefeye ve ideolojiye dayanılarak siyasi maksatlarla,
iradi olarak terör ve şiddetin sistemli ve hesaplı bir şekilde kullanılması”
şeklinde tanımlanmaktadır. Ansiklopedik
tanımlarda ise terörizmin; “önceden belirlenmiş hedefleri elde etmek
için şiddet kullanan, şiddete başvuran bir grubun veya partinin kullandığı
metod”; “ihtilalci grupların giriştiği şiddet eylemlerinin tümü, tedhişçilik,
bir hükümet tarafından uygulanan şiddet rejimi”; “siyasal bir hedefe ulaşmak
amacıyla devlete, halka ya da bireylere karşı sistemli şiddet eylemlerine
başvurma” şeklinde karşılandığı görülmektedir. Terörizmin temel amacı, bir “dava”ya
veya siyasal anlaşmazlığa dikkat çekilmesidir. Bu “dikkat çekme” şiddet eylemleri
neticesinde toplumda oluşturulan korku ve dehşet havası ile sağlanmaktadır. Terörizmin benimsediği bir diğer amaç,
kargaşa yaratarak toplumun direnme gücünü kırmak, yerleşik sosyal ve siyasal
düzenin arkasındaki halk desteğini şiddet yoluyla zayıflatmaktır. Terörizmin birtakım siyasi ve ekonomik
çıkarlar sağlamanın aracı olarak kullanılması da mümkündür. Bu gibi durumlarda
terörizm, sözü edilen çıkarların elde edilmesinde, hedef alınan ülke ve
toplumda amaca uygun bir ortamın oluşmasına aracılık etmektedir. Terörizm, kimi durumlarda ise bir siyasi
mücadele aracı olmaktan çıkıp, bir ülkenin bir başka ülkeyi zayıflatmak ve
istikrarsızlaştırmak için kullandığı bir araç haline gelmektedir. Terörizmin, suikastten silah teminine,
organize suç örgütleriyle işbirliğinden uyuşturucu ticaretiyle finans desteğine
kadar her türlü aracı da kullandığı bir gerçektir. Terörizm kitlelere yönelik hedef
gözetmeyen şiddet eylemleriyle, toplumun güven duygusunu ortadan kaldırarak,
halkın can derdine düşmesini ve olaylara tepkisiz kalmasını amaçlar. Böylece
kitleler terörizme karşı duyarlılıklarını yitirir, terörü kanıksar ve
devletle toplum arasında güven açısından büyük bir uçurum oluşur. PKK/KONGRA-GEL
isimli örgütün de yukarıda tanımlanan nitelikte bir terör örgütü olduğu
hususunda uluslararası düzeyde bir anlayış birliğinin olduğu tartışmasızdır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmi
makamlarınca açıklanan bilgi ve verilere göre; Silahlı mücadele yoluyla Türkiye
sınırları içerisinde bağımsız bir Kürt devleti kurmayı hedefleyen PKK
(Kürdistan İşçi Partisi) 1978 yılında kurulmuş ve 1984 yılında kitlesel
eylemlere başlamıştır. PKK’nın 1984 yılından bu yana
gerçekleştirdiği terör faaliyetleri sonucu aralarında masum siviller,
öğretmenler ve diğer kamu görevlilerinin de bulunduğu 30.000 den fazla Türk
vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Söz konusu saldırılar büyük ekonomik
kayıplara da yol açmıştır. Örgüt tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı
515 kez karakol saldırısı gerçekleştirildiği, sair silahlı çatışma, pusu,
mayınlı tuzak kurma gibi asimetrik saldırı yöntemleriyle yapılan eylemler
sonucunda 1984-2009 yılları arasında köy korucuları da dahil 6.300 den fazla
Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu ile güvenlik görevlisi ve 25.000’in üzerinde
sivil vatandaşın katledildiği belirlenmiştir. Örgüt elebaşısı Abdullah Öcalan’ın 1999
yılında yakalanmasının ardından, Örgüt, stratejisini değiştirdiğini, artık
barışçıl yöntemleri benimseyeceğini ve siyasi mücadele yolunu izleyeceğini
iddia etmeye başlamıştır. “Yeni ve meşru bir örgüt” görüntüsü
verme politikasına uygun olarak ve uluslararası kamuoyunu inandırmak amacıyla
örgüt, ismini Nisan 2002’de KADEK (Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi)
olarak değiştirmiş, PKK’nın tarihi görevini tamamladığını ve artık siyasi bir
kuruluş olarak tanınmak istediğini ileri sürmeye başlamıştır. Ekim 2003’te
örgüt ismini bu kez KONGRA-GEL (Kürdistan Halk Kongresi) olarak
değiştirmiştir. Belirtilen isim değişikliklerine rağmen
örgütün liderlik kadrosu aynı kalmıştır. Murat Karayılan ve Cemil Bayık gibi
PKK’nın kurucu ve önde gelenleri örgüt içerisinde önemli roller üstlenmeye
devam etmektedirler. PKK/KONGRA-GEL’in önde gelen birçok yöneticisi örgüte
mali kaynak sağlamak amacıyla uyuşturucu kaçakçılığı yapmak suçundan kırmızı
bültenle aranan uluslararası tanınmış kişilerdir. Diğer taraftan, bu iki isim değişikliği
ve 1999’daki sözde strateji değişikliğinin ardından, örgüt silahlarını
bırakma gibi temel konularda herhangi bir değişikliğe gitmemiş ve 2002
sonrasında da özellikle Güneydoğu Anadolu’da saldırılar düzenlemeye devam
etmiştir. 2006 yılında şiddet eylemlerinin
kitlesel eylemlerle desteklenmesi amacıyla, örgütçe önem atfedilen, 21 Mart
Nevruz, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 1 Eylül Dünya Barış günü gibi ulusal ve
uluslararası kamuoyuna mal olmuş günlerde, özellikle 10–15 yaş arası çocuklar
ve kadınlar ön saflara yerleştirilerek eylem ve etkinliklere ivme
kazandırılmak istenmiştir. Kitlesel eylemlerde yeterli desteği
bulamayan örgüt bu defa, güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmalarda ölen terörist
cenazelerinin defin işlemleri sırasında ve sonrasında güvenlik güçleriyle
vatandaşları karşı karşıya getirerek sözde ortaya çıkacak olumsuz tablodan
çeşitli örgütsel kazanımlar elde etme yoluna gitmiştir. Militanlarını ve silahlarını hala
muhafaza eden ve şiddete başvurma tehdidinde bulunmakta tereddüt etmeyen bir
terör örgütünün sadece isim değişikliği yoluyla geçmişteki suçlarından
arınacağını söylemek mümkün değildir. PKK terör örgütünün kuruluş süreci, amaç
ve faaliyetleri, Abdullah Öcalan hakkında verilen mahkumiyet kararını onayan
Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 22.11.1999 günlü, E.1999/1296 ve K.1999/3623
sayılı kararında ise şu şekilde belirlenmiştir: “…Bu örgüt başlangıçta üç
yıl süre ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde “Kürdistan Devrimcileri”,
“UKO’cular”, “APO’cular’’ adı altında kadrolaşmış, 1977 yılından sonra sık
sık silahlı eylemlere girişmiş, örgütün programı bizzat sanık Abdullah Öcalan
tarafından kaleme alınarak, 21.11.1978 tarihinde Diyarbakır ili Lice ilçesi
Ziyaret (Fis) köyünde yapılan 1.Kongrede kabul edilip yedi kişilik parti
yürütme kurulu tarafından kuruluş bildirgesi hazırlanmış, 1978 yılından
itibaren de merkezi örgütlenmeye yönelerek 1979 yılında Kürdistan İşçi
Partisi adını almış ve genel sekreterliğine sanık getirilmiş, 15 Ağustos 1984
tarihinde ise H.R.K. (Hezen Rizgariye Kürdistan — Kürdistan Kurtuluş Birliği)
adı altında yeniden eylemlere başlamış ve 21 Mart 1985 tarihinde E.R.N.K.
(Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi)’ni oluşturmuş, yurtiçi ve yurtdışında
legal ve illegal alanda gazete ve dergi çıkartılmak suretiyle yayın faaliyeti
yürütülmüş, ayrıca MED TV. adı ile bir televizyon kanalı yayına sokularak
örgütün propagandasının yapılması amaçlanmıştır. Örgütün mali kaynaklarını;
vergilendirme, bağış, aidat adı altında toplanan paralarla, cezalandırma,
gasp, soygun, silah ve uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelirler teşkil
etmiş, amacının ise; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hâkimiyeti altındaki
topraklardan bir kısmını silahlı mücadele vererek devlet idaresinden ayırmak
suretiyle, Kürdistan Devleti kurmak olup, ilk dönemde propaganda yoluyla
halkı bilinçlendirmek, silahlı eylemlerle ordu teşkilatına, ekonomik
hedeflere sabotajlar düzenlemek suretiyle devlet otoritesini zaafa uğratmak
stratejisinin planlandığı belirlenmiş, bugüne kadar örgütün faaliyetlerine
ilişkin bütün sorunların ve geleceğe yönelik planlama ile kapsamlı yapısal
değişikliklerin ele alındığı geniş katılımlı çok sayıda kongre ve
konferanslar gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta Marksist-Leninist
ideolojiyi benimsediğini açıkça dile getiren örgüt, dünya siyasi
konjonktüründeki gelişmelere paralel olarak görüntüsünde de değişiklik yapma
kararı almış, bu çerçevede 5. Kongrede öncelikle örgüt amblemindeki
‘‘orak-çekiç’’in çıkarılmasını kararlaştırmış; Parti, Ordu, Cephe
bölümlenmesini benimseyip, parti olarak P.K.K. (Partiye Karkerani Kürdistan -
Kürdistan İşçi Partisi), Cephe olarak E.R.N.K. (Kürdistan Kurtuluş Cephesi)
ve Ordu olarak da A.R.G.K (Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu) şeklinde
teşkilatlanıp, cephe ve ordunun, partinin çizdiği çerçevede hareket edeceği
ilkesini benimsemiştir 1970 yılında bölücü DDKO (Devrimci
Doğu Kültür Ocakları) ve THKP/C (Dev-Genç) gibi örgütlerden etkilenen
Abdullah Öcalan liderliğindeki bir grup üniversite öğrencisi, Kürt
milliyetçiliği ile Marksist-Leninist fikirlerin sentezi temelinde bir görüş
yaratmaya çalışmış ve doğulu öğrencilerden oluşan sempatizanlarını bu yönde
eğitmiştir. Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu,
sömürge halinde yaşadıkları için bağımsız bir örgütlenmeye haklarının
olduğunu savunan Abdullah Öcalan ve arkadaşları, bu doğrultuda sürdürdükleri
faaliyet alanını 1976 yılında Ankara-Dikmen toplantısından sonra Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgesine taşımışlardır. 1977 yılı sonrasında Kürdistan
Devriminin yolu isimli broşür ile mücadelenin taktik ve stratejisini ortaya
koyan grup, fiilen silahlı eylemlere başlamıştır. 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır
Lice ilçesindeki ziyaret (Fis) köyünde gerçekleştirilen 1. Kongre ile grup ismini
Partiya Karkerani Kürdistan (PKK) olarak benimsemiş ve 30 Temmuz 1979
tarihinde dönemin Adalet Partisi Şanlıurfa Milletvekili M. Celal Bucak’a
yapılan saldırı ile örgüt kuruluşunu ilan etmiştir. 12 Eylül 1980 hareketinin takip eden
günlerde, Suriye üzerinden Lübnan’daki Filistin kamplarına ulaşan PKK grubu,
Suriye ve Lübnan’da askeri ve siyasi eğitim çalışması ve propaganda ile
örgütlenme faaliyetlerini sürdürmüş, Avrupa’da çeşitli sosyal-kültürel amaçlı
dernekler oluşturarak ismini duyurmaya başlamıştır. Aynı tarihlerde
Türkiye’den kaçarak Suriye’nin Şam şehrine yerleşen Abdullah Öcalan PKK
örgütünü buradan yönlendirmeye başlamıştır. Bu dönemde PKK, Irak Kürdistan
Demokrat Partisi ile ilişkiye geçmiş, bunun akabinde Suriye’de bulunan PKK
mensuplarından bir kısmının Irak Kürdistan Demokrat Partisinin kontrolündeki
Kuzey Irak’ta üslendirilmesi için anlaşmaya varılmış ve sonra birçok PKK
elemanı gruplar halinde bölgeye aktarılmıştır. 1984’te Şam’da gerçekleştirilen II.
Kongre’den sonra kamplardaki mensuplarını gerilla savaşına hazırlayan örgüt
stratejik savunma safhasından, stratejik denge safhasına geçmek için
özellikle Güneydoğu Anadolu’nun Hakkari, Mardin ve Siirt illerini kapsayan
alan içerisindeki askeri hedeflere karşı Kürdistan Silahlı Kuvvetleri (Hazen
Rıgariya Kürdistan- HRK) adı altında cephe-ordu örgütlenmesinin ordu ayağının
ön biçimini oluşturmuş ve 15 Ağustos 1984’te Eruh-Şemdinli ilçelerine yönelik
saldırılar ile terör eylemlerine fiilen başlamıştır. Pusu, taciz atışı gibi silahlı
eylemleri ile Güneydoğu bölgesinde etkili olmaya başlayan örgüt, bu
avantajını çoğaltmak için 21 Mart 1985’te Nevroz Bayramını vesile ederek
Cephe birimi olan ERNK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi)’yi ilan etmiştir. 1986 ila 1990 yılları silahlı
eylemlerin tırmandırıldığı, kitle katliamlarının yaygınlaştığı yıllar
olmuştur. Örgüt 26-30 Ekim 1986 tarihinde Lübnan Bekaa Vadisinde 3.
Kongresini yapmış ve bu kongre sonucu HRK (Kürdistan Kurtuluş Birliği) adlı
askeri kanadının ismini ARGK (Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu) olarak
değiştirmiştir. Örgüt 3. Kongrede aldığı kararlar doğrultusunda eylemler
sırasında kendilerine büyük zorluklar çıkaran köy koruculuğu sistemine karşı
topyekün saldırıya geçmiş, birçok köy ve mezra basılarak genç kız ve erkekler
topluca dağa kaçırılmış, birçok vatandaşımız öldürülmüştür. Örgüt 26 ila 31 Aralık 1990 tarihleri
arasında gerçekleştirilen IV. Kongrede, 2000 yılına kadar bölgede bağımsız
bir Kürdistan Devleti Kurmak için genel ayaklanmaların başlatılması kararını
almıştır. Bu karar doğrultusunda Cizre-Nusaybin ve Silopi’de kitle olayları
patlak vermiştir. Ağustos 1990 tarihinde meydana gelen
Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta meydana gelen otorite boşluğundan
yararlanarak, bu bölgede yerleşime ağırlık vererek eylemlerini yoğunlaştıran
örgüt, 1992 yılında Kuzey Irak bölgesinde Kürdistan Ulusal Meclisini Toplama
ve kurtarılmış bölgelerde “Savaş Hükümeti” ilan etme gibi ütopik
hedeflere yönelmiş, ancak başarılı olamamıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin
aynı yıl bölgeye düzenlediği askeri hareket sonucu ağır kayıplar veren örgüt,
yeni arayışlara yönelmiş, Kuzey Irak Kürt Liderlerinden Celal Talabani ile
işbirliği yaparak, yeniden toparlanmak amacıyla tek yanlı ateşkes ilan
etmiştir. Bu kararın örgütte dağılma ve çözülmeye yol açacağını fark ederek
24 Mayıs 1993 tarihinde Bingöl-Elazığ karayolu üzerinde gerçekleştirdiği yol
kesme eylemi ile yeniden silahlı eylemlerine başlamış, özellikle Güneydoğu
yöresine basın kuruluşlarının girmesine engel olma, okul yakma ve öğretmenleri
öldürme eylemleri ile bölgede devleti işlemez hale getirmeyi amaçlamıştır. Bu dönemde örgütün kitle desteğini
arttırmak ve daha fazla kimseyi kullanmak amacıyla legal alanda kurulan
Halkın Emek Partisi’nin kuruluşunu desteklediği, her düzeydeki birimlerinde
yandaşlarının görev almasını sağladığı, ayrıca özgür halk, Yeni Ülke, Dilan
ve Özgür Gündem gibi yayınlarla propagandasını yaptığı görülmüştür. 1990
genel seçimlerinde örgütün desteği ile Halkın Emek Partisi’nden parlamentoya
giren Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Sedat Yurttaş, Zübeyir Aydar,
Ahmet Türk, Sırrı Sakık gibi milletvekilleri gerek parlamentodaki
faaliyetleri ve gerekse parlamento dışındaki faaliyetleri ile örgütün görüş
ve düşüncelerini yansıtan tavır ve davranışlar içine girmeleri sonucu
milletvekilliği dokunulmazlıkları kaldırılarak yargılanmış ve PKK örgütü
adına faaliyetleri ispatlandığı gerekçesi ile mahkum olmuşlardır. Örgütün 1994 yılı içinde eylemlerini
metropol kentlere ve turistik yörelere kaydırdığı, Yunanistan’ın desteği ile
Türkiye’nin turizm gelirlerinde düşüşü hedeflediği görülmüş, ancak alınan
tedbirler sonucu bir kaç münferit olay dışında başarılı olmadığı
anlaşılmıştır. Ülke içinde gerçekleştirilen etkili
operasyonlar ve 1995 yılında gerçekleştirilen “çelik hareketi” sonucu örgütün
eylemlerinde hızlı bir düşüş kaydedilmiştir. PKK örgütünün amacı; Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki toprakları Türkiye’den ayırarak
Marksist-Leninist ideolojiye dayalı bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak
olduğundan, bunun gerçekleşmesi için uzun süreli bir halk savaşı stratejisi
ile silahlı propagandayı benimsemiştir. Öncelikle halkı örgütleyerek
silahlanmayı ve uzun sürecek bir gerilla savaşıyla nihai gayesine erişmeyi
amaçlamaktadır. (…) PKK’nın gerçekleştirdiği ve sanığın
da sorumluluğunu kabul ettiği eylemlerin her birinin, ulusal ve uluslararası
hukuk literatüründe kabul edildiği üzere; doğrudan doğruya masum insanları
hedef alan, kitleleri korkutup sindirmeyi amaçlayan nitelik ve nicelikte
mutlak terör eylemleri olduğu hususunda kuşku bulunmamaktadır” Bu kararda da belirtildiği gibi, PKK
terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü ortadan kaldırmak, Türk Ulusu’nu etnik kimlik esasına dayalı “Türk
ve Kürt ulusları” biçiminde ikiye bölmek ve ezilen halk olarak nitelediği
Kürt kökenli vatandaşları, ayrı bir ulus olarak devletini kurma yolunda kanlı
şiddet eylemlerine yönelttiği bir gerçektir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Divanı,
Zana-Türkiye davası nedeniyle verdiği 25 Kasım 1997 günlü (69/1996/688/880)
sayılı kararında, “PKK isimli örgütü amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanan
bir terörist örgüt” kabul ederek, “Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesinde PKK’nın
sivillere yönelik kanlı saldırılar düzenlediğini” belirtmiş; Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisinin 25 Haziran 1998 tarihindeki toplantısında aldığı
1377 sayılı kararın 5. maddesi ile de PKK tarafından başlatılan ve
Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan nüfusun yerlerinden edilmesine yol açan
şiddet eylemleri ve terörizm sert bir biçimde kınanmıştır. Ayrıca, 13.12.2002
günlü, L 337/93 sayılı Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayımlanan 12.12.2002
günlü terörizme karşı savaşta alınan tedbirlerin uygulanması konusunda
2001/931/CFSP sayılı Ortak Posizyonu güncelleyen ve 2002/340/CFSP sayılı
Ortak Pozisyonu iptal eden Konsey Ortak Pozisyonu’nda terörizme destek veren
kişiler, gruplar ve örgütler belirtilmiş ve bu karara ekli listenin 2/14.
maddesinde terörizmi destekleyen örgütler arasında PKK’ya da yer verilmiştir.
2002 tarihli Konsey kararıyla 2001
tarihinde yayımlanan terör örgütleri listesine dahil edilen PKK terör
örgütünün daha sonra ismini KONGRA–GEL olarak değiştirmesi üzerine Avrupa
Birliği, 5 Nisan 2004 tarihinde güncellediği listeye bu terör örgütünü
PKK/KONGRA-GEL olarak tekrar dahil etmiştir. Son yayımlanan Konsey Ortak
Tutum belgesinde de bu örgüt önceki listelerde olduğu gibi PKK, KADEK ve
KONGRA-GEL terör örgütü adlarıyla yer almaktadır. Cebir ve şiddet kullanarak; baskı,
korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen
Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni
değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk
Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini
zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok
etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı
bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek
her türlü suç teşkil eden eylemler 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda da
terör eylemleri olarak nitelendirilmiştir. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü ilkesine aykırı olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemenliği
altında bulunan ülke topraklarının belli bir bölümü üzerinde ayrı bir devlet
kurmayı hedefleyen PKK/KONGRA-GEL isimli terör örgütü tarafından
gerçekleştirilen eylemlerin de 3713 sayılı Yasa’nın kapsamına giren nitelikte
terör eylemleri olduğu hususunda bir duraksama bulunmamaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
iddianamesinde davalı siyasi parti üyelerince ve parti organlarınca gerçekleştirildiği
iddia edilen eylemler ise, anılan terör örgütü ve bu örgütün elebaşısıyla
işbirliği halinde hareket edilmesi, terör örgütünün propagandasının
yapılması, bu örgütün varlığının ve eylemlerinin mazur ve meşru gösterilmeye
çalışılması, terör örgütüne yardım ve destek sağlanması şeklindeki beyan ve
fiillerden oluşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve bu ilkenin vazgeçilmez bir unsuru olan
ortak dil, kültür, eğitim ve Atatürk Milliyetçiliği kavramları hukuksal ve
siyasal olduğu kadar, tarihsel ve sosyal gerçeklere dayanmaktadır. Türk Devletinin vatandaşları arasında
özel ve kamusal alanda etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal veya
hukuksal ayrılık sözkonusu değildir. Nitekim, Türk Milleti içinde yer alan
farklı kökenden vatandaşlar arasında Türkiye’nin her yerinde yaşama, eğitim
ve medeni haklar yanında seçme ve seçilme haklarından tam olarak yararlanma,
istek ve başarılarına göre her türlü işte çalışma, dil ve kültürden
faydalanma ve katkıda bulunma gibi konularda tam eşitlik anlayışı içinde
hiçbir ayırım gözetilmemektedir. “Ülke ve milletin bölünmez bütünlüğü”yle
ilgili bu tarihsel oluşum tüm anayasalarımızda vazgeçilmez ve ödün verilmez
temel kural olarak yer almıştır. Tarihin çok uzun bir gelişme süreci içinde
gerçekleşip kaynaşma ve bütünleşmeye dayanan Türk Ulusu gerçeği ve olgusuna
karşı ayrımcılığa, bölücülüğe, teröre ve sonuçta yok olmaya yol açacak
eylemler kabul göremez. Anayasa’ya ve Siyasi Partiler Yasası’na
göre ülke ve ulus bütünlüğü, devletin bölünmezliğinin temel ögeleridir. Bu
nedenle her iki yasal düzenleme ile de belirtilen değerlerin birlikte ve
ödünsüz olarak korunması amaçlanmıştır. Anayasamız, Türk Devleti’ne vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan birleştirici ve bütünleştirici bir
milliyetçilik anlayışına sahiptir. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü, bu çağdaş milliyetçilik anlayışının belirgin niteliklerinden
birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda Anayasa’ya göre, Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin hangi etnik gruptan olursa
olsun Türk sayılması onun etnik kimliğini inkar anlamında değil, devletine
“Türk Devleti”, ulusuna “Türk Ulusu” ve ülkesine “Türk Vatanı” denen ve
toplum yapısında çeşitli etnik gruplar bulunan ülkede bütün vatandaşlar
arasında eşitliğin sağlanması ve çoğunluk içinde bulunan etnik grupların
azınlığa düşmesini önleme amacına yöneliktir. Bu nedenle, Anayasamıza göre
siyasal açıdan önemli olan soy değil, ulusal topluluktan olmaktır. Ulusal birlik, bireylerin etnik kökeni
ne olursa olsun, yurttaşlık kurumu içinde ayrımsız birliktelikleriyle gerçekleşir. Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmezliği ilkesi azınlık yaratılmamasını, bölgecilik ve ırkçılık
yapılmamasını ve eşitlik ilkesinin korunmasını içerir. Siyasi partilerin, çalışmalarında
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği temel kuralına uymaları, ülkenin
ya da ulusun bütünlüğünün bozulması sonucunu doğurabilecek her türlü eylemden
kaçınıp, çalışmalarını bu bütünlüğü daha da pekiştirecek biçimde yürütmeleri
anayasal ve yasal zorunluluktur. Bunun sonucu da ülke ve ulus bütünlüğünü
zedeleyebilecek olan her türlü davranışın siyasi partiler için yasak
olmasıdır. Ülkemizde yürürlükte bulunan Anayasa ve kanun hükümleri ile
konuyla ilgili uluslararası temel belgeler ve AİHM içtihatlarıyla belirlenen
esaslara göre, demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri sayılan siyasal
partiler, demokrasiye ters düşen, demokrasiyi güçsüz ve etkisiz düşürecek,
toplumsal barışı yıkacak eylemlerde bulunamazlar. Demokratik hak ve özgürlüklerden
yararlanılarak, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne karşı gerçekleştirilen
eylemler kabul edilemez. Bu durumda hak ve özgürlüklerin kötüye
kullanılmasına engel olmak, devletin görevi ve varlık nedenidir. Teröre
destek verip ondan destek alan bir siyasi partinin Anayasa ve yasaya göre
varlığını sürdürmesi düşünülemez. Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurları sayılmaları siyasi partilere bir güvence sağlamasının yanında,
önemli görev ve sorumluluklar da yüklemektedir. Bu, yalnızca iç hukuk
sisteminin öngördüğü bir yükümlülük değildir. Yukarıda ayrıntılarıyla
üzerinde durulan uluslararası belgelerden, bu dengenin korunmasına özen
gösterildiği, bu dengeyi bozucu tutum ve davranışların himaye görmediği
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bir siyasi partinin, siyasi faaliyet görüntüsü
altında ülkenin tamamının asayiş ve güvenliğini olumsuz yönde etkileyen, tüm
bireylerin temel hak ve hürriyetlerinden yararlanmalarını engelleyen veya
ortadan kaldıran terör eylemlerini destekleyen, zemin hazırlayan ve
meşrulaştırmaya çalışan söylem ve eylemlerde bulunması hiçbir demokratik
sistemde koruma göremez. Kapatma davası sürecinde ileri sürülen
iddialar, deliller ve davalı Parti temsilcileri tarafından bunlara karşı
yapılan savunmalar değerlendirildiğinde; davalı Parti’ye isnat edilen
eylemlerin; parti mensuplarının terör örgütünün yönlendirmesi doğrultusunda
gerçekleştirdikleri eylem ve etkinlikler ile parti teşkilat binalarında
yapılan aramalarda ele geçirilen belge ve dökümanlardan, terör örgütü ve
elebaşısına destek içeren açıklama ve eylemlerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Demokratik Toplum Partisi tüzük ve
programında kendisini, “demokratik
uygarlık çağı değerleri olan özgürlükçü, eşitlikçi, adaletçi, barışçı,
çoğulcu, katılımcı, çok kültürlü toplumu zenginlik olarak gören ve
yenileşmeyi savunan; insan ve toplum odaklı diyalog ve uzlaşıya dayalı,
otoriter-merkezi-hiyerarşik siyaset yapma tarzı yerine;
demokratik-yerel-yatay işleyişi benimseyen, demokratik iç işleyişi
kararlılıkla savunan, barışçıl demokratik siyaseti esas alan, evrensel
değerlere sahip çıkan, her türlü ayrımcılığı ve ırkçılığı ret eden,
insanlığın özgürleşmesini cinsler arası eşitlikte gören, bu temelde özgür,
demokratik-ekolojik toplumu hedefleyen demokratik özgürlükçü eşitlikçi sol
bir kitle partisi” olarak tanımlamaktadır. Davalı Parti yetkilileri aşamalarda
yaptıkları savunmalarında, Kürt sorununun çözümünde terör örgütünün muhatap
alınması gerektiğini, aynı tabana hitap etmeleri nedeniyle terör örgütünün ve
eylemlerinin davalı Parti tarafından kınanmasının beklenemeyeceğini, davalı
Parti’nin terör örgütü ile ilgili düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağını
ifade etmişlerdir. Nitekim, davalı Parti adına yapılan 12.6.2008 günlü
esas hakkındaki savunmanın “susma hakkı yasal bir haktır” başlığı altında, “…Aslında neden DTP’nin PKK için terörist
demesinde ısrar edildiğinin ahlaki, hukuki, vicdani bir açıklaması yoktur.
DTP ‘onlar terörist’ dediğinde terör bitecek midir? Bitmeyecekse bu ısrarın
anlamı nedir? Boyun eğdirmek midir amaç? Dağa çıkma nedenini kaldırmadıkça,
biri ölür, diğeri çıkar… DTP, çocukları dağda olan ailelerin oylarını
almıştır kuşkusuz. Peki bu neyi gösterir? Sayın Başsavcı’nın iddia ettiği
gibi PKK ile özdeşliği mi, yoksa o ailelerin çocuklarının dağdan indirilmesi
için siyasi çözümü bulun diye DTP’ye umut bağladıklarını, oy verdiklerini mi
gösterir? Hiç kuşkunuz olmasın ki ikinci neden doğrudur. Peki böyle bir
durumda DTP, kendisine siyasi çözüm için oy veren milyonlarca insanın
çocukları, yakınları dağda iken PKK terör örgütüdür nasıl der, niçin
desin?...” şeklinde açıklamalara yer verilmiştir. Davalı Parti ve temsilcileri tarafından
savunma olarak ileri sürülen bu argümanlar davalı Parti ve mensuplarının
yaptığı eylemlerin demokratik siyasi mücadele kapsamında görülmesi için
yeterli sayılamaz. Demokratik siyasi hayatın sözkonusu olmadığı bir ortamda
siyasi partiler de vazgeçilmez unsur olmaktan çıkarlar. Demokratik ortamın
korunması ve demokrasi ilkelerinin uygulanması açısından Devlete büyük
sorumluluklar yüklendiği açık ise de, bundan, siyasi partilerin bu konuda
herhangi bir yükümlülük ve sorumlulukları bulunmadığı sonucuna varmak olanaksızdır.
Demokrasiye Devlet kadar, vatandaşlar, diğer sivil toplum kuruluşları ve
siyasi partiler de sahip çıkmak, korumak, en azından saygı göstermekle
yükümlüdürler. Davalı Parti, terör dahil yaşanan her
türlü olumsuzluktan Devleti, hükümeti ve sistemi sorumlu tutmaktadır. Davalı
Parti’ye göre PKK terör örgütü Devletin, hükümetin ve sistemin yanlışları
nedeniyle ortaya çıkmış, varlığını korumuş ve günümüze gelmiştir. Bu nedenle
terör örgütünün kuruluşundan günümüze kadar yaşanan acılardan da, Devlet,
hükümet ve sistem sorumludur. Bu yaklaşıma göre, davalı Parti ve
mensuplarının terör örgütüne olumlu yaklaşımı mazur görülmeli, hatta terör
örgütü ile diyalog yolunun açık tutulması bakımından varlıkları bir şans
olarak değerlendirilmelidir. Ancak, davalı Parti adına yapılan savunmalarda
ortaya konulduğu türden bir devlet ve demokrasi anlayışı gerçeklerden
uzaktır. Davalı Demokratik Toplum Partisine
mensup birçok il ve ilçe teşkilat başkan ve üyelerinin Parti adına düzenlenen
etkinlikler sırasında yaptıkları konuşma ve basın açıklamalarıyla Kürt
halkının Türk halkından farklı bir ulus olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti
tarafından Kürt halkına karşı baskı ve zulüm politikası yürütüldüğünü,
Abdullah Öcalan’ın tecrite tabi tutulduğu ve bunun kabul edilemez olduğunu
söyleyerek, aynı ideolojiyi benimseyen ve aynı hedefe yönelen PKK terör
örgütüne ve onun başı Abdullah Öcalan’a yardım ve destek sağladıkları,
böylece Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik
eylem ve davranışlarda bulundukları; 25.6.2006 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen
DTP Birinci Olağan Büyük Kongresi başta olmak üzere davalı Parti
mensuplarınca organize edilen veya davalı Parti mensuplarının katıldığı ve
etkin rol aldığı nevruz kutlamaları, terör örgütü elebaşının sağlık durumunu
protesto amaçlı gösteriler ve seçim mitingleri düzenledikleri, terör örgütü
mensuplarının cenaze törenlerine katıldıkları, davalı Parti teşkilat
binalarında yapılan aramalarda yukarıda ayrıntıları gösterilen eşya, yayın ve
dokümanların ele geçirildiği anlaşılmıştır. Ulus ve ülke bütünlüğüne karşın, davalı
Parti tarafından Türk ve Kürt Ulusları biçiminde bir ayırımın yapılması,
“Kürt sorununun çözümü” için terör örgütü ile onun başı Abdullah Öcalan’ın
muhatap alınması ve onun tarafından önerilen politikaların uygulanması
gerektiğinin belirtilmesi, parti teşkilat binalarında terör örgütüne ait
bayrak, doküman ve yasak yayınlara yer verilmesi, terör örgütü başı ve
militanlarına ait poster ve resimlerin asılması, çeşitli bahane ve vesilelerle
düzenlenen kongre, miting, toplantı ve gösteriler ile örgüt mensupları için
düzenlenen cenaze merasimlerinin terör örgütünün propaganda alanına
dönüştürülmesi veya dönüştürülmesine göz yumulması, terör örgütü ile
bağlantıları mahkeme kararlarıyla saptanan kimselerle araya mesafe koymak,
gerektiğinde disiplin yaptırımı uygulamak yerine parti adına söz söyleme
yetkisi olan görev ve pozisyonlara getirme gibi davranışlar Anayasa’nın 68.
maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen “Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü” ilkesine aykırılık teşkil eden eylemlerdir. Söz konusu
eylemleriyle davalı Parti şiddeti kışkırtan, elverişli hale getiren, terör
eylemlerini siyasi nitelikli eylemler olarak tanımlayan ya da destekleyen, bu
tür eylemleri teşvik eden, bunları gizleyen ya da bu tür eylemlere katılan,
parti teşkilat binalarını terör örgütüne ve onun propaganda malzemelerine
açan bir siyasi partiye dönüşmüştür. PKK terör örgütü başı Abdullah Öcalan’ın
sağlık durumu bahane edilerek protesto amacıyla PKK terör örgütünün istem ve
talimatlarıyla izinli veya izinsiz gösteriler, ve çeşitli etkinliklerin
düzenlenmesi, bildiriler dağıtılması, bu etkinliklerde yapılan konuşmaların
ve okunan basın bildirilerinin, açılan pankartların, atılan sloganların aynı
ya da benzer içerik taşıması, “özgürlük”, “kardeşlik” ve “barış” kavramları
kötüye kullanılarak ülkenin belirli kesiminde yaşayan veya belirli bir etnik
kökenden gelen vatandaşlar üzerinde farklı bir ulus bilincinin uyandırılmaya
çalışılması, PKK terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik
olarak sürdürdüğü mücadelenin “savaş”, “onurlu mücadele”, “haklı direniş”
olarak nitelendirilmesi ve bu savaşta PKK terör örgütünün yanında yer alarak
eylem ve davranışlar içerisinde bulunulması, kimi teşkilat üyelerinin PKK
terör örgütü mensuplarına silah, malzeme, tedavi ve bilgi desteği sağlaması,
Parti’nin il ve ilçe teşkilatlarında çok sayıda, hakkında çeşitli yargı
mercilerince toplatma ve yasaklama kararı verilen PKK terör örgütünün
propagandasına yönelik eşya, kitap, pankart ve doküman ile PKK terör örgütü
mensuplarının resimlerinin bulundurulması gibi birçok eylem ve bunlara
ilişkin yargı kararları davalı Demokratik Toplum Partisi ile PKK terör
örgütünün bağlantı ve dayanışma içinde olduğunu göstermektedir. Yukarıda belirtilen bu eylemlerle
Demokratik Toplum Partisi’nin, eksik gördüğü ve siyaseten tanınmasını beklediği
haklar ve özgürlükleri, demokrasinin siyasi çoğulculuğa verdiği anlamlı
destek ve hoşgörüyü kötüye kullanarak, etnisite temeline dayalı kültürel,
sınıfsal yapılanma ve yönetim ayrışıklığına yol açan ve demokratik ilkelerle
bağdaşmayan söylem ve eylemlerle ve terör örgütü desteğiyle elde etmek
istediği ve terörü kendi siyasi politikaları için araç olarak kullandığı
sonucuna varılmaktadır. Davalı Parti mensuplarınca
gerçekleştirilen organizasyonlarda meydana gelen olaylar karşısında Parti
yönetim organlarının herhangi bir şekilde tedbir almamaları ve sessiz
kalmaları ise teröre desteğin başka bir göstergesidir. Demokratik düzende, terör eylemlerine
karşı siyasi duruşunu açıkça belirlemeyen, suçu ve suçluları kınamayan ve
gizleyen bir partinin varlığı hoşgörüyle karşılanamaz. Davalı Parti’nin bu
bağlamdaki tutumu, Partinin PKK’yla olan ilişkisinin “açık bir sır” olarak
nitelenmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu gizli kabulle, terör yoluyla hak elde
edilmesi bir yöntem olarak benimsenmektedir. Davalı Parti’nin çeşitli teşkilatlarında
görevli şahıslar hakkında devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
yönelik suçlardan dolayı verilmiş mahkumiyet kararları, arama ve tespit
tutanakları, soruşturmalara ilişkin belgeler, yapılan kongre ve toplantılara
ilişkin tutanak ve belgeler ile tüm deliller gözetildiğinde, davalı
Demokratik Toplum Partisi’nin, Türk ulusunu ırk esasına dayalı olarak
“Türk-Kürt ve diğer etnik kökenli uluslar” biçiminde bölmek, etnik köken
farkı nedeniyle gerçek dışı varsayımlarla ezilen ve sömürülen bir halkın
varlığını kabul ederek bölücülüğü teşvik eden ve bunların sahip olduğu dil ve
kültürlerini ayırımcı biçimde tanımlayan ve özellikle bu önkabullerden yola
çıkarak, ülkede onbinlerce insanın ölümü ile sonuçlanan silahlı eylemlerde
bulunan yasadışı PKK terör örgütünün ve bu eylemlerden hükümlü elebaşısının
eylem ve politikalarını destekleyici nitelikte faaliyetlerde bulunmak suretiyle
devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin yoğun
olarak işlendiği bir parti haline geldiği anlaşılmıştır. Davalı Parti’nin Büyük Kongresinin,
Genel Başkanının, Merkez Karar ve Yönetim organlarının, TBMM Grup Genel
Kurulu ile Grup Yönetim Kurulunun, Parti üyelerince gerçekleştirilen
eylemleri açıkça reddetmemeleri, eylemleri zımnen benimsedikleri anlamında
değerlendirilmiştir. Hukuk devletine aykırı eylemlerin ilgili parti
organlarınca kınanmadığı, suskun kalındığı ortamda davalı Parti’nin
demokratik sisteme zarar vermesinin önüne geçilmesi anayasal zorunluluk
halini almıştır. Demokratik Toplum Partisi ve
mensuplarının Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında değerlendirilen
beyan ve eylemlerinin birbirleriyle bütünlük içinde bulunduğu, böylece
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırma nihai
amacını güttükleri, zaman ve mekan farklılıklarına rağmen eylemlerin tek bir
amaca özgülendiği, eylemlerin büyük bir çoğunluğunun Parti organlarında
görevli üyelerce sorumluluk alanları içinde gerçekleştirildiği ve terör
örgütü kaynaklı yönlendirmelerle sürekli tekrar edilip istikrar kazandığı ve
davalı Parti’nin devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne aykırı
eylemlerin yoğun olarak işlendiği bir odak haline geldiği anlaşılmıştır. Belirtilen gerekçeler karşısında davalı
Parti hakkında verilecek bir kapatma kararının, ulusal güvenliğin ve anayasal
düzenin korunması yönünde güdülen meşru amaçla orantılı, demokratik bir
toplumda gerekli ve zorlayıcı bir toplumsal ihtiyaca cevap veren nitelikte
olacağı açıktır. Teröre destek niteliğindeki eylem ve
söylemlerin yoğunluğunun toplumda sarsıcı etkilere, aşırı endişe, kaygı ve belirsizliklere
yol açtığı, bu siyasi anlayışla davalı Parti’nin demokratik hayata katkıda
bulunduğunun söylenemeyeceği ve bu nitelikteki fiillerin ağırlığı karşısında,
3.10.2001 günlü, 4709 sayılı Yasa’nın 25. maddesi ile Anayasa’nın 69.
maddesinin yedinci fıkrasında yapılan değişiklikle yürürlüğe konulan, Anayasa
Mahkemesi’nin temelli kapatma yerine dava konusu fiillerin ağırlığına göre
ilgili siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun
bırakılmasına karar verebileceğine ilişkin hüküm davalı Parti hakkında
uygulanmamıştır. Bu durumda, devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve PKK terör örgütüne yardım ve destek sağlamaya
yönelik eylemlerin işlendiği bir odak haline geldiği sabit olan Demokratik
Toplum Partisi’nin Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi
Partiler Yasası’nın 101. ve 103. maddelerine göre kapatılması gerektiği sonucuna
varılmıştır. IX- KAPATMA KARARININ SONUÇLARI A-
Partili Milletvekilleri Yönünden Anayasa’nın 84. maddesinin son
fıkrasında, “partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep
olduğu Anayasa Mahkemesi’nin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında
belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmî Gazete’de
gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi
sunar” denilmiştir. Bu nedenle, söz ve eylemleriyle
Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasına neden olan Mardin Milletvekili
Ahmet TÜRK ile Diyarbakır Milletvekili Aysel TUĞLUK’un milletvekilliklerinin
gerekçeli kararın Resmî Gazete’de yayımlandığı günde sona ereceğine karar
verilmesi gerekir. B-
Parti’nin (Kurucuları Dahil) Üyeleri Yönünden Anayasa’nın 69. maddesinin sekizinci
fıkrası ile Siyasi Partiler Yasası’nın 12.8.1999 günlü, 4445 sayılı Yasa ile
değişik 95. maddesinin ikinci cümlesinde, “…Bir siyasi partinin kapatılmasına
söz veya eylemleriyle neden olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa
Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi Gazetede
gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka
partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar” denilmektedir. Beyan ve eylemleriyle Parti’nin
kapatılmasına neden olan kurucuları dahil üyelerinden; - Abdulkadir FIRAT, Abdullah İSNAÇ
(İŞNAÇ), Ahmet AY, Ahmet TÜRK, Ali BOZAN, Aydın BUDAK, Ayhan KARABULUT, Aysel
TUĞLUK, Bedri FIRAT, Cemal KUHAK, Deniz YEŞİLYURT, Ferhan TÜRK, Fehtah
(Fettah) DADAŞ, Hacı ÜZEN, Halit KAHRAMAN, Hadice (Hatice) ADIBELLİ, Hilmi
AYDOĞDU, Hüseyin BEKTAŞOĞLU, Hüseyin KALKAN, İbrahim SUNKUR, İzzet BELGE,
Kemal AKTAŞ, Leyla ZANA, Mehmet Salih SAĞLAM, Mehmet Veysi DİLEKÇİ, Metin
TEKCE (TEKÇE), Murat AVCI, Murat DAŞ, Musa FARİSOĞULLARI, Mustafa TUÇ, Necdet(Nejdet)
ATALAY, Nurettin DEMİRTAŞ, Orhan MİROĞLU, Sedat YURTTAŞ ve Selim SADAK’ın,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının istemi doğrultusunda ve Anayasa’nın 69.
maddesinin dokuzuncu fıkrası gereğince, - Ahmet ERTAK ve Ayhan AYAZ haklarında
ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının iddianamesinde siyasi yasaklama istenmemiş
olmakla birlikte, iddianamede bu kişilerin eylemlerine yer verilmiş olması
nedeniyle, re’sen, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 225. maddesi ve
Anayasa’nın 69. maddesinin dokuzuncu fıkrası gereğince, gerekçeli kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından
başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve
denetçisi olamayacaklarına karar verilmesi gerekmiştir. X- SONUÇ Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın
16.11.2007 günlü, SP.135. Hz. 2007/2 sayılı İddianamesi ile Demokratik Toplum
Partisi’nin kapatılması istenilmekle gereği görüşülüp düşünüldü: 1-
Demokratik Toplum Partisi’nin,
eylemleri yanında terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin
işlendiği bir odak haline geldiği anlaşıldığından, Anayasa’nın 68. ve 69.
maddeleri ile 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. ve 103. maddeleri
gereğince KAPATILMASINA, 2-
Beyan ve eylemleriyle Parti’nin
kapatılmasına neden olan kurucuları dahil üyelerinden; Halil ve Emine’den olma, 1958 doğumlu,
Şanlıurfa Suruç Yıldız Köyü nüfusuna kayıtlı Abdulkadir FIRAT, Hacı ve Meryem’den olma, 1960 doğumlu,
Şırnak Merkez Geçitboyu Köyü nüfusuna kayıtlı Abdullah İŞNAÇ (İSNAÇ), Sabri ve Telha’dan olma, 1967 doğumlu,
Mersin Merkez Çilek nüfusuna kayıtlı Ahmet AY, İsmail ve Meryem’den olma, 1965 doğumlu,
Şırnak Merkez Gazipaşa Mahallesi nüfusuna kayıtlı Ahmet ERTAK, Sino ve Medine’den olma, 1942 doğumlu,
Mardin Derik Kovalı Köyü nüfusuna kayıtlı Ahmet TÜRK, Abuzer ve Sitiye’den olma, 1978 doğumlu,
Adıyaman Merkez Yaylakonak nüfusuna kayıtlı Ali BOZAN, Naso ve Hanım’dan olma, 1987 doğumlu,
Iğdır Merkez Alikamerli Mahallesi nüfusuna kayıtlı Ayhan AYAZ, Mehmet Emin ve Beşire’den olma, 1968
doğumlu, Şırnak Cizre Dağkapı nüfusuna kayıtlı Aydın BUDAK, Nurettin ve Fermiye’den olma, 1972
doğumlu, Batman Kozluk Yanıkkaya Köyü nüfusuna kayıtlı Ayhan KARABULUT, Hüseyin ve Hatun’dan olma, 1965 doğumlu,
Elazığ Merkez Yenimahalle Mahallesi nüfusuna kayıtlı Aysel TUĞLUK, Alirıza ve Hanım’dan olma, 1956 doğumlu,
Erzurum Hınıs Kolhisar Mahallesi nüfusuna kayıtlı Bedri FIRAT, Hasan ve Elif’ten olma, 1985 doğumlu,
Tunceli Merkez Baldan Köyü nüfusuna kayıtlı Cemal KUHAK, Raif ve Kibar’dan olma, 1984 doğumlu,
Ardahan Göle Günorta Köyü nüfusuna kayıtlı Deniz YEŞİLYURT, Abdülhalim ve Türkiye’den olma, 1951
doğumlu, Mardin Derik Kovalı Köyü nüfusuna kayıtlı Ferhan TÜRK, Keleş ve Fatma’dan olma, 1967 doğumlu,
Erzurum Karaçoban Bahçeli Mahallesi nüfusuna kayıtlı Fehtah (Fettah) DADAŞ, Süleyman ve Güli’den olma, 1957 doğumlu,
Şırnak Silopi nüfusuna kayıtlı Haci (Hacı) ÜZEN, Süleyman ve Zübeyde’den olma, 1977
doğumlu, Şanlıurfa Ceylanpınar İlçesi Ceylanpınar Köyü nüfusuna kayıtlı Halit
KAHRAMAN, Ramazan ve Samiha’dan olma, 1986
doğumlu, Madin Savur Serenli Köyü nüfusuna kayıtlı Hadice (Hatice) ADIBELLİ, Ali ve Saibe’den olma, 1953 doğumlu,
Bingöl Merkez Saray Mahallesi nüfusuna kayıtlı Hilmi AYDOĞDU, Celil ve Elif’ten olma, 1944 doğumlu,
Bingöl Kiğı Eskikavak Köyü nüfusuna kayıtlı Hüseyin BEKTAŞOĞLU, Nuri ve Sosun’dan olma, 1962 doğumlu,
Batman Merkez Yeni Mahallesi nüfusuna kayıtlı Hüseyin KALKAN, Hıdır ve Beybun’dan olma, 1953 doğumlu,
Van Bahçesaray Ünlüce nüfusuna kayıtlı İbrahim SUNKUR, İbrahim ve Bedriye’den olma, 1982
doğumlu, Şırnak Merkez Geçitboyu Köyü nüfusuna kayıtlı İzzet BELGE, Bozan ve Vethe’den olma, 1958 doğumlu,
Şanlıurfa Suruç Yolcular Köyü nüfusuna kayıtlı Kemal AKTAŞ, Fahrettin ve Hediye’den olma, 1961
doğumlu, Diyarbakır Silvan Selahattin Mahallesi nüfusuna kayıtlı Leyla ZANA, Sait ve Hanımi’den olma 1970 doğumlu,
Mardin Yeşilli Sancar Köyü nüfusuna kayıtlı Mehmet Salih SAĞLAM, İsmail ve Esmer’den olma, 1980 doğumlu,
Van Özalp Y.Çavdarlık Köyü nüfusuna kayıtlı Mehmet Veysi DİLEKÇİ, Abdullah ve Gülsabah’tan olma, 1972
doğumlu, Hakkari Merkez Bulak Mahallesi nüfusuna kayıtlı Metin TEKCE (TEKÇE),
Mahmut ve Ayşe’den olma, 1979 doğumlu,
Diyarbakır Kocaköy Merkez Mahallesi nüfusuna kayıtlı Murat AVCI, Sıdık ve Mizkal’den olma, 1974 doğumlu,
Ağrı Merkez Kalender nüfusuna kayıtlı Murat DAŞ, Mehmet Ali ve Zeynep’ten olma, 1956
doğumlu, Bingöl Genç Yeniyazı Köyü nüfusuna kayıtlı Musa FARİSOĞULLARI, Haciali ve Zeynep’ten olma, 1953
doğumlu, Gaziantep Araban Fıstıklıdağ Köyü nüfusuna kayıtlı Mustafa TUÇ, Abdülbari ve Suphiye’den olma, 1978
doğumlu Batman Kozluk Şemdinağa Mahallesi nüfusuna kayıtlı Nejdet (Necdet)
ATALAY, Tahir ve Sadiye’den olma, 1972 doğumlu,
Elazığ Palu Atik Köyü nüfusuna kayıtlı Nurettin DEMİRTAŞ, İsmail ve Behiye’den olma, 1952 doğumlu,
Mardin Midyat Gelinkaya nüfusuna kayıtlı Orhan MİROĞLU, Bekir ve Zeliha’dan olma, 1961 doğumlu,
Diyarbakır Ergani Çakartaş Köyü nüfusuna kayıtlı Sedat YURTDAŞ (YURTTAŞ) ve İbrahim ve Kumri’den olma, 1954 doğumlu,
Şırnak İdil Sulak Köyü nüfusuna kayıtlı Selim SADAK’ın, Anayasa’nın 69. maddesinin dokuzuncu
fıkrası gereğince gerekçeli kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından
başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve
denetçisi olamayacaklarına, 3-
Beyan ve eylemleriyle Parti’nin
kapatılmasına neden olan Mardin Milletvekili Ahmet TÜRK ve Diyarbakır Milletvekili
Aysel TUĞLUK’un milletvekilliklerinin, Anayasa’nın 84. maddesinin son fıkrası
uyarınca gerekçeli kararın Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte sona
ermesine, 4-
Parti tüzel kişiliğinin kapatma
kararının verildiği tarihte sona ermesine, 5- Davalı Parti’nin bütün mallarının 2820 sayılı Siyasî
Partiler Kanunu’nun 107. maddesi gereğince Hazine’ye geçmesine, 6- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin,
2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun 107. maddesi uyarınca Başbakanlığa ve
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesine, 11.12.2009 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
|
[1] Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı SP-135. Hz.2007/2 sayılı ve 10.03.2008 günlü ‘Esas hakkındaki görüşün’de; s:15, p.2
[2] Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı SP-135. Hz.2007/2 sayılı ve 10.03.2008 günlü ‘Esas hakkındaki görüşün’de; s:15, p.
‘Odak Olma Yönünden’.
[3] Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı SP-135.
Hz.2007/2 sayılı ve 10.03.2008 günlü
‘Esas hakkındaki görüşün’ de; s:15 son paragraf- s:16 ilk paragraf ‘Odak
Olma Yönünden’.
[4] Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 10.03.2008 günlü ‘Esas hakkındaki görüşün’de; s:17-18, p. ‘V-SONUÇ ve İSTEM’ A-Bölümü.
[5] Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 10.03.2008 günlü ‘Esas hakkındaki görüşün’de; s:17-18, p. ‘V-SONUÇ ve İSTEM’ B-Bölümü-1.
[6] Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 10.03.2008 günlü ‘Esas hakkındaki görüşün’de; s:17-18, p. ‘V-SONUÇ ve İSTEM’ B-ÖLÜMÜ-2
[7] ‘Ulusalüstü İnsan Hakları Standartları Işığında Türkiye’de Bilgi Edinme Düşünce-İfade ve iletişim Mevzuatı- Prof.Dr.Semih GEMALMAZ-Araş.Gör.Haydar Burak GEMALMAZ- s:297,
[8] ‘Ulusalüstü İnsan Hakları Standartları Işığında Türkiye’ de Bilgi Edinme Düşünce-İfade ve iletişim Mevzuatı- Prof.Dr.Semih GEMALMAZ-Araş.Gör.Haydar Burak GEMALMAZ-s:297 “Le Compte, Van Leuven ve De Meyere v. Belçika”, Mahkeme kararı: 23/06/1981.
[9] A.g.e: “Vogt v. Almanya”, (No.7/1994/454/535), Mahkeme karar tarihi: 26/09/1995.
[10] A.g.e. s:300-301 “Hendrikus Van Der Heijden v. Hollanda”, (Başvuru No.11002/84), Komisyon kararı: 08/03/1985, DR 41, April 1985, sf:264, 268-271.
[11] Avrupa Mahkemesinin anılan bu kararlarına ilişkin olarak ulusal hukuk doktrininde bir çok çalışma yapılmıştır. Örnek olarak bkz., Durmuş Tezcan-Mustafa Ruhan Erdem-Oğuz Sancakdar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2002, sf:353-391. Ayrıca bkz., Durmuş Tezcan, “Örgütlenme Hakkının Sınırları Açısından Siyasi Partileri Kapatma Kararlarına İlişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Ortaya Koyduğu Eğilim”, Anayasa Yargısı 16, Anayasa Mahkemesi Yay., Ankara 1999, sf:130-141. Oktay Uygun, “Siyasi Partilerin Kapatılması Rejiminin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Çerçevesinde Değerlendirmesi”, Anayasa Yargısı 17, Anayasa Mahkemesi Yay., Ankara 2000, sf:256-272. Mustafa Koçak, Siyasi Partiler ve Türkiye’de Parti Yasakları, Turhan Kitabevi, Ankara, 2002, özellikle sf:132-211.
[12] “Vogt v. Almanya”, (No.7/1994/454/535), Mahkeme karar tarihi: 26/09/1995.
[13] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:150-151
[14] Mehmet Semih Gemalmaz-Haydar Burak Gemalmaz, Ulusalüstü İnsan Hakları Standartları Işığında Türkiye’de Bilgi Edinme, Düşünce-İfade ve İletişim Mevzuatı, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, İstanbul, 2004, sf:299-300.- “Vogt v. Almanya”, (No.7/1994/454/535), Mahkeme karar tarihi: 26/09/1995.
[15] Mehmet Semih Gemalmaz-Haydar Burak Gemalmaz, Ulusalüstü İnsan Hakları Standartları Işığında Türkiye’de Bilgi Edinme, Düşünce-İfade ve İletişim Mevzuatı, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, İstanbul, 2004, sf:229-233.
[16] Mehmet Semih Gemalmaz, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunda ve Türk Hukukunda Olağanüstü Rejim Standartları, Beta Yayınları, Kasım 1994 (2. Baskı), İstanbul.
[17] Askeri yargı organlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygunluğu konusunda bkz. Kemal Gözler, “Askeri Yargı Organlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Uygunluğu Sorunu”, İnsan Hakları Yıllığı, Cilt:21-22, 1999-2000, sf:77-93.
[18] Örnek olarak bkz., “Case of Arı v. Turkey”, (App. No.29281/95), Karar Tarihi: 25/09/2001, para.36-52.
[19] Bu konudaki pilot vaka olarak bkz., “Case of Incal v. Turkey”, (Case No.41/1997/825/1031), (App. No.22678/93), Karar Tarihi. 09/06/1998, para.62-73.
[20] “Handyside v. Birleşik Krallık” kararının Türkçe metni için bkz., Osman Doğru (editör), İnsan Hakları Kararlar Derlemesi, Cilt:1, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 1998, sf:221-244. Kararın orijinali için bkz., (Series A, No.24).
[21] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:158-159
[22] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:161
[23] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:161
[24] “Sunday Times v. Birleşik Krallık” kararının Türkçe metni için bkz., Osman Doğru (editör), İnsan Hakları Kararlar Derlemesi, Cilt:1, sf:341-377. Kararın orijinali için bkz., (Series A, No.30).
[25] “Observer and Guardian v. Birleşik Krallık”,
bkz., HRLJ, Vol. 13,
No.1-2, 28 February 1992, sf:7-30, özellikle 16, (Karar, parag.59),
[26] “Sunday Times v. Birleşik Krallık (No.II)”,
bkz., HRLJ, Vol. 13,
No.1-2, 28 February 1992, sf:30-34, özellikle 32, (parag.50).
[27] “Thorgeir Thorgeirson v. İzlanda”, bkz.,
HRLJ, Vol. 13, No.11-12, 30 December 1992, sf:440-445, özellikle 443,
(parag.63).
[28] Türkiye Birleşik kominist Partisi ve diğerleri v. Türkiye, başvuru no. 19392/92, Mahkemenin 30 Ocak 1998 tarihli kararı. Başvurucular, TBKP ile TBKP’nin Başkanı Nihat Sargın ve Genel Sekreteri Nabi Yağcı’dır.
‘Avrupa İnsan Hakları Hukuku ve Türkiye-AİHS Sistemi, AİHM Kararlarında Türkiye-Yasemin Özdek-Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü-İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi-2004
[29] E. 1990/1 (siyasal parti kapatma), K. 1991/1, 16.7.1991 Anayasa Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı 27, Cilt 2, s. 885 vd.
[30] Bkz. 1982 Anayasası, -eski- m.69
[31] Komünist Parti (KPD) v. Federal Almanya Cumhuriyeti, başvuru no. 250/57, Komisyonun 20 Temmuz 1957 tarihli kararı. ‘Avrupa İnsan Hakları Hukuku ve Türkiye-AİHS Sistemi,AİHM Kararlarında Türkiye-Yasemin Özdek-Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü-İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi-2004
[32] A.g.eTBKP ve diğerlerinin başvurusu hakkında Komisyonun 3 Eylül 1996 tarihli raporu, par. 81.
[33] A.g.e.Sosyalist Parti ve diğerleri v. Türkiye, başvuru no.21237/93, Mahkemenin 25 Mayıs 1998 tarihli kararı.
[34] A.g.e.E.1991/2 (siyasal parti kapatma), K. 1992/1, 10.07.1992. Anayasa Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı 28, Cilt 2, s.696 vd.
[35] Bakanlar komitesi’nin 4 Mart 1999 tarihli kararı (Interim Resolution DH (99) 245).
[36] Bakanlar komitesi’nin 28 Temmuz 1999 tarihli kararı (Interim Resolution DH (99) 529).
[37] Bkz. HRLJ, Vol.20, No. 1-3, 1999, s. 140-147
[38] ÖZDEP v. Türkiye, başvuru no. 23885/94, Mahkemenin 8 Aralık 1999 tarihli kararı.
[39] E. 1993/1 (siyasi parti kapatma), K. 1993/2, 23.11.1993. Anayasa Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı 30, Cilt 2,, s. 841 vd.
[40] Yazar, Karataş, Aksoy ve Halkın Emek Partisi (HEP) v. Türkiye, başvuru no. 22723/93, 22724/93, 22725/93, Mahkemenin 9 Nisan 2002 tarihli kararı.
[41] Demokrasi Partisi (DEP) adına Dicle v. Türkiye, başvuru no. 25141/94, Mahkemenin 10 Aralık 2002 tarihli kararı.
[42] HEP’in kapatılma kararı için bkz. E. 1992/1 (siyasi parti kapatma), K. 1993/1, 14.7.1993, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, sayı 29, Cilt 2, s. 924 vd. DEP’in kapatılma kararı için bkz. E. 1993/3 (siyasi parti kapatma), K. 1994/2, 16.6.1994, Resmi Gazete, 30 Haziran 1994, Sayı 21976 (mükerrer)
[43] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:143.
[44] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:144.
[45] 4 Belilos İsviçre'ye karşı, Seri A No: 132 (29.4.1988)
Ayrıca bk. N. Çavuşoğlu, Türkiye'nin İnsan
Hakları Avrupa Komisyonu'na Kişisel Başvuru Hakkını Tanıma Bildirimi'ne Koyduğu
"Hususlar" Üzerine Bir
Not", AÜ SBF İnsan Hakları Merkezi Dergisi, Cilt: I, Sayı: 2 {1991}.
5 "Belilos Jürisprüdansı" Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Komitesi doktrininin gelişmesini derinden
etkiledi. Cf. G, Cohen-Jonathan, in RGDlP, 1989, s. 311 vd.; "Les reserves
dans les traites relatifs aux drolls de I'homme", RGDlP, 1996, s.
916 vd.
6 Loizidou
Türkiye'ye karşı, Seri A No: 310 (23.3.1995): "in the Court's view, the
existence of such a restrictive clause
governing reservations suggests thai States could not qualify their acceptance of the optional clauses thereby
effectively excluding areas of their law and practice within their "jurisdiction" from
supervision by the Convention institutions. The inequality between Contracting States which the permissibility of
such qualified acceptances might create would, moreover, run counter to the
aim, as expressed in the Preamble to the Convention, to achieve greater unity in the maintenance and further
realisation of human rights" (par. 77). Ayrıca bk. par. 82-84. Cf. G. Cohen-Jonathan, VAffaire
Loizidou". RGDIP, 1998, s. 123 vd; J.P. Cot, "La responsabilite de
[46] UYGUN, Oktay, “Siyasi Partilerin Kapatılması Rejiminin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Çerçevesinde Değerlendirilmesi”, Anayasa Yargısı, No. 17., AYM’nin 38. Kuruluş Yıldönümü Nedeniyle Düzenlenen Sempozyuma Sunulan Bildiriler (25-26 Nisan 2000, Ankara), AYM. Yay., Ankara, 2000, ss. 258-259).
[47] Anayasa Yargısı-1999-Prof.Dr.Bakır Çağlar-Prof.Dr.Naz Çavuşoğlu-s:161
[48] Alain Touraine, “bugünün dünyasını anlamak için Yeni Bir Paradigma”, Yapı Kredi Yayınları
[49] Alain Touraine, “bugünün dünyasını anlamak için Yeni Bir Paradigma”, Yapı Kredi Yayınları